Cvp: Ezan, kâinatı huzûra çağırır Davet için usul arayışları Namaz vaktinin girdiğini bildirmek üzere ezan okuma, usul olarak belirlenmeden önce, Müslümanlar, Mescid-i Nebevî’de bir araya toplanıp namaz vaktini beklerlerdi. Bazen de geldiklerinde namaz kılınmış olurdu. Bu bir şekle ve disipline bağlanmalıydı. Peygamberimiz bir gün, ashabını toplayarak Müslümanları namaza çağırmak için ne yapmak gerektiğini onlarla istişare etti. Bazıları şöyle dedi; “Namaz vakti gelince bir bayrak dikelim! Onu görenler birbirlerine haber versinler.”6 Fakat Allah Resûlü bunu beğenmedi. Bir başkası boru öttürülmesini veya çan çalınmasını teklif etti. Peygamber Efendimiz bu tekliflerin de hiç birini kabul etmedi. Ashab-ı Kirâm, bir ara çan çalmayı uygun gördüler. Hatta Hz. Ömer, çan için gerekli olan iki ağaç parçasını satın almayı da üzerine almıştı. Fakat bu yöntem de uygulanmadı. Bunun üzerine yüksekçe bir yerde ateş yakalım denilince; Kainatın Efendisi bu tavsiyeyi, uygulamanın Mecûsîlere ait olduğunu söyleyerek kabul etmedi. Zira İslâm toplumu, Mecûsîlere veya bir başka topluluğa ne iç yapısı ne de dışıyla hiçbir şekilde benzeyemezdi. “Bir kavme benzemeye çalışan onlardandır” buyuran Allah Resûlü (s.a.s.)’in bu teklifleri kabul etmesi düşünülemezdi. Arayışlar devam ediyordu. Herkes bir arayış ve bekleyiş içindeydi. Aradıklarını bulamıyorlardı. Fakat araştırmaya devam ediyorlardı. Her arayışın güçlü bir fiilî duâ olduğunu biliyorlardı. Henüz bekledikleri de Resûlüllah’a bildirilmemişti. Davet için getirdikleri teklifler de, taklitten öteye gitmiyordu. Halbuki taklit, taklit edilen şeyi hatırlatır. Taklit edilen şeyin aslına ait ritüelleri, manâyı veya manâsızlıkları akla getirir. Kaldı ki “sapıklıkları üzere devam etmekte olan milletlere dinî nişaneler konusunda muhalefet etmek gerekir.” Bundan dolayı teklif edilen yöntemler kabul görmemişti. Aynı zamanda taklitle bir yere varılamazdı. Taklit, hakikate giden yol olamazdı. Dolayısıyla Müslümanları namaza çağırmak için öyle bir yol bulunmalıydı ki, güzelliği, etkileyiciliği ve evrenselliği ile insanlığı kuşatsın. İnanan çok şey anlar ve imanla dolarken, inanmayan hiç olmazsa bir şey anlasın. Gözleri, gönülleri hakka bağlasın. Allah’a kulluk haricinde, her şeyden zihinleri arındırsın. Kalpleri ibadete hazırlasın. İnsanı vicdanının derinlikleriyle yakalayıp mescide bağlasın. İnsan, dinlerken ağlasın..Ağlarken içi şuur bağlasın. Yüce divana kulluğa durduğunda, içinde, huşû ve huzur çağlasın. Yoksa insanlar, çan ve boru öttürme vs. gibi teklif edilen şekillerin herhangi birisiyle de namaza çağrılabilirdi. İşte “İlahî hikmet, ezanın sadece bir duyuru aracı olarak kalmamasını; aksine dinî şeâirden biri olmasını, okunduğunda gaflet halinde olanlara dini hatırlatıcı bir özellik içermesini, bir topluluğun onu kabul etmesi halinde Allah’ın dinine boyun eğdikleri manâsına gelici bir mahiyet arz etmesini gerektirmiştir. Bu sebeplerden dolayı ezanın, Allah’ın zikri, kelime-i şehadet ve namaza çağrı ifadelerini içermesi vacip olmuştur. Böylece ezana, kendisiyle ne kastedildiği herkesçe anlaşılan bir muhteva kazandırılmıştır.”
Sonuçta bu arayış ve kavlî-fiilî duâlara, hızlı bir icabette bulunulmuştu. Bu bekleyiş ve arayışlar sırasında ezan, sadık bir rüya ile Abdullah b. Zeyd’e öğretilmişti.Aynı zamanda İslâm alimleri, Maide sûresinin 58. ayetinin de, ezanın sırf rüya ile değil, Kur’ân’ın nassı ile de sabit olduğunu gösterdiğini belirtmişlerdir. Bu ayette “O kafirleri de dost edinmeyiniz ki namaza çağırdığınız zaman o ezan veya namazı eğlence ve oyun yerine tutar, alay ederler.” buyrulmaktadır. Bu ayet ezanın dayanağıdır. Ayrıca ezanla alay edip hafife almanın küfür olduğuna delalet eder. Abdullah b. Zeyd’in gördüğü rüyayı Hz. Ömer (r.a) da görmüştü. Bu iki sahabenin ezanla ilgili rüyaları, onlara ilahî bir ihsan ve ikramdı. Bu bir tevafuktu. Allah Resûlü’nün: “Bu rüya haktır, inşaallah” demesi de bu ikramın bir teyididir. Burada insanın aklına “ezanın bu şekilde teşriinin hikmeti nedir?” diye bir soru gelebilir. Buna şu şekilde cevap verebiliriz. Bizim bildiğimiz bilmediğimiz pek çok hikmet vardır. Bir hikmeti de şu olabilir: Ezan, Hz. Muhammed (s.a.s.)’in şahsını da yücelttiği için, hikmet-i ilahi onun, başka bir müminin diliyle meşru olmasını dilemiştir. Böyle bir takdirden dolayı ne ilahî hikmeti, ne de O’nun mutlak iradesini asla sorgulayamayız. Allah, hak ve hakikati kullarına nasıl duyuracağını, nasıl öğreteceğini, en iyi bilendir. “...Şüphesiz ki Allah ne dilerse yapar.” (Hac, 18)
__________________
Dünyayı Güzellik Kurtaracak.
Bir İnsanı sevmekle başlayacak herşey...
|