Bel'âm Kıssası ....
Hani derler ya, “Bir tutam ot deveyi yardan atlatır.” İsrailoğulları'nın ulularından Bel'âm'ın durumu işte bu deyişe tam uyar. Geçici dünyalıklar uğruna sahip olduğu irfan ve fazileti çiğnedi, iman ve ahlâk kaftanından sıyrıldı ve şeytana oyuncak oldu.
Eski çağlar... O dönemlere damgasını vuran Mısır'daki büyük imparatorluğun görkemli zamanları. Büyük krallar, tiranlar zamanı...
İnananları Firavun'un zulmünden uzaklaştımak , selametle tebliğ görevine devam etmek isteyen Musa a.s. için artık bir başka şehre gitme zamanı. Menzil Eriha , yani Kudüs. Ne var ki orası da başka zorbaların şehri.
Bu arada Firavun ölmüştür. Fakat Musa a.s.' ın maiyetinde bulunan bazı kimseler onun öldüğüne bir türlü inanamıyorlar, cesedini görmeden yolculuğa devam etmek istemediklerini söylüyorlardı. Bunun üzerine Musa a.s. Cenab-ı Mevlâ'ya niyazda bulunmuş, O da Firavun'un iş işten geçtikten sonra kapandığı secde halindeki cesedini onlara göstermişti.
Firavun ve firavunluk
Firavun… Türkler nasıl hükümdarlarına han ya da hakan, Bizanslılar Kayser, İranlılar Kisrâ diyorsa, eski Mısırlılar da Firavun demiştir. Fakat firavun kelimesi bir kral lakabı olmaktan öte manalar taşır. Kibir ve gurur anlamına gelen “ fer'ane ” ya da “ tefar'ane ” fiilinden türemiştir ki, sapma, saptırma, bozma ve bozulma, zarara uğratma manalarını da içerir. Bu sebeple zaman içinde her zalim, sapkın ve mütekebbir için kullanılan bir sıfat olmuştur. “Her Musa'nın bir firavunu ve her İbrahim'in de bir Nemrut'u vardır” sözü buradan gelmiştir.
Kur'an-ı Kerim'de ismi söz konusu olan Firavun, Mısır halkının tanrı olarak tapındığı Ra'nın yeryüzündeki bir temsilcisi sayılan ve “güneşin oğlu” diye çağrılan bir ya da birkaç şahıstan ziyade, bir örnek, bir karakterdir. O, ister Hz. Musa a.s.' ın doğduğu sırada Mısır'ı yöneten ve O'nu sarayında büyüten II . Ramses , isterse de Hz. Musa'nın risaletle görevlendirildiği dönemde iş başında bulunan Ramses'in oğlu Mineftah olsun; Kur'an , bize Firavun kıssasını veya Firavun'un şahsını değil “ Firavunî ” şahıs ya da toplumların temel özelliklerini anlatmaktadır.
Aslında Firavun bir semboldür. Zulmün, haksızlığın, baskının; hasılı tek Allah'ı kabul etmemenin, ilâhlık davasının sembolüdür.
‘Onlar varsa biz yokuz'
Biz Hz. Musa a.s.'ın yolculuğuna dönersek, “zorbaların şehri”ne yapılan yolculuk uzun, yorucu ve imtihanlarla dolu bir seferdi. Yolculuk sırasında Musa a.s.'ın kavmi oradan gelen korkutucu haberleri işitmişler ve Hz. Musa'ya:
- “Ey Musa! Orada zorba, zalim bir kavim var. Onlar çıkmadıkça biz kesinlikle şehre girmeyiz, demişlerdi. Eğer çıkarlarsa hemen gireriz.” dediler.
“(Bu arada Musa'nın ashabı içinde bulunan ve Allah'tan) korkanlardan ve kendilerine nimet bahşedilen iki zat (Yûşâ ve Kâlib): Bizler Allah'a güvenirsek karşımızda kimse duramaz.” (Maide, 22-23) dedilerse de, kararlarını değiştiremedi. Cenab-ı Allah da peygamberi ile yolculuğa devam etmek istemeyen bu insanlara kırk yıl Tih çölünde kalma cezası verdi. Bu süre içerisinde Tevrat tamamlandı.
Tih çölünde geçen kırk yılın ardından, Musa a.s. bir grup askerle birlikte Yûşâ'yı ve Kâlib b. Yufennâ'yı öncü kuvvet olarak gönderdi. Nihayet Eriha'ya geldiler. Durumu gören Eriha halkı, içlerinden duası çok kabul olunan Bel'âm b. Bâûra'ya başvurdu:
- Musa ve beraberinde gelen İsrailoğulları bizi öldürmeye geldiler. Ne olur, onların aleyhinde beddua et, diye ısrarla ricada bulundular.
Bel'âm diye biri
Bel'âm fazilet ve marifet sahibi bir zat idi. Rivayetlere göre tam dört yüz yıl gece gündüz Cenab -ı Hakk'a ibadet etmiş, yine rivayetlere göre Allah Tealâ'nın vahdaniyetine dair yedi yüz kitap telif etmişti. Ayrıca Allah'ın en büyük ismi olarak bilinen İsm -i Azam'ı biliyor, bu isim hürmetine yaptığı her dua kabul olunuyordu. Bel'âm onlara dedi ki:
- Yanlarında melekler bulunan bir peygambere ve ona inanan müminlere beddua etmek olur mu?
Fakat ısrarla onu bu işe çekmek isteyenlerin çabaları sonunda netice verdi. Karısına onu kandırması için birçok hediyeler verdiler. O da bir yolunu bulup, Bel'âm'ı beddua etmesi gerektiğine inandırdı.
Bel'âm İsrailoğulları'nı görebileceği yüksek bir tepeye çıktı. Onlara doğru yöneldi ve bedduaya başladı. Her yaptığı beddua kendi aleyhine dönüyor, bunu itiraf ediyor, fakat bir türlü vazgeçmiyordu. Nihayet o hale geldi ki, beddua eden dili uzadıkça uzamış, ağzına sığmaz olmuş, köpek gibi solumaya başlamıştı. Artık İsm -i Azam duasını da okuyamıyordu, çünkü unutturulmuştu.
Bel'âm'ın bu durumu ayet-i kerimede şöyle anlatılır:
“(Ey Muhammed!) Onlara (sana inanmayan yahudilere ) kendisine ayetlerimizden bir takım hikmetler verdiğimiz ve fakat onlardan sıyrılıp çıkan, o yüzden de şeytanın takibine uğrayan ve sonunda azgınlardan olan kimsenin haberini oku.
Dileseydik elbette onu bu ayetler sayesinde yükseltirdik. Fakat o dünyaya saplandı ve hevesinin peşine dü ş tü . Onun durumu tıpkı köpeğin durumuna benzer: Üstüne varsan da dilini çıkarıp solur, bıraksan da dilini sarkıtıp solur. İşte ayetlerimi yalanlayan (onları hiçe sayan her) kavmin durumu böyledir. Kıssayı anlat; belki düşünürler.
Ayetlerimizi yalanlayan ve kendilerine zulmetmiş olan kavmin durumu ne kötüdür!” ( A'raf 175–177)
Deveyi yardan atan bir tutam ot
İşte Bel'âm'ın acıklı hikâyesi. Hani derler ya, “Bir tutam ot deveyi yardan atlatır.” İsrailoğulları'nın ulularından Bel'âm'ın durumu işte bu deyişe tam uyar. Geçici dünyalıklar uğruna sahip olduğu irfan ve fazileti çiğnedi, iman ve ahlâk kaftanından sıyrıldı ve şeytana oyuncak oldu. Ne hazin !.. Mevlânâ'nın dediği gibi:
“Ten ağacına kurt düştü. Onu söküp ateşe atmak lâzım. Yolcu, kendine gel kendine! Vakit geçti, ömür güneşi ikindiye indi. Bu iki günceğizinde olsun, kuvvetin varken kocalığını hak yoluna sarf et. Elinde kalan şu kadarcık tohumu olsun ek de bu iki anlık müddetten uzun bir ömür bitsin. Bu aydın çerağ sönmeden kendine gel de hemen fitilini düzelt, yağını tazele. Yarın yaparım deme, nice yarınlar geçti. Ekin zamanı tamamıyla geçmesin, uyanık ol! Nasihatimi dinle…”
İşte Bel'âm … Dünyevî çıkar ve hesaplar için Allah'ın dinine aykırı düşen bir ilim adamı... Zulmün, haksızlığın, baskının sembolü nasıl Firavun ise, insanları “Allah adını kullanarak”' aldatan, hevâ ve heveslerini tatmin için tevhid akidesini tahrip eden ilim adamları da Bel'âm'dır . Yani Allah adını kullanarak aldatan, Kur'an'daki ifadeyle “köpek sıfatlı” kimselerin ortak ismi Bel'âm'dır . Bu sıfattaki kimseler, Allah'ın indirdiği hükümlerin bir kısmını kabul, bir kısmını çeşitli bahanelerle geçiştirirler.
İmam Rabbanî k.s.' nin de bu hususta bir uyarısı vardır: 33. Mektup. İmam Rabbanî Hazretleri bu mektubunda, dünya muhabbetinin esiri ve şöhret tutkunu olan alimleri kınamış, Allah katında çok değerli olan ilimlerini dünyevî ihtirasları ve menfaatleri uğruna kullandıklarından dolayı onları “zararlı, kötü alimler” diye nitelendirmiştir.
Şeytanı işsiz bırakmak
İlim rütbesi gerçekten çok büyük bir rütbedir. Alimlerin Allah katında ne kadar akıymetli olduğuna hiç şüphe yoktur. Kur'an–ı Kerim'de “Kulları içinde Allah'tan hakkıyla ancak alimler korkar.” ( Fâtır , 28) buyrularak, Allah Tealâ'nın ilme ve alime ne derece önem verdiği tek bir ayetle vurgulanmıştır. Bir hadis-i şerifte de, “Kıyamet günü alimlerin mürekkebiyle şehitlerin kanları tartılacak, alimlerin mürekkebi daha ağır gelecek.” buyrularak yine ilmin kıymetine işaret edilmi ştir.
Böylesine yüksek makamlar sahibi olan, uykuları dahi ibadet olarak kabul gören alimler , şayet ilimlerini dinin yücelmesi için değil de isimlerinin ön plâna çıkması veya birtakım dünyevî menfaatler için kullanır, dini tahrif etme yoluna giderlerse akıbetleri nice olur?
İlmine, ibadetine, zikrine güvenen, karşılığını bekleyerek amel eden yolda kalır. Ancak Allah'ın sapmaktan, saptırmaktan koruduğu bir Musa'ya karşılık beklemeksizin teslim olan güvende olur. Bel'âm'ın kendisine nice olağanüstünlükler elde ettiren ilmi, ibadeti, yine onun mahvına yol açtı. Halbuki gözünü yücelere dikmeden Musa'ya teslim olsaydı, Musa onun hakkında en hayırlı olanı yapar, ebedi saadetine vesile olurdu.
Dünyevî ya da manevi bir şeyler elde etme hırsıyla gayret edip yol göstericilere kulak asmayanlar, şeytanı işsiz bıraktılar. Bu hususta İmam Rabbanî k.s.' nin mektuplarından birisinde naklettiği bir hikaye şöyledir:
Büyüklerden biri şeytanı avare avare otururken görmüş. Ona böyle boş oturmasının hikmetini sormuş. Şeytan şöyle cevap vermiş:
- Bu zamanın kötü alimleri işimde bana çok büyük destek sağladılar. Benim yerime insanları saptırma işini onlar üstlendiler. Yapacak bir şey yok, bana da böyle oturmak düştü.
İnsan merak etmeden duramıyor, Bel'âm tiynetli bunca “alim”in icra-yı sanat eylediği bu devirde şeytan acaba ne yapıyor?