Sünnetin Delil Oluşunun Delilleri Nelerdir
SÜNNETİN DELİL OLUŞUNUN DELİLLERİ
Daha önceki anlattıklarımızdan anlaşıldı ki; sünnetin delil olu¬şu, dinî bir zarurettir. Aslında bu kadar açıklama, bize ve kalbinde zerre kadar imanı olan kimseye yeterlidir; delillerini söylemeye hacet yoktur.
Ancak zamanımızda iyice çığırından çıkmış fikrî hürriyet ve gerçeği araştırma perdesi arkasına gizlenerek İslâm'ı içten yıkmak ve aklı zayıf müslümanları oyalamak isteyen zındıkların düşmanlık¬larını ve dinsizlerin patırtılarım kesmemiz için bu delilleri açıklama¬mız, yerinde bir tutum olacaktır. Bütün kuvvet ve kudret Allah'a ait¬tir, deyip söze başlıyoruz:
Sünnetin dinde hüccet olduğunu gösteren deliller yedi tanedir:
1. İsmet.
2. Allah Teâlâ'nın, Sahâbe-i Kirâm'm, Hz. Peygamber'in haya¬tında sünnete sımsıkı yapışmalarını tasdik etmesi.
2. Kur'ân-ı Kerîm.
4. Sünnet-i Şerîf.
5. Sadece Kur'ân'la amelin mümkün olmayışı.
6. Sünnetin vahiy ve vahiy derecesinde iki kısımda oluşu.
7. İcmâ.
Birisi çıkıp: "Sen, sünneti onun hüccet oluşuna nasıl delil gös¬terebilirsin; bu, aynı noktaya dönmek gibi bir şey değil midir?" diye¬bilir, biz de deriz ki: Bir kimse, aşağıdaki gelecek ismet delilinin açıklamasını biraz düşünecek olsa bu itirazın cevabını anlar.
Çünkü biz, Hz. Peygamber (s.a.v)'in yalandan masum olduğu tebliğle ilgili haberini, O'nun, emir, nehiy, fiil ve tasviplerinin hüccet olduğuna delil gösteriyoruz. Bunun açıklaması ileride geniş olarak gelecektir.
Diğer bir ifadeyle biz, hasmın da hüccet olduğunu inkâr edeme¬diği bir çeşit sünneti, o derece olmayan ve hasmın bazen eleştiri imkânı bulabildiği diğer bir çeşit sünnetin hüccet olduğuna delil gös¬teriyoruz. Hasmın ilk kısmı inkâr edemeyişi, Peygamber (s.a.v)'in risâletini kabul eden herkese göre O'nun, bu haberlerinde hata ve ya¬landan masum oluşunun apaçık bilinmesindendir. Bu durumda, inkâra gidenin, bunu tamamen azgınlık ve kibirden dolayı yaptığı or¬taya çıkacaktır.
Nitekim biz, sünnetin hüccet olduğuna, Kur'ân'ı da delil gösteri¬yoruz. Malumdur ki, delil gösterdiğimiz âyet veya bir parçasının Kur'ân'dan olduğu ancak Hz. Peygamber (s.a.v)'in haberiyle sabit ol¬maktadır.
Aynı şekilde, hüccet olduğu haberle sabit olan Hz. Peygamber (a.s)'in emrini, O'nun fiillerinin ve tasviplerinin hüccet olduğuna delil gösteriyoruz.
Kısaca, delil olarak gösterdiğimiz kısmın hüccet oluşu, hüccet oluşuna delil gösterdiğimiz kısımla sabit olmamıştır. Burada aynı ye¬re dönüş yoktur. Şimdi delilleri açıklamaya başlıyoruz.
Birinci Delil: İsmet
Bil ki Rasûlullah (s.a.v), mucizenin delâleti ve ümmetin icmâı ile tebliği zedeleyecek şeyleri kasden yapmaktan masumdur ve yine sahih görüşe göre bu konuda hata ve yanılmaya düşmekten de ko¬runmuştur. Hem O'nun bu alanda hataya düşmesini kabul edenler, böyle bir durumda Allah Teâlâ tarafından hemen uyarılması ve tas¬vip edilmemesinin şart olduğunda icmâ etmişlerdir.
Bu, şunu gerektirir: Gerçekten, tebliğle ilgili her haber, -Allah Teâlâ'nm tasvibinden sonra- icmâ ile doğrudur. Allah'ın katındakine uygundur. Bu durumda, ona yapışmak vâcibdir.
İşte bu şekilde, Hz. Peygamber (s.a.v)'in Kur'ân hakkındaki: "Bu Allah'ın kelâmıdır," sözünün delil oluşu sabit olur. Yine hadîs-i kudsîdeki: "Rabbu'l-izzet şöyle buyurdu..." şeklindeki sözleriyle, Ebû Davud ve Tirmizî'nin, Mikdam b. Ma'dikerib'den (r.h) rivayet et¬tikleri hadîs-i şerifte geçen: "Dikkat edin! Bana, Kitab (Kur'ân) ve beraberinde benzeri (değerde sünnet) verildi. Ensesi kalın, karnı tok bir adamın, koltuğuna yaslanarak: 'Size bu Kur'ân'la amel vâcibdir. Onda helâl bulduğunuzu helâl, haram bulduğunuzu haram sayın, başka şeye bakmayın,' demesi yakındır. Gerçek şu ki, Peygamber'in haram kıldığı, Allah'ın haram kıldığı gibidir, " [44] sözünün delil oluşu, bu şekilde sabit olmuştur.
Yine Huzeyfe'nin (r.h) rivayet ettiği hadiste geçen: "Bu, âlemlerin Rabbinin elçisi Cibril'dir. Kalbime şunları ilham etti: Hiç¬bir nefis, ulaşması gecikse de rızkı tamamen eline geçmeden ölmez. Öyleyse Allah'tan korkun ve rızkınızı güzel yollardan arayın. Sakın, rızkınızın gecikmesi, sizi, onu Allah'a isyan ederek almaya sevketme-sin. Hiç şüphesiz, Allah katındaki şeylere ancak ona itaat edilerek ulaşılır," [45] sözünün delil oluşu da onun masumiyeti ile sabit olur.
Bütün bu haberler, yalandan korunmuştur. Bu da gösterir ki, vahiy iki kısımdır:
Biricisi, Kitâb-ı Kerîm'dir ki o, tilâvetiyle ibâdet yapılan mu'ciz bir kelâmdır.
İkincisi de hadîs-i kudsî ve hadîs-i nebevidir ki, mânâsı vahye, ifadesi Hz. Peygamber (s.a.v)'e dayanır.
Bütün bunlar, Allah katından olunca, hepsi kıyamete kadar hal¬kın önünde duran deliller olmaktadır.
Yine Hz. Peygamber (s.a.v)'in tebliğde yalandan korunmuş ol¬masıyla, fem-i saadetlerinden çıkan:
"Ameller niyetlere göre değerlendirilir." [46]
"iddia sahibine delil, inkâr edene de yemin gerekir." [47]
"İslâm beş temel üzerine kurulmuştur,” [48] gibi ahkâma delâlet eden sözlerinin de yalandan korunmuş haberler ve deliller olduğu or¬taya çıkmaktadır.
Yine bu sıfatı sebebiyle: "Ey insanlar! Ben, size ancak Allah'ın emrettiğini emrediyor ve O'nun size yasakladıklarından nehyediyo-rum," sözüyle az yukarıda, el-Mikdam rivayetinde geçen: "Allah Rasûlü'nün haram kıldığı, Allah'ın haram kıldığı gibidir," [49] sözünün delil oluşu, sabit olmaktadır.
Bu ve benzeri haberler, yalandan korunmuştur/Bu da bize gös¬terir ki, Allah Rasülû (s.a.v) ancak Allah'ın emrettiğini emreder ve O'nun yasakladıklarını nehyeder. Bu durum, bütün emir ve nehiyle-rinin delil olmasını gerekli kılmaktadır.
Yine bu delil sebebiyle Hz. Peygamber'in (s.a.v): "Benden gördü¬ğünüz şekilde namaz kılınız, " [50] sözünün hüccet olduğu, sabit olmak¬tadır. Bu söz hüccet olunca namazı açıklayan bütün fiillerinin de hüccet oluşu sabit olacaktır.
Aynı şekilde: "Hac ibâdetlerinizi benden öğreniniz," [51] sözünün hüccet olmasıyla da hacla ilgili fiillerin delil oluşu ortaya çıkmakta¬dır.
Yine aynı delille, Ebû Davud'un (275/888) Irbaz b. Sâriye'den (r.h) rivayet ettiği hadisde geçen: "Size, Allah'tan korkmanızı, başı-nızdaki idareci bir Habeşli köle de olsa, dinleyip itaat etmenizi tavsi¬ye ederim. Sizden uzun müddet yaşayanlar, pek çok ihtilâf görecek¬tir. O durumda size, benim sünnetim ve hidâyet üzere yürüyen râşid halifelerin gidişatı gerekir. Onlara sımsıkı tutunun, azı dişlerinizle (canla-başla) sarılın. Sonradan uydurulan ve dine sokulan işlerden sakının. Şüphesiz (dince makbul olmayan) yeni şeyler bid'attır. Her bid'at, bir dalâlet; her dalâletin sonu ateştir," [52] Peygamber sözleri¬nin de delil olduğu ortaya çıkar.
Bu hadiste geçen sünnete sarılma emrinin hüccet oluşu sabit olunca Hz, Peygamber (s.a.v)'in söz, fiil yahut tasviplerinden oluşan bütün sünnetlerin birer delil olduğu da ortaya çıkmaktadır.
Yine Hz. Peygamber (s.a.v)'in tebliğle ilgili haberlerinde, yalan¬dan masum olması sebebiyle ve bunun kesin delaletiyle, Hâkim en-Neysâbûrî'nin (405/1014), İbn Abbas (r.h)'dan rivayet ettiği şu hadişin de delil oluşu ortaya çıkmaktadır. Rivayet şudur: Rasûlullah (s.a.v), veda haccında, bize bir hutbe verdi ve bu hutbesinde buyurdu ki: "Şüphesiz şeytan, bu beldenizde Allah'tan başkasına ibâdet edil¬mesinden ümidini kesmiştir. Fakat o, bunun dışında, basit gördüğü¬nüz amellerinizle kendisine itaat edilmesine de razı olur. Bu hâle düşmekten sakınınız. Şüphesiz ben, size kendilerine sarıldığınızda hiç sapıtmayacağınız iki şey bıraktım: Bunlar, Allah'ın Kitabı ve PeyganıberVnin sünnetidir." [53]
Bu hadiste olduğu gibi Buharı (256/870), Müslim (261/874), Ebû Dâvud (275/888) ve İbn Mâce'nin (273/886) rivayet ettikleri: "Bizim işimizde (dinimizde), dinin kabul etmediği bir şeyi icad eden kişi ve işi reddedilir," [54] hadisi de bir delil olmaktadır.
Gerçekten şu iki haber, -yalandan masum iki haber olmaları se¬bebiyle- Hz. Peygamber (s.a.v)'in kavlî, fiilî ve takriri bütün sünnet çeşitlerinin delil olduğunu, bunlara sarılmanın sapıklık olmadığını, asıl sapıklığın, onları terk edip aksine amel etmekte olduğunu gös¬termektedir. Inşâallah, sana sünnetin bu konuda delil oluşunu göste¬rirken pek çok hadisler zikredeceğiz, onları iyi düşün ve anla. Sakın şeytan, aklını karıştırıp seninle oynamasın.
Bütün bunlardan anladın ki, Hz. Peygamber (s.a.v)'in tebliğle il¬gili haberlerinde masum oluşu, yukarıda geçtiği gibi bütün sünnet çeşitlerinin delil olduğunu isbat etmede, tek başına bize yetmektedir. Fakat bununla birlikte biz, diğer ismet çeşitlerini de açıklamak ve onun delâlet yönünü kuvvetlendirmek istedik. Bunun için diyoruz ki: Hz. Peygamber (s.a.v)'in, ümmetin üzerinde icmâ ettiği gibi tebliği zedeleyecek şeylerden korunmuş olması, sadece tebliğle ilgili haber¬lerinde yalandan korunmuş olmasına ait değildir. Hiç şüphesiz hü¬kümlerin tebliği, sözlü haberle olduğu gibi fiil ve tasvip, emir ve ne-hiyle de olmaktadır. Bütün bunlar, tebliğin bir çeşididir.
Şu halde, Hz. Peygamber (s.a.v)'in tebliğe ait haberlerin dışında, tebliği zedeleyecek şeylerden korunmuş olması, onun bütün fiil, tas¬vip, emir ve nehiylerinin de bizzat delil olmasını gerekli kılmakta, bunun için başka bir habere ihtiyaç duyulmamaktadır. Yine bilmek¬tesin ki Rasûlullah (s.a.v), günah işlemekten korunmuştur. Bu konu¬da değişik görüşte olan ve bunun bazı çeşitlerini kabul edenler de bir hata anında, hemen uyarılmasını ve tasvip edilmemesini gerekli gör¬müşlerdir.
Buna göre Hz. Peygamber (s.a.v), aslında kendisiyle tebliği kas-detmediği, herhangi bir yemeği yemek veya bir tür şeyi içmek gibi bir fiil yaptığında yahut herhangi bir fiile sükût buyurduğunda veya kendisinden -dünyevî konulardaki konuşmaları gibi- herhangi bir söz çıktığında, Allah Teâlâ tarafından uyarılmıyor ve bu haliyle tasvip görüyorsa o zaman, kendisinden meydana gelen bu şeylerin günah ve hata olmadığına kesin olarak hükmederiz. Bu durumda o şeyler, en azından, alınmasında sakınca bulunmayan bir delil olurlar.
Biz, Hz. Peygamber (s.a.v)'in kendisiyle tebliğ kasdetmediği fiil¬lerinin -meselâ, tabiî fiilleri gibi- delil oluşundan bahsettiğimizde, bununla maksadımız, onların vücûb veya mendûba delâlet ettiği de¬ğildir ki bazıları, bu konuda bizimle çekişmeye girsin. Bundan kasdı-mız, onların, bu fiillerde bir sakınca bulunmadığına veya mübâh ol¬duklarına delil olduklarını göstermektedir.
Aynı şekilde, Hz. Peygamber (s.a.v)'in dünya meseleleriyle ilgili emir ve nehiylerinin delil oluşlarından maksat da onların, vücûb, mendûb, haram veya mekruha delâlet etmesi değildir. Çünkü Hz. Peygamber (s:a.v), bunlarla -bir âlimin câhili, bir dostun dostu irşadı gibi- sadece irşadı kasdetmiştir.
Demek ki, bu fiillerin delâletindeki hüccet olma, bir fiilin yapıl¬masını veya yapılmamasını, kesin veya başka bir şekilde istemeyi ifade eden kullandığımız lügat mânâsında değildir. Bununla anlatıl¬mak istenen, bu tür fiillerin, bir başkası tarafından işlenmesinin mübâh olduğunu göstermektir. Yine bildiğin gibi Hz. Peygamber (s.a.v)'in içtihadla ibâdet etmesiyle ve bunda bazen yanılabileceği ko¬nusunda ihtilâf vardır. Caiz görenlere göre de hatasına göz yumul¬mayacağı, aksine, derhal uyanlıp hatasının açıklanacağı bilinmekte¬dir. Hz. Peygamber (s.a.v) tarafından içtihadı bir hüküm ortaya kon¬duğunda, Allah Teâlâ onu tasvip ve takrir ettiğinde hiç şüphesiz o, icmâ ile delil olur.
İkinci Delil: Rasûlullah'ın (s.a.v) Zamanında Ashâb-ı Kirâm'ın Sünnete Sarılmasını Allah Teâlâ'nm Tasvip ve Takdir Etmesidir
Bilindiği gibi Hz. Peygamber (s.a.v), ümmetini, sünnetine sarıl¬maya teşvik ediyor ve ona muhalefetten de sakındırıyordu. Allah kendilerinden razı olsun, gerçekten Sahâbe-i Kiram da O'nun bu konudaki emrine yapışıyor, ona uyuyor, bütün söz, fiil ve tasviplerinde kendisine tâbi oluyor ve O'ndan sâdır olan her şeyi, kendilerine ittibâyı gerekli kılan bir delil olarak görüyorlardı.
Ancak bu hüküm, Hz. Peygamber (s.a.v)'in dünyevî konularla il¬gili bir içtihadı olunca o zaman, bunun nasıl ve niçin olduğu konu¬sunda kendisine danışıyorlardı.
Aynı şekilde, kendisinden dinî konularda bir içtihad vâki olunca -bir an onun olduğunu düşünelim- içtihad esnasında yahut hüküm bizzat tarafından açıklanınca veya o konuda Allah Teâlâ'nm takrir ve tasvibi gerçekleşmeden önce Ashâb-ı Kiram, hükmün işaret ettiği noktalarda kendisiyle konuşup tartışabiliyorlardı.
Yine indirilen bir hüküm, kendilerince anlaşılmaz bir durumda olunca, gerçek olduğuna inanmadıkları için değil, ancak hikmetini anlamak için onu, Hz. Peygamber (s.a.v)'e sorup hakikatim anlama¬ya çalışıyorlardı.
Yine bazı vakitler, Hz. Peygamber (s.a.v)'in birtakım fiillerinde, -bu fiillerin, özellikle Efendimize has kılınmış olabileceğini düşün¬düklerinden- kendisine tâbi olmuyorlardı. Yahut Rasûlullah (s.a.v)'ın, kendilerine emrettiği bir fiili, Efendimiz (s.a.v) yapmadığı zaman: "Bu emir, o işin mübâh ve ruhsat olduğunu bildirmek için¬dir. Efendimiz (s.a.v), onu yapmadığı için emredilenin dışmdakini yapmak daha faziletlidir," diye düşündüklerinden o fiili yapmıyor¬lardı. Yoksa bu çeşit davranışlar, Rasûlullah'a (a.s) uymanın vâcib olmadığını ve O'na muhalefetin de yasaklanmamış olduğunu kabul ettiklerinden kaynaklanmıyordu. Çünkü onların diğer davranışları, bunun aksini göstermektedir. Yine malumdur ki Sahâbe-i Kiram, Ki-tab'dan hüküm çıkarmaya ve içtihad yapmaya bizden daha muktedir idiler.
Bununla birlikte onlar, başlarına gelen bir hadisede, çözümü için sadece Kur'ânla yetinmiyorlar di. Bilakis, başlarına gelen her hadisede, sorma imkânı buldukları müddetçe Rasûlullah (s.a.v^a da¬nışıyorlardı.
Eğer onlardan birisi, Efendimiz (s.a.v)'den uzakta bulunduğun¬da başına bir hadise gelirse, onun halli için önce Kitab'da cevabını araştırır, O'nda bir cevap bulamazsa sünnette araştırır, orada da bir cevap bulamazsa kendi görüşüyle içtihad ederdi. Rasûlullah (s.a.v)'a döndüğü zaman da durumu O'na arz eder; eğer içtihadında isabetli ise Efendimiz (s.a.v) onu tasvip eder, hatalı ise hatasını gösterir, boyladığında Allah Rasûlü (s.a.v) de üç defa: "Evet, iki için de böyledir," buyurdu. [55]
İbn Abdilberr (463/1071), Muaz b. Cebel'den (r.h) şu nakli yapmaktadır. O, demiştir ki: Rasûlullah (s.a.v), beni Yemen'e vali olarak gönderdiği zaman bana: "Önüne bir dâva getirildiği zaman nasıl hüküm verirsin?" buyurdu.
Ben:
"Allah'ın Kitabı'yla hükme bağlarım," dedim. Efendimiz (a.s): "Allah'ın Kitabı'nda bir çözüm bulamazsan, ne yaparsın?" diye sordu. Ben:
"Allah Rasûlü'nün sünnetiyle hüküm veririm," dedim. Efendi¬miz (s.a.v):
"Allah Rasûlü'nün sünnetinde de bir çözüm yoksa, ne yapar¬sın?" buyurdu. Ben de:
"Kendi görüşümle içtihad ederim; meseleyi yüzüstü bırakmam," dedim. Bu cevap üzerine Rasûlullah (s.a.v) göğsüme vurarak:
"Rasûlü'nün elçisini, onun razı olduğu şeyde muvaffak kılan Al¬lah'a hamd olsun..." diye hamd etti. [56]
İbn Abdilberr, Ebû Hureyre'den (r.h) rivayet ediyor: O, de¬miştir ki: "Rasûlullah (s.a.v), bir gün, Ubeyy 6. Ka'b'ın (r.h) yanına vardı. O, namaz kılıyordu. Efendimiz (a.s): Ya Ubeyy! diye seslendi. Ubeyy, namaza devam etti. Allah Rasûlü'ne icabet etmedi. Namazı hafif tutup Allah Rasûlü'ne döndü. Allah Rasûlü, kendisine:
'Ya Ubeyy! Seni çağırdığımda bana icabet etmene engel olan neydi?' diye sordu. Ubeyy:
'Namaz kılıyordum, ya Rasûlallah,'dedi. Efendimiz (a.s): ' Sen, âyet-i kerîme'de: 'Size hayat veren şeye çağırdığı zaman Al¬lah'a ve Rasûlü'ne icabet edin,' buyurduğunu bilmiyor musun? diye sorunca, Ubeyy:
'Evet, ya Rasûlallah! Biliyorum, inşâallah bir daha böyle yap¬mayacağım, dedi." [57]
Buhârî, Ebû Vâil Şakik b. Selme'nin şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Sıffln savaşının yapıldığı ve iki hakemin hüküm verdiği günde Sehl b. Hanifin: 'Ey insanlar, dininize karşı kendi görüşünü¬zü kusurlu görün. Ben, Ebû Cendel'in, anlaşma gereği düşmana tes¬lim edildiği Hudeybiye gününü hatırlıyorum. O an, Rasûlullah (s.a.v)'ın emrini geri çevirmeye gücüm yetseydi, mutlaka yapardım. Bizi rezil duruma düşüren bu durum karşısında kılıçlarımızı omuz¬larımıza koymamız, bize, bildiğimiz daha sonraki işleri kolaylaştır¬dı. Fakat bugünkü iş, böyle değil,'dediğini işittim.' [58]
Ebû Ya'la el-Mevsîlî, Müsned ve Beyhakî, el-Medhal adlı eserinde, Hz. Ömer'in (r.h) şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: "Ey insanlar, dininizin hükümleri karşısında kendi görüşlerinizi kusurlu görün- Ben, Ebû Cendel'in, düşmana geri verildiği Hudeybiye gü¬nündeki hâlimi hatırlıyorum. Ben, kendi içtihadımla, Rasûlullah (s.a.v)'ın emrini değiştirmeye çalışıyordum. Vallahi ben, haktan yüz çevirmiş değildim. Durum, şöyle cereyan etmişti: Rasûlullah (a.s) ile Mekke müşrikleri arasında anlaşma metni yazılıyordu. Efendimiz (s.a.v): 'Bismillahirrahmanirrahim yazın,' buyurdu. Müşrikler: 'Söy¬lediklerini kabul ettiğimizi mi zannediyorsun? Söylediğin gibi değil, fakat Bismikellahumme yaz,* dediler. Rasûlullah (s.a.v), razı oldu; bense dediklerine yanaşmadım. Ben itiraz edip dururken Rasûlullah (s.a.v), bana: 'Ben razı olmuşken, sen razı olmuyor musun?' dedi. O zaman razı oldum."
İmam Ahmed (241/855) ve Buhârî (256/870), Hudeybiye hadi¬sesini anlatırken şunları rivayet etmişlerdir: Hz. Ömer (r.h), demiş¬tir ki: (Hudeybiye anlaşmasıyla Kabe'yi tavaf etmeden geri dönmeye karar verince) Rasûlullah'a (a.s) geldim ve:
"Sen, Allah'ın gerçek peygamberi değil misin?" dedim. "Evet, peygamberiyim," dedi. Ben:
"Bizler hak üzere, düşmanlarımız da bâtıl üzere değil mi?" de¬dim.
"Evet öyledir," dedi. Ben:
"Öyleyse niçin dinimiz konusunda basit tavizler veriyoruz?" de¬dim. Hz. Peygamber (s.a.v):
"Ben, Allah Rasûlü'yüm; O'na isyan edecek değilim. O, benim yardımcımdır," buyurdu. Ben:
"Sen, bize Kabe'ye gidip tavaf edeceğimizi söylemedin mi?" de¬dim.
"Evet, bunu sana söyledim; sana, gelecek yıl muhakkak oraya gideceksin demedim mi?" dedi.
"Hayır," dedim.
"Sen, muhakkak oraya gidecek ve tavaf edeceksin," dedi. Dura¬madım, Ebü Bekir'in yanına gittim. Ona:
"Ya Ebâ Bekir, bu zât, Allah'ın gerçek peygamberi değil mi¬dir?" dedim.
"Evet, Allah'ın hak peygamberidir/' dedi.
"Biz, hakk üzere, düşmanlarımız da bâtıl üzere değil midir?" de¬dim. Ebû Bekir:
"Ey adam! O, Allah'ın Rasûlü'dür.,Rabbine isyan etmez. Allah, O'nun yardımcısıdır. Sen, O'nun sözüne ve gidişine yapış. Vallahi O, hak üzeredir," dedi.
"Peki O, bize Kabe'ye gideceğimizi ve onu tavaf edeceğimizi söy¬lemedi mi?" dedim.
"Evet, söyledi; sana gelecek yıl oraya gideceğini bildirmedi mi?" dedi.
"Hayır," dedim.
"Sen mutlaka oraya gidecek ve Kabe'yi tavaf edeceksin," dedi.
Hz. Ömer (r.a), anlatmaya devam ediyor: "Bu iş için çok uğraş¬tım. Sonra Kitab'ın hükmü geldi. Fetih Sûresi nazil oldu. Allah Rasûlü, ilâhî haber ve hükümleri okuyup bitirince, ashabına:
'Kalkın, kurbanlıklarınızı kesin, sonra da traş olun,' buyurdu. Vallahi onlardan hiçbiri (üzüntüsünden) ayağa kalkmadı. Rasûlullah (s.a.v), aynı emri üç defa tekrarladı. Hiçbiri ayağa kalk¬mayınca, hanımı Ümmü Seleme'nin çadırına girdi ve ona insanlar¬dan gördüğü davranışı anlattı. Ümmü Seleme (r.h):
"Ya Nebiyellah! Sen bunu istiyor musun? Öyleyse çık, hiç kim¬seyle bir şey konuşmadan kurbanlık deveni boğazla ve bir berber ça¬ğır, başını traş etsin,' dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.v), dı¬şarı çıktı; hiç kimseyle bir şey konuşmadan kuranlık devesini boğazladı. Sonra bir berber çağırdı; berber, başını traş etti. Ashâb bunu görünce kalktılar, kurbanlık ^evelerini boğazladılar ve birbirlerini0 traş etmeye başladılar. Öyle bir hâldeydiler ki, üzüntüden, neredeyse birbirlerini öldüreceklerdi." [59]
İbn Hacer el-Askalânî (852/1448), Fethu'l-Bâri adlı eserinde, yukarıdaki hadisin şerhinde: "Ashâb-ı Kiram, Rasûlullah'ın (s.a.v) kendilerine, müşriklerle savaşmaya izin vereceğini ve onlara gal$ aelerek umrelerini tamamlayacaklarını ümid ederek, verilen emre derhal uymaktan geri kaldılar," demiştir.
İmam Buhârî, Ebû Hureyre'den (r.a) rivayet ediyor. O, de¬miştir ki: Hz. Peygamber (s.a.v), ashabına:
"Hiç ara vermeksizinpeşpeşe oruç tutmayın," buyurdu. Onlar: "Siz bunu yapıyorsunuz," dediklerinde Hz. Peygamber (s.a.v):
"Ben, sizin gibi değilim; Rabbim, bana yedirir ve içirir. Siz, bu¬na dayanamazsınız," buyurdu. Fakat onlar, visal orucuna son ver¬mediler. Hz. Peygamber (s.a.v), onlarla, iki gün ara vermeden oruç tuttu. Sonra yeni ayın hilâlini gördüler ve ara verdiler*. Bunun üzeri¬ne Hz. Peygamber (s.a.v), onlara ta'zir yollu:
"Şayet hilâlgecikseydi, size bunu artıracaktım," buyurdu. [60]
İmam Mâlik (179/795), Muvatta adlı eserinde, Ata b. Yesar'm şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Bir adam, oruçluyken hanımını öptü ve bundan büyük haz aldı. Bunun üzerine, durumu sormak üzere ha¬nımını Hz. Peygamber (s.a.v)'e gönderdi. Kadın, Ümmü Seleme'nin (r.h) yanına gitti ve hadiseyi anlattı. JJmmü Seleme (r.h), kendisine, Rasûlullah (a.s)'ın da oruçlu iken hanımlarını öptüğünü haber verdi. Kadın, bunu kocasına haber verince, kocası:
'Biz, Allah'ın Rasûlü gibi değiliz. Allah, dilediğini Peygamberi¬ne helâl kılar,' dedi. Kadın, tekrar Ümmü Seleme'nin yanına gitfy. Hz. Peygamber (s.a.v)'iyanında buldu.'Efendimiz (a.s):
'Bu kadının derdi nedir? Ne istiyor?' diye sordu. Ümmü Seleme (r.h) de kendisine durumu haber verdi. O zaman Hz, Peygamber
(s.a.v):
'Ona, benim oruçlu iken hanımlarımı öptüğümü söylemedin mi?'dedi. Ümmü Seleme (r.h):
'Söyledim. O da gidip kocasına haber verince kocası, biz, Al¬lah'ın Rasûlü gibi değiliz. Allah, Peygamberine dilediğini helâl kılar demiş,'deyince, Rasûlullah (s.a.v)gazablandı ve:
'Ben, sizin Allah'tan en çok korkanınızım ve O'nun çizdiği sınırı en iyi bileninizim,' [61]buyurdu."
İmam Buhârî ve Müslim, Hz. Ali'nin şöyle dediğini naklet-miştir: "Ben, kendisinden, çok mezi gelen bir adamdım. Bunu Rasûlullah (s.a.v)'a sormaya utandım ve Miktad b. el-Esved'den,
gidip Hz. Peygamber (s.a.v)'e sormasını istedim. O da gidip sordu. Efendimiz (s.a.v): 'Mezigelince abdestgerekir,' buyurdu." [62]
Tirmizî hariç, bir grup hadis imamı, İbn Ömer'den (r.a) şu ha*~ diseyi nakletmişlerdir: İbn Ömer, hayız halinde olan hanımını boşa¬dı. Hz. Ömer, durumu Hz. Peygamber (s.a.v)'e anlattı. Allah'ın Rasûlü (s.a.v), buna çok kızdı ve hanımına dönmesini, sonra temizle¬ninceye kadar yanında tutmasını, sonra tekrar hayız görüp boşamak isterse ona yanaşmadan boşamasını emretti ve Allah Teâlâ'mn em¬rettiği iddetin bu şekilde olduğunu söyledi. [63]
İmam Ahmed, Buhârî ve Müslim'in, Ya'la b. Ümeyye'den rivayet ettiklerine göre O, şöyle demiştir: Ömer b. Hattab'a (r,a), "Kâfirlerin size kötülük etmesinden endişe ederseniz namazı kısalt¬manızda size bir günah yoktur," [64] âyetini okudum ve: "Bugün in¬sanlar, bundan emin değil midir?" dedim. Hz. Ömer (r.a): "Ben de senin gibi bu âyette hayrete düştüm ve Rasûlullah'a sordum. Efendi¬miz (a.s): 'Bu, size Allah'ın bir ihsanıdır. Allah'ın ihsanını kabul edi¬niz, [65] buyurdu."
Suyûtî (911/1505), demiştir ki: "Ulemâ, ashabın bu âyetten, düşman korkusu bulunmadığı zaman, namazı kısaltmanın kalktığı¬nı anlamışlar; Hz. Peygamber (s.a.v), kendilerine her iki halde bu¬nun bir ruhsat olduğunu bildirmiştir." [66]
Buhârî ve İbn Abdilberr, İbn Ömer'in (r.h) şöyle dediğim rivayet etmişlerdir: "Rasûlullah (s.a.v), Ahzab günü (Hendek Sava-şı'nda), 'Ben-i Kurayza'ya varmadan, kimse ikindi namazını kılma¬sın,' buyurdu. Bazıları yolda iken ikindi namazına ulaştılar. Içlerinden bir kısmı: 'Ben-i Kurayza'ya varmadan namazı kılmayalım,' de¬diler. Bazıları da: 'Hayır, kılalım. Rasûlullah bizden bunu istemedi,' diyerek ikindiyi kıldılar. Durum Hz. Peygamber'e (s.a.v) aktarılınca, hiçbirine kızmadı." [67]
Yine rivayet edilir ki, ashâbdan iki kişi, beraberce yolculuğa çık¬tılar. Namaz vakti geldi. Yanlarında su yoktu. Teyemmüm abdesti alıp namazlarını kıldılar. Sonra, vakit çıkmadan su buldular. İçlerin¬den birisi, su ile abdest alıp namazını iade etti, diğeri etmedi. Hadise Hz. Peygamber'e (s.a.v) intikal edince, ikisini de doğru buldu ve na¬mazı iade etmeyene: "Sünnete uydun, kıldığın namaz sana yeterli¬dir," dedi. Namazını iade edene de: "Sana da iki kat ecir vardır,"'bu¬yurdu. [68]
İçlerinde, Hz. Ömer ve Hz. Muaz'ın (r.a) da bulunduğu sahabeden bir grup, yolculuk yapıyorlardı. Hz. Ömer ve Muaz'ın gusül abdesti almaları icab etti. Yanlarında su yoktu. Herbiri içtihadını ortaya koydu. Muaz (r.a), toprakla yapılacak temizliği su ile yapıla¬na kıyas etti ve cünubluktan temizlenmek için bütün vücuduyla top¬rakta yuvarlanıp sonra namaz kıldı. Hz. Ömer ise bunu yeterli bul¬madı ve namazım tehir etti. Rasûlullah (s.a.v)'a döndüklerinde ken¬dilerine işin doğrusunu açıklayarak Hz. Muaz'ın kıyasının yanlış ol¬duğunu, çünkü onun, "Su bulamadığınız zaman temiz bir toprakla teyemmüm yapın, yüz ve ellerinize mesh edin," [69] âyetine ters düştü¬ğünü söylemiş ve ona, teyemmümün yer ve şeklim gösterek: "Böyle yapman sana yeterlidir," buyurmuş Hz. Ömer'e de teyemmümün, küçük hadesi ortadan kaldırdığı gibi büyük (hayız ve cünubluk gibi) hadesi de ortadan kaldıracağını, hem âyet-i kerîme'de zikredilen ve teyemmümün yeterli olduğu, kadınlara dokunmakla kasdedilenin (Öpmek, ellemek gibi) cimâya sevkeden şeyler olmayıp, bizzat cimâ-nın kendisi olduğunu anlatmıştır. [70]
Bu ve bunlardan başka pek çok rivayet, bize az önce konu başın¬da açıkladığımız delilin doğruluğunu göstermektedir.
Üçüncü Delil: Kitab-ı Kerîm Kur'ân-ı Hakîm'dir
Allah Teâlâ'mn Kitabı, sünnetin delil oluşunu kesin olarak ifade eden pek çok âyet-i kerîmeyle doludur.
Bu âyet-i kerîmeler, birkaç gruba ayrılmaktadır. Bazen bir âyet-i kerîme, birden fazla gruba ait olabilmektedir. Biz, burada beş gru¬bu zikretmekle yetineceğiz.
Birinci Grup Âyetler:
Hz. Peygamber (s.a.v)'e iman etmenin vâcib olduğunu gösteren âyet-i kerîmelerdir.
Burada Hz. Peygamber'e imanla anlatılmak istenen, O'nun pey¬gamberliğini ve Kur'ân'da zikri geçsin veya geçmesin, O'nun Allab katından getirdiği bütün şeyleri tasdik ve kabul etmektir. Yine Hz. Peygamber'e uymamanın ve hükmüne rıza göstermemenin imanla bağdaşamayacağını ifade eden âyet-i kerîmeler de bu gruba girer.
Şimdi ilgili âyet-i kerîmeleri ve ulemânın yaptığı bazı açıklama¬ları sunuyoruz:
Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: "Ey iman edenler! Allah'a, Pey-gamberi'ne, indirdiği Kitab'a ve daha önce indirdiği Kitab'a (tam manâsıyla) iman edin. Kim Allah'ı, meleklerini, kitaplarını ve kıyamet gününü inkâr ederse, tam manâsıyla sapıtmıştır." [71]
"Artık Allah'a, Rasûlü'ne ve indirdiğimiz nâra (Kur'ân'a) iman edin, Allah, yaptıklarınızdan tamamen haber dardır,' [72]
"Rasûlüm de ki: Ey insanlar! Gerçekten ben, sizin hepinize ge¬len, Allah'ın peygamberiyim. O Allah ki, yer ve göklerin tasarrufu O'nundur. O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O, diriltir ve öldürür. Onun için Allah'a ve O'nun bütün kelimelerine iman eden o ümmî Peygambere iman edin ve o Peygambere uyun ki, doğru yolu bulaşı-
nız.' [73]
Kâd-ı Iyâz (544/1149), demiştir ki: "Allah'ın peygamberi Hz. Muhammed (s.a.v)'e iman, kesin bir farzdır. İman ancak O'nunla tamam olur ve İslâm ancak O'nunla sıhhat bulur," [74] Allah Teâlâ, buyurmuştur ki: "Kim Allah'a ve Rasûlü'ne iman etmezse bilsin ki muhakkak biz, kâfirler için tutuşmuş bir ateş hazırladık." [75]
Allah Teâlâ, yine buyurur ki: "(Ey Rasûlüm) Gerçekten biz, seni (ümmetine) şâhid (Cennetle) müjdeleyici (Cehennemle) korkutucu bir peygamber olarak gönderdik ki siz insanlar, Allah'a ve Peygamberine iman edesiniz. Rasûlü'ne yardım edip O'nu yüceliksiniz ve sabah aksam Allah'ı teşbih edesiniz." [76]
Allah Teâlâ, buyurur: "Mü'minler ancak Allah'a ve Rasûlü'ne iman eden, sonra imanlarında asla şüpheye düşmeyen ve Allah yo¬lunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenlerdir. İşte onlar, gerçekten sâdık kimselerdir." [77]
Bir başka âyet: "Mü'minler ancak Allah'a ve Rasûlü'ne gönül¬den iman etmiş kimselerdir. Onlar, o Peygamber'le toplu bir iş üze¬rinde bulundukları vakit, O'ndan izin isteyip O da izin vermedikçe bırakıp gitmezler. (Rasûlüm) Şu, senden izin isteyenler, hakikaten Allah'a ve Rasûlü'ne iman etmiş kimselerdir. Öyle ise bazı işleri için senden izin istediklerinde, sen de onlardan dilediğine izin ver; onlar için Allah'tan bağış dile; Allah çok mağfiret edici ve merhametlidir." [78]
İmam Şafiî (204/819), demiştir ki: "Allah Teâlâ, kendisine ve Rasûlü'ne imanı, diğer bütün amellerin başlangıcı ve kâmil imanın kaynağı yapmıştır. Bir kul, Allah'a iman edip de Rasûlü'ne iman et¬mese, imanı tamam ve sahih olmaz. Hatta kabul görmez. " [79]
İbn Kayyım el-Cevziyye (751/1350) ise şöyle demektedir: "Al¬lah Teâlâ, Ashâb-ı Kirâm'ın, Hz. Peygamber'le toplu bir işteyken on¬dan izin almadan herhangi bir yola ve yere gitmemelerini, imanın gereklerinden kılınca, O'nun izni olmaksızın, ilmî bir mezhebe ve hükme gitmemeleri, daha öncelikli olarak imanın bir gereği olmakta¬dır. Hz. Peygamber (s.a.v)'in böyle bir konudaki izni ise getirdiği va¬hiy ve sünnetin o şeye izin verdiğini göstermesi ile bilinmektedir." [80]
Allah Teâlâ, buyurur: "Güçsüz durumda bulunanlar, hasta olanlar ve infak edecek bir şey bulamayanlar, Allah ve Rasûlü'ne sadâkatlerini korudukları takdirde kendilerine, cihaddan geri kal¬dıkları için bir günah yoktur. İyilik sahiplerini ayıplamaya bir yol yoktur. Allah Gafur ve Rahlm'dir." [81]
Ebû Süleyman el-Hattâbî (388/998), demiştir ki: "Âyet ve ha¬dislerde geçen nasihat, kendisi için nasihat yapılan ve samimiyet gösterilen kimse için hayır düşünüldüğünü ifade eden bir kelimedir. Nasihata tek bir mânâ vermek, doğru ve mümkün değildir. Nasihatın lügat mânâsı, ihlâs ve samimiyettir.
Buna göre Allah Teâlâ için nasihat, O'nun birliğine doğru bir şekilde itikad etmek, O'nu lâyık sıfatlarla vasfetmek, hakkında caiz olmayan şeylerden tenzih etmek, sevdiği şeylere rağbet, gazablandığı şeylerden nefret ve ibâdetinde ihlâs üzere hareket etmektir.
Allah'ın Kitabı için nasihat; ona iman, onunla amel, güzel oku¬mak, kıraati anında huşu üzere olmak, onu yüceltmek, onu anlamak ve hükümlerine vâkıf olmak, haddi aşanların hevâlarına göre yo¬rumlarından ve dinsizlerin hücumlarından onu korumaktır. Allah'ın Rasûlü için nasihat ise O'nun peygamberliğini tasdik etmek, emir ve yasaklarında kendisine var güçle itaat etmektir."
Ebû Bekir el-Acurî, demiştir ki: 'Allah'ın Rasûlü için nasihat, O'nu desteklemek, kendisine yardım etmek, hayatta ve vefat ettikten sonra himaye etmek; sünneti öğrenip savunarak, halk arasında yaya¬rak, yüce ahlâkı ve güzel edebiyle ahlâklanarak O'na ait şeyleri ihya etmektir."
Ebû İbrahim İshak et-Tûcîbî (Ö.352 h.), demiştir ki: "Rasû-lullah (s.a.v) için nasihat, getirdiklerini tasdik, sünnetini tatbik, onu yaymak ve buna teşvik, Allah'a, Kitabı'na, Rasûlü'ne, O'nun sünneti¬ne ve onunla amele davet etmektir." [82]
Allah Teâlâ, buyurur ki: "Onlara: Allah'ın indirdiğine ve Rasû¬lü'ne gelin,' denildiği zaman, münafıkların, kibirlenerek senden yüz çevirdiklerini görürsün."' [83]
Yine Allah Teâlâ, buyurur: "(Bazı İnsanlar) Allah'a ve Rasû¬lü'ne inandık ve itaat ettik diyorlar, sonra da içlerinden bir grup yüz çeviriyor. Onlar gerçekten mü'min değillerdir."
"Onlar, aralarında hüküm vermesi için Allah'a ve Rasûlü'ne çağrıldıklarında, içlerinden bir kısmının yüz çevirip döndüğünü gö¬rürsün!"
"Ama eğer (Allah ve Rasûlü'nün hükmettiği) hak kendi lehlerine ise itaat içinde gelip boyun eğerler."
"Bunların kalplerinde bir hastalık mı var, yoksa şüphe içinde midirler, yahut Allah ve Rasûlü'nün kendilerine zulüm ve haksızlık edeceğinden mi korkuyorlar1? Hayır, gerçekten onlar zâlim kimseler¬dir."
"Aralarında hüküm vermesi için Allah'a ve Rasûlü'ne çağrıldık¬ları vakit, mü'minlerin sözü, ancak: 'Dinledik ve itaat ettik,' demele¬ridir. İşte bunlar kurtuluşa erenlerdir."
"Kim Allah'a ve Rasûlü'ne itaat eder, Allah'tan içtenlikle korkar ve O'na isyandan sakınırsa, işte onlar, saadeti ele geçiren kimseler¬dir."
"Bir de münafıklar, kendilerine emrettiğin zaman, muhakkak (savaşa ve hicrete) çıkacaklarına dair en kuvvetli yeminler ettiler. (Ey Rasûlüm, onlara) de ki: Yalan yere yemin etmeyin. Sizden istenen hâlis bir itaattir. Muhakkak Allah, bütün yaptıklarınızdan haber¬dardır. "
"(Ey Rasûlüm) de ki: Allah'a itaat edin, Peygambere de itaat edin. Eğer yüz çevirirseniz Peygambere düşen tebliğ, size düşen de itaat etmektir. Eğer O'na itaat ederseniz hidâyete erersiniz; Peygam¬bere düşen, sadece hakkı açıkça tebliğ etmektir." [84]
İmam Şafiî (204/819), demiştir ki: "Allah Teâlâ, bu âyet-i kerîmelerde insanlara, onların aralarında hüküm vermesi için Rasûlullah (s.a.v)'a davet edilmelerinin, aslında, Allah'ın hükmüne bir davet olduğunu bildirmiştir. Çünkü aralarında hakem, Allah'ın Rasûlü'dür. Allah farz kıldığı için O'nun Rasûlü'nün hükmüne tes¬lim oldukları zaman hakikatte onlar, Allah'ın hükmüne teslim olmuş olacaklardır." [85]
Allah Teâlâ, buyurur: "Allah ve Rasûlü bir işe hüküm verdiği zaman, mü'min bir erkek ve kadına, kendi işlerinden dolayı Allah'ın ve Peygamberin hükmüne aykırı olanı seçme hakkı yoktur. Kim, Al¬lah'a ve Rasûlü'ne isyan ederse açık bir şekilde sapıtmış olur." [86]
İbn Kayyım (751/1350), demiştir ki: "Allah Teâlâ, bir mü'min için Allah ve Rasûlü'nün hükmünden sonra başka şeyi seçme hakkı¬nın bulunmadığını, böyle bir tutum içine girenin, apaçık sapıtacağı¬nı haber vermiştir." [87]
Allah Teâlâ, buyurur: "Hayır, Rabbine yemin olsun ki, araların¬da çıkan bir anlaşmazlıkta seni hakem yapıp sonra da verdiğin hü¬kümden, içlerinden hiçbir sıkıntı duymaksızın (onu) tam manâsıyla kabullenmedikçe iman etmiş olmazlar." [88]
İbn Kayyım el-Cevziyye, demiştir ki: "Allah Teâlâ, kullarının (büyük-küçük) aralarında çıkan her anlaşmazlıkta, Rasûlü'nü ha¬kem yapmadıkça mü'min olamayacaklarına zâtı üzerine yemin etti.
İmanlarının kabulü için sadece O'nu hakem seçmeyi yeterli bul¬mayıp verdiği karar ve hükümlerden, içlerinde herhangi bir darlık ve sıkıntının bulunmamasını ileri sürdü. Bununla da yetinmeyip veri¬len hükme tam teslimiyetle boyun eğmelerini istedi.” [89]
İmanı Şafiî (r.h) demiştir ki: "En doğrusunu Allah bilir, bize ulaşan haberlere göre bu âyet-i kerîme, Zübeyr b. Avvam (r.a) ile arazi konusunda çekişmeye giren bir adam hakkında nazil olmuştur. Davayı, Hz. Peygamber'e götürdüklerinde, Allah Rasûlü, Zübeyr'in (r.h) lehine hüküm vermiştir. Verilen hüküm, Rasûlullah'a ait bir uy¬gulama olup Kur'ân'da, buna dair bir âyet yoktur, Allah en iyisini bilir, Kur'ân da bu anlattığıma delâlet etmektedir. Çünkü bu konuda Kur'ân'da bir hüküm olsaydı, ilgili âyetler bulunurdu." [90]
İmam Şafiî (r.h), özetle şunu demek istiyor: Âyet-i kerîme'nin nüzulüne sebep olan hadisedeki hüküm, Allah'ın Kitabı'nda açıkça mevcut değildir. Hüküm, Allah Rasûlü'ne aittir. Çünkü bulunmuş ol¬saydı imansızlık, Kitab'm hükmünü reddedişlerinden ve ona teslim olmayışlarından olur, Rasûlullah'm hakem seçilmeyişinden, hükmü¬ne teslim olmayışından ve karara karşı iç sıkıntısından kaynaklan¬mazdı. Bu durumda zahiren şöyle denilirdi: "Rabbine yemin olsun ki onlar, Kitab'ın hükmünü kabul edip ona teslim olmadıkça, iman et¬miş olmazlar." Böyle bir ifade bulunmadığına göre bu hükmün, Rasûlullah'a ait olduğu anlaşılır.
İkinci Grup Ayetler:
Bu gruptaki âyetler, Rasûlullah (a.s)'m, Kitab'ı (Kur'ân'ı) açıklayıcı -Allah'ın hükmüne uygun olarak-, Allah Teâlâ katında makbul olacak şekilde şerh edici olduğunu ve Hz. Pey-gamber'in ümmetine Kitab'ı ve hikmeti (sünneti) öğrettiğini gösteren âyet-i kerîmelerdir.
Biz, hikmete, İmam Şafiî ve başkalarının dediği gibi sünnet mânâsını verdik. Hikmetin de Kur'ân mânâsına geldiğini kabul etme durumunda, Rasûlullah'm (s.a.v) onu ümmetine öğretmesinden anla¬şılması gereken, Kur'ân'ı şerh, mücmelini beyân ve müşkilini tavzih etmesidir. Bu da O'nun Kitab'a getirdiği sözlü, fîîlî ve takriri açıkla¬malarının delil olmasını gerektirir. Şimdi ilgili âyetleri görelim:
Allah Teâlâ, buyurur ki: "İnsanlara kendilerine indirileni açık¬laman için sana Kur'ân'ı indirdik. Belki düşünüp anlarlar." [91]
"Biz bu Kitab'ı sana, sırf hakkında ihtilâfa düştükleri şeyi in¬sanlara açıklayasın ve iman eden bir topluma da hidâyet ve rahmet olsun diye indifdik." [92]
"Nitekim kendi içinizden size, âyetlerimizi okuyan, sizi kötülük¬lerden temizleyen, size Kitab'ı ve hikmeti ta'lim edip bilmediklerinizi öğreten bir Rasûl gönderdik." [93]
"And olsun ki, içlerinden, kendilerine Allah'ın âyetlerini okuyan (kötülük ve küfür kirinden) kendilerini temizleyen, kendilerine Kitab ve hikmeti öğreten bir peygamber göndermekle Allah, mü'minlere bü¬yük bir lütufta bulunmuştur. Halbuki onlar, daha Önce apaçık bir sapıklık içinde idiler." [94]
"(Okuma yazma bilmeyen) ümmîlere, içlerinden, kendilerine âyetlerini okuyan, onları küfür ve isyan kirlerinden temizleyen, onla¬ra Kitab'ı ve hikmeti öğreten bir peygamber gönderen O'dur. Şüphe¬siz onlar, Önceden apaçık bir sapıklık içindeydiler." [95]
"Allah'ın sizin üzerinizdeki nimetini, size öğüt vermek üzere in¬dirdiği Kitab'ı ve hikmeti hatırlayın. Allah'tan korkun. Bilin ki Al¬lah, herşeyi hakkıyla bilmektedir," [96]
"Allah, sana, Kitab'ı ve hikmeti indirdi ve sana bilmediklerini öğretti, Allah'ın sana ihsanı çok büyüktür." [97]
"(Ey Peygamber hanımları!) Evlerinizde okunan Allah'ın âyetlerini ve hikmeti hatırlayın. Şüphesiz Allah, herşeyin iç yüzünü bilen ve herşeyden haberdar olandır." [98]
İmam Şafiî (r.h) (204/819), demiştir ki: "Allah Teâlâ, 'Kitab' deyince Kur'ân'ı, 'hikmet' ile de -görüşlerine katıldığım ehl-i Kur'ân âlimlerin dediği gibi- Rasûlullah'm sünnetini kasdetmiştir. Bu gö¬rüş, Kur'ân'ın ifadesine uymaktadır. Allah, en iyisini bilir. Çünkü Kur'ân, Önce Kitab'ı, peşinden hikmeti zikretmiştir. Allah Teâlâ da kendilerine, Kitab ve hikmeti öğretmekle kullarına yaptığı ihsanı zikretmektedir. Allah, en doğrusunu bilir. Buradaki hikmetin, Rasûlullah'ın sünnetinden başka bir şey olduğunu söylemek de uy¬gun değildir. Sebebi şudur: Allah Teâlâ, hikmeti, Kitab'la yanyana zikretmiştir. Ayrıca Peygamberine itaati ve herkese onun emrine uy¬mayı farz kılmıştır. Allah'ın Kitabı ve Rasûlü'nün sünnetinden baş¬ka hiçbir söz için 'farz' denilmesi caiz değildir. Bunun sebebi de Al¬lah Teâlâ'nın, Rasûlü'ne imanı, kendisine iman ile beraber zikr ve emretmesidir." [99]
İmam Şafiî (r.h), bu ifadeleriyle şunu açıklamak istiyor: Allah Teâlâ, bütün bu âyetlerde hikmeti, Kitab üzerine atfederek zikret¬miştir. Atıfla, yanyana zikredilen iki şey aynı olmayacağı için bura¬daki hikmet, sünnettir. Ayrıca hikmetin, Kitab ve sünnetin dışında başka bir şey olması da sahih değildir. Çünkü Allah Teâlâ, bize hik¬meti öğreterek ihsanda bulunduğunu bildirmiştir. Böyle bir ihsan, ancak doğru, gerçek ve katındaki ilmine uygun bir şeyle olabilir. Şu halde hikmet, Kitab (Kur'ân) gibi uyulması gereken bir şeydir. Özel¬likle Allah Teâlâ'nın, hikmetle Kitab'ı beraber zikrettiğini düşünür¬sek, söylediğimiz daha rahat anlaşılır. Hem Allah Teâlâ, bize, ancak Kitabı'na ve Rasûlü'nün sünnetine uymamızı emretmiştir. Şu halde hikmetin sünnet olduğu ortaya çıkmaktadır.
Üçüncü Grup Ayetler:
Bu gruptaki âyetler, Hz. Peygamber (s.a.v)'e emir ve nehiylerinde mutlak olarak uymanın vâcib, O'na ita¬atin Allah'a itaat olduğunu gösteren, kendisine muhalefetten ve sün¬netini değiştirmekten sakındıran âyet-i kerîmelerdir.
Allah Teâîâ, buyurmuştur ki: "Allah'a ve Rasûlü'ne itaat edin ki, merhamet olunasınız." [100]
"De ki: Allah'a ve Rasûlü'ne itaat edin. Eğer itaatten yüz çevirir¬seniz (şüphesiz bilin ki) Allah kâfirleri sevmez." [101]
"Ey iman edenler! Allah ve Rasûlü'ne itaat edin. Dinlediğiniz halde O'ndan yüz çevirmeyin. İşitmedikleri halde, işittik diyenler gi¬bi olmayın." [102]
"Allah'a itaat edin. Peygambere itaat edin. İsyandan sakının. Eğer itaatten yüz çevirirseniz, biliniz ki, Rasûlümüze düşen, sadece apaçık tebliğdir." [103]
"Allah'a ve Rasûlü'ne itaat edin, birbirinizle çekişmeyin; yoksa dağılırsınız ve gücünüz gider. Sabredin; şüphesiz Allah, sabredenler¬le beraberdir." [104]
"Ey iman edenler! Allah'a itaat edin ve Peygambere de itaat edin. (İnkâr ve isyanlarla) amellerinizi boşa çıkarmayın." [105]
"Ey iman edenler! Allah'a itaat edin. Peygambere ve sizden olan ulü'l-emre (idarecilere) de itaat edin. Herhangi bir konuda ihtilâfa düştüğünüzde, eğer Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsanız, onu Al¬lah'a ve Rasûlü'ne götürün. Böyle yapmanız, sizin için daha hayırlı ve sonuç olarak daha güzeldir." [106]
Kâd-ı Iyâz (544)1149), Atâ'dan, İbn Abdilberr (463/1071) Beyâni'l-İlim'de ve Beyhakî (458/1066) el-Medhal'de Meymun b. Mihran'dan, şunu rivayet etmişlerdir: "Bir dâvayı Allah'a götür¬mek, onu Kitabı'na arzetmektir."
İmam Şafiî (204/819), demiştir ki: "Alimlerin bir kısmı, âyette geçen ulü'l-emirden maksadın, Rasûlullah'ın düşmanı takibe gönder¬diği seriyyelerin başındaki insanlar olduğunu söylemiştir. En doğru¬sunu Allah bilir. Bize verilen haber böyle. Allah daha iyisini bilir; bu, şöyle diyenin sözüne benziyor: 'Mekke civarında yaşayan Araplar, disiplinli yönetim bilmezlerdi. Bir idarî disiplin içinde, bazısının di¬ğerlerine itaat etmesini gururlarına yediremezlerdi. Allah Rasûlü'ne itaatle boyun eğdiklerinde, bu itaati, Rasûlullah'tan başkası için uy¬gun görmüyorlardı. Bunun için Rasûlullah'ın başlarına tayin ettiği idarecilere itaat etmeleri emredildi. Bu, mutlak mânâda bir itaat de¬ğildir. Kendileri ve idareciler için istisnaları vardır. Bunun için: 'Herhangi bir konuda anlaşmazlığa düşerseniz,, onu, Allah'a ve Rasûlü'ne götürün (onların talimatına göre halledin)' buyurdu." Al¬lah, en doğrusunu bilir. Ulü'l-emre itaatten sonra böyle emir verilme¬si, onlarla halk arasında bazı anlaşmazlıkların olacağını ve bunun hâl çaresinin, Allah ve Rasûlü'ne götürmek olduğunu gösteriyor ve âyet şunu da ifade ediyor: İhtilâfa düştüğünüz zaman, bu konuda Al¬lah ve Rasûlü'nün hükmünü biliyorsanız, onlara arzedin; eğer bilmi¬yorsanız, yanına vardığınızda Rasûlullah'a veya sizden onunla bulu¬şan birisine sorun. Çünkü bu, kimsenin itiraz etmediği bir farzdır. Ayet-i kerîme'de: "Allah ve Rasûlü, herhangi bir işe hüküm verdiği zaman, mü'min bir erkek ve kadın için o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur." [107] buyuruhnuştur.
Rasûlullah (s.a.v)'ın vefatından sonra, bu şekil bir çekişmeye düşen kimse, meseleyi, önce Allah'm (Kitabı'nda getirdiği) hükmüne, sonra da Rasûlü'nün (sünnetiyle ortaya koyduğu) kararma götürür. Eğer o konuda, Kitab ve sünnette veya herhangi birinde bir hüküm ve açıklama yoksa, başka âyet-i kerîmelerde belirtildiği gibi Kitab ve sünnete dayanarak kıyasa gider. [108]
Hafız İbn Hâcer (852/1448), Fethu'l-Bâri adlı eserinde, önce ulemânın, âyette bahsedilen ulül-emrin kimler olduğu hakkındaki ihtilâflarını açıklıyor ve ulü'1-emr, idareciler mi yoksa âlimler midir? görüşleri içerisinden birinci gurubun tercihe şayan olduğunu belirtip bir önceki âyetin de buna delâlet ettiğini söylüyor. Bu âyet şudur: "Allah size, mutlaka, emanetleri ehli olanlara vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde, adaletle hükmetmenizi emreder." [109]
Daha sonra şunları naklediyor: Âyet-i kerîme'de, hakikatte ita¬at edilen sadece Allah Teâlâ olmakla birlikte ''Allah'a itaat edin," şeklinde itaat fiilinin tekrar edilmesi ve bunun ulü'î-emr için ayrıca kullanılmaması, mükellef olunan şeylerin kaynağının sadece Kur'ân ve sünnet olduğunu göstermek içindir. Sanki şöyle denilmiş oluyor:
"Kur'ân'ın size emrettiği konularda, Allah'a itaat edin. Ayrıca Kur'ân'dan açıkladığı konularda ve sünnetiyle ortaya koyduğu hu¬suslarda Peygambere de itaat edin."
Yahut âyetin mânâsı şöyle olur:
"Tilâvetiyle ibâdet yapılan vahiyle (Kur'ân'la), size emrettiği şeylerde Allah'a itaat edin ve Kur'ân olmayan vahiyle (sünnetle), size emrettiği şeylerde de Peygambere itaat edin..."
Tâbiîn'den bir zâtın, Benî Ümeyye idarecilerinden birine verdiği cevap ne kadar güzeldir. İdareci, kendisine: "Allah Teâlâ, 've sizden olan idarecilere itaat edin,' âyetinde sizin bize itaat etmenizi emret¬miyor mu?" diye sorunca, o zât:
"Hayır, siz, hakka muhalefet ettiğiniz için size itaat ortadan kalkmıştır. Çünkü, aynı âyetin devamında: 'Herhangi bir konuda an¬laşmazlığa düşerseniz -eğer Allah'a ve âhiret gününe inanıyorsanız-onu Allah'a ve Rasûlü'ne götürün,' buyurulmaktadır. [110] Sizse bunu yapmadınız," demiştir. [111]
Şerefüddîn et-Tayyîbî (743 h.), demiştir ki: [112] "Allah Teâlâ: 'Peygambere itaat ediniz/ buyururken, itaat ediniz fiilini ikinci kez zikretti ki, Hz, Peygambere mutlak ve müstakil olarak itaatin vâcib olduğu anlaşılsın. Fakat ulü'l-emir'de aynı emir tekrarlanmadı. Al¬lah Teâlâ, bununla, idareciler içinde kendisine itaatin vâcib olmaya¬cağı kimselerin de bulunabileceğine işaret etmiş ve bu: Aranızda herhangi bir konuda anlaşmazlığa düştüğünüz zaman, onu, Allah ve Rasûlü'ne götürünüz,'âyetiyle açıklamıştır."
Âyette, sanki şöyle denilmiş oluyor: "Eğer idarecileriniz, hakka uymazlarsa, onlara itaat etmeyin ve ihtilâfa düştüğünüz şeyi (hallet¬mek için) Allah'ın ve Rasûlü'nün hükmüne müracaat edin."
Îbnu'l-Kayyım (751/1350), demiştir ki: "Allah Teâlâ, kendisine ve Rasûlü'ne itaati emretti. Peygambere emrettiklerini, Kitab'a (Kur'ân'a) arzetmeksizin, bizatihi kendisine itaatin vâcib olduğunu bildirmek için 'Peygambere de itaat ediniz,' buyurarak 'itaat' emrini tekrarladı. Hz. Peygamber (s.a.v), bir emir verdiği zaman, o emir Kur'ân'da bulunsun bulunmasın, mutlak ve müstakil olarak kendisi¬ne itaatin vâcib olduğunu bildirdi. Çünkü O'na Kitab ve beraberinde benzeri değerde sünnet verilmiştir.
Allah Teâlâ, ulü'l-emre müstakil olarak itaati emretmedi. Aksi¬ne fiili hazfedip onlara itaati, Peygambere itaatin içinde emretti. Bu¬nunla onlara, ancak Peygamberin itaatine bağlı olarak itaat edilece¬ğini, onlardan, Peygamberin taatine uygun emir verene itaatin vâcib; onun getirdiği hükümlerin tersine emir verenlere hiçbir şekilde itaat etmenin gerekmeyeceğini bildirmiştir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.v), sahih hadislerinde şöyle buyurmuştur:
Yaratana isyanda, kula itaat yoktur:' [113] 'İtaat ancak hayırda olur.' [114]
İdareciler hakkında: 'Sizden kim, bir günahı emrederse, asla kendisine kulak verilmez ve itaat edilmez,' [115] buyurmuştur.
Hz. Peygamber (s.a.v)'e, başlarındaki komutan ateşe girmelerini emretmiş, ona girmek isteyen bazı kimseler kendisine haber verilince:
'Eğer ona girselerdi, bir daha ondan çıkamaz, Cehennemde de ondan kurtulamazlardı,' [116] buyurmuştur.
Halbuki onlar, ateşe, komutanlarına bir itaat olarak giriyorlar¬dı ve bu emre uymanın, kendilerine vâcib olduğunu zannediyorlardı.
Fakat onlar, yanlış ve noksan içtihad yaptılar, Allah'a isyan olan bir emre uymaya kalktılar, Rasûlullah (s.a.v)'tan o konuda bir emir gelmemesine ve dinde de bu iş yasak olmasına rağmen onlar, her konuda emre itaat gerekir, fikrine vardılar; böylece içtihadların-da hata ve acze düştüler. 'Bu yaptığımız, Allah ve Rasûlü'ne bir itaat midir, yoksa değil midir?' diye hiç araştırmaksızın, nefislerine azap etmeye ve onu helake kalkıştılar. Onlar, bunu bilmediklerinden de ol¬sa, emre itaat ediyoruz diye yaptılar. Sonunda, yukarıdaki tehditle karşılaştılar. Bunun yanında bir de Allah'ın, Peygamberiyle gönder¬diklerine apaçık ters düşen konularda, bir başkasına itaat eden kim¬senin hâlini düşün!..
'Sonra Allah Teâlâ, rnü'minlere -eğer imanlarında sâdık iseler-anlaşmazlığâ düştükleri şeyleri, Allah ve Rasûlü'ne götürmelerini emretti ve böyle yapmalarının, dünyada kendileri için daha hayırlı, âhirette de sonucun daha güzel olacağını bildirdi.'
'Bu âyet-i kerime, birçok şeye işaret etmektedir:
1- Mü'minler, bazen muhtelif konularda ihtilâf ve anlaşmazlığa düşebilirler; ancak bununla, imandan çıkmış olmazlar.
. 2- Âyet-i kerîme'de: 'Herhangi bir şeyde çekişmeye düşerseniz...' şeklindeki şartın, umumîlik ifade eden bir kelime ile zikredilmesi, küçük-büyük, açık-gizli, mü'minlerin anlaşmazlığa düştüğü herşeyi içine almaktadır. Şayet anlaşmazlığa düşülen şeylerin hükmü, Al¬lah'ın Kitabı'nda ve Rasûlü'nün sünnetinde açıklanmasaydı veya bunlar kâfi gelmeseydi Allah, onlara götürme emrini vermezdi. Çün¬kü Allah Teâlâ'nın, bir anlaşmazlık olunca, onu bu çekişmeyi halle¬demeyecek bir mercie götürmeyi emretmesi mümkün değildir.
3- Ümmet, dâvayı Allah'a götürmenin, O'nun Kitabı'na arzet-mek, Rasûlullah (s.a.v)'a götürmenin ise hayatta iken kendisine, ve¬fatından sonra da sünnetine arzetmek olduğuna icmâ etmişlerdir.
4- Allah Teâlâ, herhangi bir anlaşmazlık hâlinde, meseleyi Allah ve Rasûlü'ne götürmeyi, imanın bir gereği ve zarureti yapmıştır. Öyle ki, bu arz yapılmayınca iman da ortadan kalkacaktır. Bir şeyi gerektiren sebebin yok olmasıyla, ona bağlı olanın da yok olması gibi. Özellikle bu iki şey arasındaki mülâzemet ve gereklilik daha kuv¬vetlidir. Çünkü bu, iki taraflıdır. Onlardan birisi yok olursa, diğeri de ortadan kalkacak durumdadır.
Sonra Allah Teâlâ, meseleyi, Allah ve Rasûlü'ne arzetmenin, kendileri için daha hayırlı ve sonuç olarak da daha güzel olduğunu bildirmiştir." [117]
Allah, kendisine rahmet etsin; müellif, kitabında çok güzel pit ve çok doğru izahlarda bulunmuştur. Rasûlullah (s.a.v)'a itaati emreden âyetleri sunmaya devam edelim:
Allah Teâlâ, buyurmuştur ki: "Ey iman edenler! Sizi hayat ve¬ren şeye çağırdıklarında, Allah'a ve Rasûlü'ne icabet edin. Biliniz ki, muhakkak Allah, kişi ile kalbi arasına girer. Şüphesiz O'nun huzu¬runda hasredileceksiniz." [118]
"Biz, her peygamberi, -Allah'ın izniyle- ancak kendisine itaat edilmesi için gönderdik. Eğer onlar, kendilerine zulmettikleri zaman sana gelseler de Allah'tan bağışlanmayı dileseler, Rasûl de onlar için istiğfar etseydi Allah'ı çok fazla affedici, esirgeyici bulurlardı." [119]
"Peygamber size neyi verdi ise onu alıp yapın; sizi neden sakın¬dırdı ise ondan da sakınıp kaçın." [120]
"Kim, Allah'a ve Rasûlü'ne itaat ederse işte onlar, Allah'ın ken¬dilerine lütûflarda bulunduğu peygamberler, sıddîkler, şehidler ve sâlih kişilerle beraberdir. Bunlar ne güzel arkadaştır." [121]
"Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve doğru söz söyleyin ki Al¬lah, işlerinizi düzeltsin ve günahlarınızı bağışlasın. Kim, Allah ve Rasûlü'ne itaat ederse, büyük bir kurtuluşa ermiş olur." [122]
"Muhakkak ki sana bîat edenler, ancak Allah'a biat etmektedir¬ler. Allah'ın eli, onların ellerinin üzerindedir. Artık kim ahdini bo¬zarsa, kendi aleyhine bozmuş olur. Kim de Allah ile olan ahdine vefa gösterirse Allah, ona büyük bir mükâfat verecektir." [123]
"Biz, seni insanlara Peygamber olarak gönderdik, şahid olarak Allah yeter. Kim, Peygambere itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur. Yüz çevirene gelince, seni onların başına koruyucu ve gözetici gönder¬medik." [124]
İmam Şafiî (204/819), demiştir ki: "Allah Teâlâ, yukarıdaki son iki âyette, onların Hz. Peygamber (s.a.v)'e bey'atlarının kendine yapılan bey'at, ona itaatlerinin de kendine yapılan itaat olduğunu bildirmiştir." [125]
Yine Allah Teâlâ, buyurmuştur ki: "Kim, Allah'a ve Peygambe-ri'ne itaat ederse, Allah onu, altından ırmaklar akan cennetlere koya¬caktır. Onlar, orada devamlı kalacaklardır. İşte en büyük kurtuluş budur. Kim de Allah ve Peygamberi'ne isyan eder ve Allah'ın koydu¬ğu sınırları aşarsa, Allah onu, devamlı kalacağı bir ateşe sokar ve onun için alçaltıcı bir azap vardır." [126]
"(Ey müzminleri) Peygamberi, kendi aranızda birbirinizi çağırır gibi çağırmayın. İçinizden, birini siper edinerek (savaştan veya baş¬ka bir işten) sıvışıp gidenleri, muhakkak ki Allah bilmektedir. Bu se¬beple, O'nun emrine aykırı davrananlar, başlarına bir belâ gelmesin¬den veya kendilerine çok elemli bir azap isabet etmesinden sakınsın¬lar." [127]
"Kendisine doğru yol belli olduktan sonra, kim, Peygambere karşı çıkar ve mü'minlerin yolundan başka bir yola girerse, onu, gir¬diği yolda ve sapıklıkta bırakırız; âhirette de Cehenneme sokarız. O, ne kötü bir yerdir." [128]
"Kim, Allah'a ve Peygamberi'ne karşı gelirse, bilsin ki Allah, azabı şiddetli olandır." [129]
"Şu muhakkak ki Allah, kâfirleri rahmetinden kovmuş ve onla¬ra çılgın bir azap hazırlamıştır. Onlar, orada ebedî olarak kalacak¬lar, kendilerini koruyacak ne bir dost ne de bir yardımcı bulacaklar¬dır. Yüzleri ateşte eurilip çevrildiği gün, 'Eyvah bize! Keşke, Allah'a itaat etseydik. Peygambere de itaat etseydik,' derler." [130]
"inkâr edenler, Allah yolundan alıkoyanlar ve kendilerine doğ ru yol belli olduktan sonra Peygambere karşı gelenler, Allah'a hiçbir zarar veremezler. Allah, onların yaptıklarını boşa çıkaracaktır. Ey iman edenler, Allah'a itaat edin. Peygambere itaat edin. (İnkâr ve is¬yanla) amellerinizi boşa çıkarmayın." [131]