|
Konu Kimliği: Konu Sahibi CaferTayar,Açılış Tarihi: 30Haziran 2008 (13:41), Konuya Son Cevap : 22 Ağustos 2008 (18:22). Konuya 3 Mesaj yazıldı |
| LinkBack | Seçenekler | Değerlendirme |
30Haziran 2008, 13:41 | Mesaj No:1 |
Nefsin Mâhiyeti Nefsin Mâhiyeti Cenâb-ı Hak, insan neslinin atası olan Âdem -aleyhisselâmI- mahlûkâtın en mükerremi kılarak cennette yaratmıştır. Lâkin Hak Teâlâ Âdem ve nesline lütfettiği şeref ve itibârın îcâbı olarak, onun cennette bulunmasının sırf lütuf ile değil; istihkak netîcesinde, yâni bir bedel karşılığında mükâfat olarak gerçekleşmesini irâde buyurmuştur. Bu murâd-i ilâhinin gerçekleşmesi için de Âdem -aleyhisselâm-, malum zelleye dûçar olmuş bu zahirî sebeple vatan-ı aslîsi olan cennetten çıkarılıp bir imtihan âlemi olan dünyâya gönderilmiştir. Hazret-i Âdem ve neslinin tekrar cennete dönmesinin bir mükâfat olarak tecellî edebilmesi için, insanın birtakım güçlükleri aşması gerekli olmuştur. İşte bu sebeplerledir ki Cenâb-ı Hak, diğer varlıklardan farklı olarak Hazret-i Âdem ve onun neslini zıt tecellîlere mazhar kılmıştır. Bunun netîcesinde de insanların, aşağıların en aşağısı demek olan "esfel-i sâfilîn" ile yücelerin en yücesi olan "âlâ-yı illiyyîn" arasında, hak ettiği bir mevkîde bulunmalarını murâd etmiştir. Yâni eşref-i mahlûkat olan insan, hem fıtrî sermayesi ve hem de bu sermayeyi hayra veya şerre kullanmaya medar olan cüz'î iradesiyle, " bel hum edall", yâni "hayvandan da aşağı" bir mevkî ile " melekten bile üstün" bir nokta arasında yerini alır. Bu ise, kulun gayretine ve fıtratında mevcud olan müsbet ve menfi temâyüller arasındaki mücâdeleden hâsıl edeceği netîceye göre gerçekleşecektir. İşte insanoğlunun birtakım müsbet temayüllerle techîz edilmiş olmasına mukabil, bâzı menfî temayüllerle de malul kılınması, bu hikmete mebnîdir. Tasavvufî anlayışa göre, insanoğlunda bir arada bulunan müsbet ve menfî temayüller ise, " rûh-i hayvânî" ve "rûh-i sultanî" tâbir olunan merkezlerden neş'et etmektedir. Rûh-i hayvânî, insanın hayatiyetini devam ettirmesini sağlayan, biyolojik yapıya hükmeden latîf bir güçtür ki, ona "can" veya "nefs" de denilmektedir. Uykudaki bir insanda rûh-i hayvânî hükmünü icraya devam ettiği içindir ki, biyolojik faaliyetlerin pek çoğu bu esnada da gayr-i iradî devam eder. Sultanî ruh ise, uyandığı anda geriye dönmek üzere uyuyan insanı terk eder. Bedeni hareket ettiren, konuşturan velhâsıl her türlü faaliyetin icra ve îfâsına sebep teşkîl eden, ancak ölümle beraber bedenden çıkacak olan ruh, hayvânî ruhtur. Merkezi dimağ veya kalbde olup bedenin bütün uzuvlarına yayılmış ve asıl hükümranlığını kan üzerinde kurmuştur. Halk âleminden (Halk âlemi: Zaman ve mekânla mukayyed olarak yaratılmış varlıklardan teşekkül eden âlemdir. Buna mülk ve şehâdet âlemi de denilir. Zahirî beş duyumuzla hissettiğimiz şeyler bu âlemdendir.) olan ve davranışların başlangıç noktasını oluşturan bu ruh, terbiye edilmediği takdîrde insan üzerinde menfî tasarruflarda bulunabilmektedir. Rûh-i sultanî ise Cenâb-ı Hakk'ın insana kendi ruhundan üflediği ruhtur ki, insanı diğer canlılardan ayıran hususiyet budur. Emir âleminden (Emir âlemi: Zaman ve madde mevzubahis olmaksızın Cenâb-ı Hakk'ın "kün" (ol) emri ile var olan âlemdir. Buna melekût ve gayb âlemi de denilir. Akıl, nefs, ruh, kalb, sır vb. letâifler bu âleme aittir.) olan bu ruhun bedenle beraberliği, müsbet tasarruflarda bulunmak içindir. İnsan, bedenine giydirilen bu ruh ile kulluk ve tâatte bulunur, sâlih amellere yönelir. Bu ruh, bedenin öldükten sonra çürüyüp yok olmasından etkilenmez. Ölümle ancak beden üzerindeki tasarrufu son bulur. İnsan, kendi içindeki bu iki zıt kutbun çalışmalarıyla hâl ve gidişatına istikâmet vermektedir. Sultanî ruh galip geldiğinde, sâlih amellere ve güzel ahlâka yönelmekte; aksine hayvânî ruh galip geldiğinde ise türlü günahlara ve ahlâksızlıklara düşmektedir. İnsanoğlu, nefsini kendi irâdesi ile şekillendirenime istîdâd ve imkânına belli bir ölçüde sâhib kılındığı içindir ki, mükâfata da mücâzâta da muhâtab olabilecek bir varlıktır. Dünyâ imtihanında aşılması gereken en büyük engellerden biri olan "nefs", umumiyetle insanın mâruz kılındığı menfî temayülleri akla getirir. Hâlbuki onun özünde bir mücevher gibi müsbet bir mâhiyet de vardır. İnsanoğlunun vazifesi onu, toz-toprak hükmündeki menfîliklerden manevî terbiye ile arındırarak özündeki cevheri ortaya çıkarmaktır. Bir insan, gurbete çıktığında vatanına eli boş dönmemek için nasıl çalışıp didinirse, büyük bir gurbet diyarı olan bu dünyâda da âhiret saadeti için öylece sa'y ü gayret göstermelidir. Zîrâ her insan, âhiretteki ebedî saadet veya hüsranını bu dünyâdan götürecek, yâni bir bakıma istikbâldeki kaderini dünyâ hayatında tâyin edecektir. Ebedî saadet ve selâmetin en temel şartlarından biri, nefsi, sâlih amellere medar olabilecek bir kıvama ulaştırabilmektir. Böyle bir gayeden mahrum olan nefs, azgın bir at gibidir. Azgın bir at, sahibini menzil-i maksûda ulaştırmak yerine, uçurumlardan yuvarlayarak onun helakine sebep olur. Fakat bir binek atı iyi terbiye edilip, güzelce gemlenmişse, sahibini en tehlikeli yollardan bile selâmetle taşıyıp götürür. Nasıl ki, terbiye edilmemiş bir atla arzu edilen hedefe ulaşmak mümkün değilse, ıslâh edilememiş ve kontrol altına alınamamış bir nefs ile de hayâtın ulvî gayesini gerçekleştirmek mümkün değildir. Hakîkaten nefs, mahlûkât içerisinde insanı hem mükerrem bir mevkîye yüceltebilen, hem de bunun zıddı olarak esfel-i sâfilîne düşürebilen, iki veçheli bir vâsıtadır. Islâh edildiğinde hayra; terbiye olunmadığında ise şerre vesîle olma istîdâdına sahip olan, adetâ iki ağızlı bir bıçak hükmündedir. Manevî irşad ve kontrolden mahrum her nefs, hakîkatleri gafletle örten acı bir mahrumiyet sebebidir. Ancak yukarıda da söylediğimiz gibi insan, nefs engeline rağmen mezmûm ahlâktan kurtulup tezkiye edildiği takdîrde, melekleri bile geçebilir. Zîrâ her netîcenin şerefi, ona ulaşmak için bertaraf edilen güçlükler nispetindedir. Allah ile kul arasına bir gaflet perdesi olarak girip onu aslî istikâmetinden uzaklaştıran ve kalbleri Allah'tan gayrısıyla meşguliyete sevk eden, yine nefsin mezmûm sıfatlarıdır. Onun bitmek tükenmek bilmeyen süflî iştiyak ve ihtiraslarına, ancak ciddî bir kararlılıkla tatbîk edilecek terbiyevî usûllerle karşı konulabilir. Bu da, daimî bir uyanıklık ve azim isteyen amansız bir mücâdele demektir. Bu sebepledir ki Âlemlerin Efendisi bir hadîs-i şeriflerinde: Hakîkatte) mücâhid, nefsine karşı cihâd eden kimsedir. " (Tirmizî, Fezâ-ilü'l-Cihâd, 2; Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 20) buyurmuşlardır. Nefs, kendisine karşı girişilen mücâhede ile ölmez, ancak kontrol altına alınabilir. Zâten matlûb olan da nefsi yok etmek değil, onu aşırılıklardan sakındırıp arzu ve temayüllerini ilâhî rızâya muvafık düstûrlarla tahdîd ve terbiye edebilmektir. Bu hususta İmâm Gazâlî, insanı bir süvariye benzeterek şöyle der: "Nefs, ruhun bineğidir. Eğer insan, nefsin dizginlerini salıverir ve onun gittiği istikâmete kendini bırakırsa helak olması mukadderdir. (Bazı Hint dinlerinde ve mistik felsefelerde yapıldığı gibi) şayet onu öldürmeye çalışırsa, bu sefer de hakîkat yolunda bineksiz kalır. O hâlde nefsinin dizginlerini elinde tut ve bineğinden istifade et!" Nefsin terbiyesinde bu ölçüye riâyet edilmesi, aynı zamanda nebevî usûlün muktezâsıdır. Zîrâ Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, yememek, içmemek, aile hayatı yaşamamak üzere kendilerini ibâdete hasretmek isteyenlere manî olmuş; İslâm'da bu çeşit bir tecerrüd ve ruhbanlığın mevcûd olmadığını tâlim ederek, hayatın içinde ve cemiyetle bir arada iken de mümkün olan ruhî terakkînin yolunu göstermiştir. Diğer taraftan pek zorlu bir mücâdele olan bu terbiye esnasında, nefsin hâl ve mertebelerinde birtakım merhalelerle karşılaşılır. Nefsin en büyük âfetlerinden biri ise, geçirdiği bu tebeddülat (değişiklikler) ve terakkî esnasında bir varlık vehmine kapılmak ve kendini beğenmişliğe sürüklenmektir. Bu, gizli bir kibir ve ucubdur. Nefse karşı girişilen mücâdelede en ufak bir ihmâl ve gevşeklik meydana gelirse o, derhal eski hâline avdet eder. Zîrâ o, dâima pusuda olduğu için şerrinden hiçbir zaman emîn olunamaz. Bu sebeple her mümin, bağrında taşıdığı bu müthiş müessirin, manevî hayât için öldürücü tehlikelerine karşı daimî bir uyanıklığı zaruret bilmelidir. Nefsin serkeşliklerine, selîm muhakeme ve vahiyle terbiye edilmiş bir irâde ile mukabele edip onu itaat altına almalıdır. | |
Konu Sahibi CaferTayar 'in açmış olduğu son Konular Aşağıda Listelenmiştir | |||||
Konu | Forum | Son Mesaj Yazan | Cevaplar | Okunma | Son Mesaj Tarihi |
Hacet kapısın tıklarken | Şiirler ve Şairler | CaferTayar | 0 | 2013 | 13 Eylül 2008 11:34 |
geçmiş zaman aynası | Şiirler ve Şairler | CaferTayar | 0 | 2129 | 13 Eylül 2008 11:29 |
Cuma Günü Selevat Getirmenin Önemi: | Dua Bölümü | Seyyid | 1 | 2480 | 12 Eylül 2008 12:39 |
rahmet katrelerinde bir cuma soluğunda dua | Dua Bölümü | CaferTayar | 0 | 2352 | 12 Eylül 2008 12:31 |
Hayat ve kulluğumuz açısından Ramazan | Cuma-Bayram-Kandiller | CaferTayar | 0 | 2025 | 06 Eylül 2008 13:07 |
30Haziran 2008, 13:59 | Mesaj No:2 |
Cvp: Nefsin Mâhiyeti Allâh Teâlânın Tezkiye Etmesi Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede şöyle buyurur: Kendinizi (beğenip) temize çıkarmayın. O, fenalıktan sakınanın kim olduğunu çok iyi bilir." (en-Necm, 32) Merhum Elmalılı Hamdi Efendi bu âyet-i kerîmeyi şöyle tefsir eder: Kendinizi günahsız, kusursuz ve tertemiz addederek övmeyin. Zîrâ farkında olmadığınız birçok kusurlarınız bulunabilir." Bu mevzuda müfessir Âlûsî de şöyle der: Bu âyetin, «- Bizim namazımız, orucumuz, haccımız var!» diyen bir topluluk hakkında indiği rivayet edilir. Ucub ve riya karışması endişesiyle kulun işlediği ibâdet ve hayırları gizli tutması daha makbuldür. Fakat böyle menfî bir niyet olmaksızın, teşvîk maksadıyla söylenmesinde bir beis yoktur." Diğer bir âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: Kendilerini temize çıkaranlara bakmadın mı? Bilakis, Allah kimi dilerse onu temize çıkarır." (en Nisa, 49) Bu âyetteki tezkiye, kişinin kendini överek temize çıkarma çabasından ibarettir. Hâlbuki tezkiye takvaya bağlıdır. Takva ise bâtında bir sıfattır ve onun hakîkatini ancak Allah bilir. O bakımdan ancak Allah'ın tezkiyesi makbul olur, k endi kendimizi tezkiye etmemiz değil. Nitekim -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz: Allah'ım! Nefsime takvasını ver ve onu tezkiye et! Sen onu tezkiye edenlerin en hayırlısısın. Sen onun velîsi ve Mevlâ'sısın." (Müslim, Zikir, 73) diye dua ederlerdi. Âyet-i kerîmede: Eğer üzerinizde Allah'ın fazlı ve rahmeti olmasaydı içinizden hiçbiriniz ebediyyen temize çıkamazdı. mâliyle bilendir." (en-Nur, 21) buyurulur. Görüldüğü gibi âyet-i kerîmede tezkiyenin Allah'a ait olduğu ifâde ediliyor. Zîrâ Allah Teâlâ, fazlı ve rahmetiyle kulu taatlere ve diğer tezkiye vâsıtalarını kullanmaya muvaffak kılar. Bu itibarla kul, benlik iddiasından sakınarak, ilâhî tezkiye sayesinde ulaştığı kemâli, kendi dirayet, liyâkat ve gayretine hamletmemelidir. Cenâb-ı Hakk'ın tezkiye etmesi dışında kulun, âhirette kendini temize çıkaramayacağının idrâki içinde bulunması gerekir. Bu anlayış, ebedî kurtuluşa kavuşmanın en mühim vesîlelerinden biridir. Zîrâ tezkiye, her ne kadar azim ve gayret bakımından insana; irşâd ve tâlim yönüyle peygamberlere ve onun vârisi durumundaki mürşidlere nisbet edilirse de, ilâhî merhametiyle kullarını tezkiyeye muvaffak kılması ve bunu yaratması açısından Cenâb-ı Hakk'a nisbet edilmelidir. | |
30Haziran 2008, 14:01 | Mesaj No:3 |
Cvp: Nefsin Mâhiyeti Resûlullah (s.a.v.)'in Tezkiye Etmesi Kur'ân-ı Kerîm'de Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-Efendimiz'in vazifeleri hakkında şöyle buyurulmaktadır: "(Ey insanlar!) Andolsun ki, kendi içinizden, size bir peygamber gönderdik. O, size âyetlerimizi okuyor, sizi tezkiye edip kötülüklerden arındırıyor, Kitâb'ı ve hikmeti tâlim edip bilmediklerinizi öğretiyor." (el-Bakara, 151) "Andolsun ki içlerinden, kendilerine Allah'ın âyetlerini okuyan, (kötülüklerden ve inkârdan) kendilerini temizleyen, kendilerine Kitap ve hikmeti öğreten bir Peygamber göndermekle Allah, müminlere büyük bir lutufta bulunmuştur. Hâlbuki daha önce onlar apaçık bir sapıklık içinde idiler." (ÂI-i İmrân, 164) Bu âyetlerden de açıkça anlaşılacağı üzere Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in üç aslî vazîfesi vardır: a. Allah'ın âyetlerini insanlara okumak: Peygamberlerin ümmetlerini hak yoluna daveti, gelen vahyin okunmasıyla başlar. Ancak bu vazîfe, insanları umulan hedefe ulaştırmada ilk merhaledir ve bir zemîn teşkîl eder. b. Tezkiye etmek: Tevhîd davetinin maksadına ulaşması, ancak nefisleri küfür, şirk ve günah gibi manevî kirlerden temizleyip huşu ve huzura erdirmekle mümkündür. Nitekim mâzîsi câhiliyye insanı olan ashâb-ı kiram, hidâyet bulup Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in feyizli sohbeti ve manevî terbiyesiyle gönüllerini arındırdıkları anda dünyânın en mümtaz insanları hâline geldiler. Onların, dillerde ve gönüllerde dolaşan fazîlet menkıbeleri çağları ve iklimleri aştı. c. Kitap ve hikmeti öğretmek: Bu merhalede ise uyulması gereken kânunları ve hükümleri beyân eden kitabın, yâni Kur'ân-ı Kerîm'in tâlimi gelir. Kur'ân-ı Kerîm'in ruhunda derinleşebilmek, kalbî seviyeye bağlıdır. Kur'ân-ı Kerîm, asıl kalb ile okunup anlaşılır. Gözler ise kalbe ancak basit bir vasıta hükmündedir. Kur'ân, kâinat ve insan, esmâ-yı ilâhiyye tecellileriyle meydana geldiğinden sonsuz bir sırlar hazinesidir. Bu sır ve hikmetler de kalbî arınma ve olgunlaşmaya göre idrâkte tecellî eder. Hikmetin tâlimi, bütün bu merhalelerden sonra gelir. Çünkü Allah Teâlâ, esmâ-yı ilâhiyyesinin beşer idrâkine kelâm suretinde tecellîsi demek olan Kur'ân-ı Kerîm'in hikmet ve sırlarına, ancak arınmış bir kalbe sahip kimseleri vâkıf eyler. Âyet-i kerîmelerde tezkiye ile kitâb ve hikmetin tâliminin bir arada zikredilmesi, tezkiye olunmamış kimselerin ilim elde edemeyeceklerini, etseler de bu ilmin kendilerine bir fayda sağlamayacağını ifâde etmektedir. Zira ilim ve hikmet öyle bir nur ve zînettir ki bunu elde etmek için, onun mekân tutacağı yerlerin, yâni kalbin, evvelâ lüzumsuz ve zararlı şeylerden tahliye edilmesi gerekmektedir. Bu bakımdan Peygamberler önce âyetleri okurlar, sonra bu âyetlere inanan ve gönül veren kimselerin, nefislerini aşırılıklardan, çirkinliklerden arındırarak kalblerini manevî kirlerden tasfiye ederler. Daha sonra da tezkiye ve tasfiye olunmuş kimselere kitâb ve hikmeti tâlim ederler. Kâinattaki sır ve kudret akışlarına da ancak böyle bir kalbin sahipleri âşinâ olur ve bir hikmet menbaı hâline gelebilir. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in bu vazifelerinden âyetleri okuyup haram ve helâli öğretmek âlimler tarafından; nefisleri tezkiye, kalbleri tasfiye etme vazîfesi ise mürşid-i kâmiller vasıtasıyla kıyamete kadar devam edecektir. | |
22 Ağustos 2008, 18:22 | Mesaj No:4 |
Cvp: Nefsin Mâhiyeti
ne güzel şeyler derlemişsiniz kardeşler aynen yazdığınız gibi size tavsiyem yazdıklarınızı bir de kendiniz için okuyun.. nefsinize ağır gelmesn
| |
Konuyu Toplam 1 Kişi okuyor. (0 Üye ve 1 Misafir) | |
Benzer Konular | ||||
Konu Başlıkları | Konuyu Başlatan | Medineweb Ana Kategoriler | Cevaplar | Son Mesajlar |
Nefsin gecersiz bahanesi. | karlofca61 | Tasavvuf-Tarikat | 3 | 04 Ekim 2023 23:52 |
Nefsin Dedikodusu | EyMeN&TaLhA | Makale ve Köşe Yazıları | 4 | 23 Ekim 2014 23:49 |
Vahiy ve Mahiyeti | NUR | Kur'ân-ı Kerim Genel | 0 | 18 Mart 2009 23:47 |
Nefsin (Şahsın) Diyeti | Aysima | Hadis-i Şerif | 0 | 28 Kasım 2008 11:37 |
nefs ve nefsin dereceleri | NUR | Tasavvuf-Tarikat | 11 | 22 Ağustos 2008 18:47 |
.::.Bir Ayet-Kerime .::. | .::.Bir Hadis-i Şerif .::. | .::.Bir Vecize .::. |
|