Medineweb Forum/Huzur Adresi

Go Back   Medineweb Forum/Huzur Adresi > ..::.PEYGAMBERLER-ASHAB-I KİRAM-ALİMLER.::. > Peygamberler-Ashab-ı Kiram-Alimler > Alimler(Rh)

Konu Kimliği: Konu Sahibi enderhafızım,Açılış Tarihi:  27 Aralık 2012 (12:52), Konuya Son Cevap : 27 Aralık 2012 (12:52). Konuya 0 Mesaj yazıldı

Yeni Konu aç  Cevapla
 
LinkBack Seçenekler Değerlendirme
Alt 27 Aralık 2012, 12:52   Mesaj No:1
Medineweb Emekdarı
enderhafızım - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:enderhafızım isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 5879
Üyelik T.: 28 Aralık 2008
Arkadaşları:32
Cinsiyet:Bay
Memleket:İst
Yaş:39
Mesaj: 3.185
Konular: 1383
Beğenildi:174
Beğendi:17
Takdirleri:216
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
evtx Hayatını İslama Adayan Âlim ve Müfessir: Ebu’l-A’la El-Mevdudi

Hayatını İslama Adayan Âlim ve Müfessir: Ebu’l-A’la El-Mevdudi


Dosya olarakda indirmenizi tavsiye ederim. hem arşivinizde bulunur hemde burada dipnotları eklemedim ama dosyada dipnotlarda mevcuttur..

Dosya Adı : Hayatını İslama Adayan Âlim ve Müfessir: Ebu’l-A’la El-Mevdudi
Hazırlayan : Muhammed İMAMOĞLU
Format : Docx
Boyut : 157 Kb


[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]

[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]

[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]





İslam dünyasında tefsir alanında önemli bir yere sahip olan, yüzyılımızın adını duyuran seslerinden biri olan Mevdudi ve onun Tefhimu'l-Kur'an isimli tefsiri içerisinde yer alan orijinal görüşleri Kuran’a dair okumalarda bulunanların daima dikkatini çekmektedir.

Mevdudi kendine has bir sistem ve üslupla pek çok müfessirin üzerinde durmakta zorlandığı konuları açık yüreklilikle dile getirmiş ve bu konuda da yaşadığı coğrafyada bazı bedeller ödemek durumunda kalmıştır. Ama kendisi ne pahasına olursa olsun Kur'an ve sünnet merkezli olarak oluşturduğu fikirlerini eserlerinde savunmaktan kaçınmamıştır.

Asırlar öncesinden çağlara ve sonsuza seslenen yüce kitap, çağrısını her dönem farklı ilim önderleri vasıtasıyla, bu kitaba tam anlamıyla muhtaç olan kitlelere ulaştırmaktadır. Amacı; evrensel mesajlarıyla bütün insanlığa, insanlığını ve kulluğunu hatırlatmak olan bu yüce kitabın nesiller ve toplumlarca anlaşılabilmesinin teşekkürünü bu ilim adamlarına borçlu olduğumuzu ifade eder hepsini rahmetle anarız. Mevdudi ve diğer bütün müfessirlerin Kur'an için yaptıkları çalışmaların, inananların düşünce ufuklarını fazlasıyla geliştirdiğini düşünerek Rabbe teşekkürler etmekle kalmayıp, bu çalışmaları tarihin tozlu raflarına terk etmekten sakınmak, okumak ve okutmak görevimiz olmalı…

Mevdûdî’nin yaşadığı dönem, halkı Müslüman olan ülkelerin sömürgelerden kurtularak kendi ulasal devletlerini kurma çabalarına şahit olmuştur. Genel olarak bu ülkelerde siyasî parçalanmışlık ve toplumsal çalkantı hâkimdir. Hindistan ve Pakistan’ın ayrılması da bu dönemde gerçekleşmiştir. Pakistan devletinin kurulması aşamasında yeni devletin hangi temeller üzerine inşa edileceği de yoğun tartışma konusu olmuştur. Bir alim ve gazeteci olarak Mevdûdî de bu tartışmaların içerisinde bulunmuştur. Onun yazılarının etkileri sadece Pakistan’la sınırlı kalmayıp Asya’da, Afrika’da, Orta Doğu’da, Avrupa’da, hatta Amerika’da yaşayan Müslümanlar üzerinde yoğun olarak görülmüştür.
Türkiye Müslümanlarının evrensel İslami hareketle karşılaşmaları 1960’lı yıllarla olmuştur. Bu dönemde Seyyid Kutub ve Mevdudi gibi İslami kişilerin kitaplarının çevirisi ile İslami hassasiyeti olan kişilerin zihinlerinde değişiklik başlamıştır. Seyyid Kutub ve Mevdudi’nin yanı sıra Hasan El Benna, Fethi Yeken, Said Havva gibi İslami mücadele veren kişilerin çok sayıda kitabı Türkçeye tercüme edilerek basılmıştır. Bu kitaplarda akaidi konuların yanı sıra özellikle Darül Harb-Darül İslam, Cihat, Tağut, Belam, Hicret, Biat ve benzeri kavramlar üzerinde genişçe durulmuştur.
Mevcut İslami anlayış ile tercüme yolu ile gelen anlayışın karşılıklı etkileme sürecinde İslami kesim millilik üzerinde kurulu söylemini ümmet kavramı üzerinde geliştirmeye başlayıp, asli kaynaklara dönülmesi (Kur’an, Sünnet ve Sahabe anlayışı) yaklaşımı gündeme gelmiştir. Bu süreçte özellikle Mevdudi, ve Seyyid Kutub’un eserleri, Türkiye Müslümanlarının itikadi, ahlaki, siyasi ve iktisadi boyutlarıyla İslam`ı bir bütün olarak anlamalarına büyük katkıda bulunmuştur.
Bunu hazmedemeyen çevrelerce Türkiye’de Mevdûdî ve Seyyid Kutub geleneğe düşman, mezhepsiz, hadisi reddeden, kişiler olarak lanse edilmiştir. Konumuz olan Mevdudi hakkında bakınız Necip Fazıl Kısakürek, neler demiş: ” Merdudi ismini taktığımız Mevdudi, İslamda İhya Hareketleri isimli eseriyle İslam'da imha hareketinin temsilcilerinden biri…Çağdaşımız... İşi gücü, Sünnet Ehli büyüklerine çatmak... Gördüğü sert tepki üzeri¬ne eserinin ikinci baskısında birtakım yumuşama alametleri göstermeye çalıştıysa da, çürük madeni hep aynı... Gerisi ci¬la... Cemalettin ve Abduh'a hayran... İbn-i Teymiyye'ye ise kara sevdalı...«Sana nasıl geliyorsa öyledir!» hesabı, her zaman ve her türlü içtihada yer verme, ve ortalığı kargaşalığa verdiklerini iddia ettiği Sünnet Ehli alimlerini kötüleme...” N.F.Kısakürek’in bu cümlelerinden sonra bazı muhafazakâr çevrelerce Mevdudi, reddolunmuş anlamında Merdudi diye anılmaya başlanmıştır.
Türkiye Gazetesi grubunun öncüleri daha da ileri gitmiş, hayatını kafirlerle ve emperyalistlerle mücadeleye adayan Mevdûdî hakkında ”Hindistan’daki dinde reformculardan, İngiliz casusu Ebülula el Mevdudi İskoç masonu idi.” diyebilme cüretinde bulunabilmişlerdir.
Mevdudi hakkındaki bu çirkin ve yakışıksız yaftalamalara karşı Mevdudi’yi savunan insaf ehli Türkiyeli Müslümanların tabi ki çabaları olmuştur. Nitekim İstanbul’daki Medeniyet Derneği, 6 Haziran 2009’da Uluslararası Mevdûdî Sempozyumu düzenlemiş, alanında uzman birçok araştırmacı, yazar ve akademisyen, Mevdûdî'yi farklı yönleriyle ele almışlardır.
Mevdudi hakkındaki bu aydınlatıcı sempozyumdan sonra da bu suçlamaların arkası maalesef gelmemiştir. Bunun en son bir örneği sistem muhalifi söylemleriyle maruf Fikret Başkaya isimli bir yazar tarafından gündeme getirildi. “Yeni Paradigmayı Oluşturmak” adlı eserinin 272.sayfasında yazar şu iddiada bulunuyor: “Ve politik İslam, İngiliz kolonyalizminin hizmetindeki oryantalistler tarafından Hindistan için ve Hindistan’da peydahlanmış, Güney Hindistanlı bir Müslüman Şeyhi olan El-Mewdudi tarafından da piyasaya sürülmüştü. Şeyh Ebu El- Ala El-Mewdudi, 1941 yılında Cemaat-i İslami adında bir siyasi parti kurdu ve Hindistan parçalanıp, Hindistan ve Pakistan olarak ikiye bölününce, amaç hâsıl olununca da [1947] Pakistan’a yerleşti. El-Mewdudi Türkiye’deki politik İslamcıların başlıca fikir babalarından biridir. Diğeri de İhvan-ı Müslimin’in [Müslüman Kardeşler] örgütünün teorisyeni, Mısırlı Seyyid Kutub’dur.
Oryantalistler tarafından peydahlanıp, El-Mewdudi tarafından politik bir söyleme dönüştürülen söz konusu İslami öğreti; inançlı Müslümanlar ancak bir İslam devletinde yaşayabilir. Başka bir deyişle; Müslüman’ların, dinin devletten ayrı olduğu bir rejimde yaşaması mümkün değildir. İslam, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrıldığı laik bir rejimle bağdaşmaz… Eğer Mewdudi’nin tezine itibar edilirse, o zaman Hıristiyan dünyasındaki durumu açıklamak mümkün olmazdı. Hıristiyanlık da bir din olduğuna göre ve dinler de son tahlilde birer ideolojiden başka bir şey olmadığına göre, Hıristiyanlık için geçerli olanın Müslümanlık için de geçerli olmaması için bir neden olabilir mi?

İslamı bilmediği, Mevdûdî ve Seyyid Kutup’u ise hiç tanıyamadığı belli olan Fikret Başkaya ‘nın zikrettiğimiz eseri üzerine Genç Birikim dergimizin Haziran 2011 sayısında, Celal Sancar imzalı bir kitap tanıtım ve değerlendirme yazısı kaleme alındığını gördük ve yazıyı merakla okuduğumuzda mezkur iddianın orada da nakledildiğini ve genel bir cevap dışında bir itiraza uğramadığını üzüntüyle müşahede ettik.

Eserleriyle yüzyılımıza ışık saçan Mevdudi hakkında siz okuyucularımızın sağlıklı bilgi edinebilmesi maksadıyla bu yazımızı hazırladık.Tevfik Allah(cc)’dandır.

A. SEYYİD EBU’L-A’LÂ EL-MEVDÛDÎ’NİN HAYATI
20. asrın büyük dava ve ilim adamlarından olan Mevdûdî, 3 Recep 1321 (25 Eylül 1903) ’de Hindistan’ın Haydarâbâd eyaletine bağlı Evrengâbâd kasabasında doğdu. Babası Delhi’nin saygın eşrâfından avukat Seyyid Ahmed Hasan ( 1855-1920)’dır. Annesi Rukiye Begüm ise Orta Asya’dan Hindistan’a göç eden Türk asıllı bir ailenin kızıdır.

Kendisine, dedesi Ebu’l-A’lâ’nın adı verildi. Hz. Hüseyin’in soyundan geldiği için Seyyid Ebû’l-A’lâ olarak anıldı. Mevdûdî, Seyyid Ahmed Hasan’ın beş çocuğundan en küçüğü ve ikinci evliliğinden olan ikinci oğlu olarak dünyaya geldi. Mevdûdî, dînî atmosferin yoğun olarak yaşandığı bir evde doğdu. Dindar olan anne-babası Seyyid’in yetişmesi, dînî terbiyesi, ders ve eğitimi için büyük özen gösterdiler. İlköğrenimine avukat olan babası Seyyid Ahmed Hasan’dan Farsça, Urduca, Arapça, mantık, fıkıh ve hadis ilimleri alarak başladı. İlk düzenli okul hayatına 1914’te on bir yaşında nispeten iyi eğitim veren Medresetü’l-Fevkâniyye’de başladı ve 1915’te Haydarâbâd’da sürdürdü. Liseyi dışardan bitirdi. Dinî eğitimi sarf ve nahiv, ma’kûlât, ma’ânî ve belâğat dersini Delhi’de sabah namazından önce Mevlânâ Abdusselâm Niyâzî’den aldı.

İlimde, irfanda ve edebiyatta ideal bir eğitim alan Mevdûdî, ailesinin ve hocalarının çalışmalarını boşa çıkarmamış, özel kabiliyeti ve gayreti sayesinde de kendisini en iyi şekilde yetiştirmiştir. Küçük Mevdûdî’nin en önemli özelliklerinden birisi de kitap aşığı olmasıydı. Ayrıca 1914 yılında Mısırlı düşünür Kasım Emin’in el-Mer’etü’l-Cedîde isimli eserini Arapçadan Urducaya çevirmesi, onun Arapçaya olan hâkimiyetini ve o yaşlardaki eğitim durumunu belirgin bir biçimde ortaya koymaktadır.
1918’de Delhi’ye taşınarak burada ağabeyinin yanında çeşitli dergilerde yazılar yazmaya başladı. 1920’li yıllarda Hindistan Hilafet Hareketi’ne katılan Mevdûdî, yazılarında çoğunlukla Müslümanların içinde bulunduğu kötü durumu ele aldı. O yıllarda meydana gelen Hindu-Müslüman çatışmaları onun fikir hayatında derin izler bıraktı. Mevdudî ilk eseri olan ‘el-Cihad fi’l-İslam’ı (İslam’da Cihad) yazdı. Bu kitabı yazma çabası İslam’ı anlamada Mevdudî'ye büyük bir netlik ve yoğunluk sağladı.

Mevdûdî, Delhi’de 1928 yılına kadar çeşitli gazete ve dergilerde yazılar yazdı ve editörlük görevlerinde bulundu. Ayrıca birisi Arapçadan, diğer üçü de İngilizceden olmak üzere dört kitap tercüme etti.1928’de Haydarâbâd’a dönen Mevdûdî, 1932 yılında, vefatına kadar onun fikirlerin yayılmasında önemli bir işlevi olan Tercümânü’l-Kur’ân dergisinin editörlüğünü üstlendi. Mevdûdî, 1937 annesi tarafından akrabası olan Mahdume Begüm’le evlendi. Bu evliliklerinden dokuz çocukları dünyaya geldi. Yine aynı yıl Muhammed İkbal’in daveti üzerine Doğu Pencâb’a gelerek 1939 yılına kadar buradaki İslâm Araştırma Merkezi (Dâru’l-İslâm)’nin kurulması ve faaliyetlerinin yürütülmesi çalışmalarına katıldı.

Ülkenin İngiliz işgâlinden kurtulmasını savunan Cem’iyyet-i Ulemâ-i Hind ile Müslümanların bağımsız bir devlet kurmasını savunan Muhammed Ali Cinnah’ın öncülük ettiği Hindistan Müslümanlar Birliği’ne mesafeli duran Mevdûdî, kendisiyle benzer düşünceleri paylaşan âlim ve aydınlarla 25 Ağustos 1941’de Lahor’da Cemâat-ı İslâmî teşkilatını kurdu. Hükümetin politikalarını eleştirmesi ve teşkilatın görüşlerini ülke çapında bir kampanyaya dönüştürmesi sonucunda Mevdûdî ve teşkilatın önde gelenleri, 1948’de tutuklandı. 1950’de serbest bırakılan Mevdûdî, faklı görüşlerdeki İslâmî grupları Karaçi’de bir araya toplayarak onların, kendisi tarafından ortaya koyulan İslâm devletinin ilkeleri hususunda anlaşmaya varmalarını sağladı.1953’te Pencap’ta düzenlenen Kâdıyânîlik karşıtı gösterileri kışkırttığı gerekçesiyle askerî mahkeme tarafından ölüm cezasına çarptırıldı. Kamuoyundan ve dünyanın çeşitli yerlerinden gelen baskılar sonucu, cezası önce sivil mahkeme tarafından ömür boyu hapse çevrildi, ardından da yüksek mahkemede beraat etti (22 Nisan 1955)

24 Haziran 1956’da hac yolculuğuna çıkan Mevdûdî, Beyrut ve Dımaşk’ta İhvân-ı Müslimîn önderleri ve bazı âlimlerle de görüştü. 1959’da, yazmakta olduğu tefsir için bilgi toplamak ve Kur’ân’da adı geçen yerleri görmek üzere Suudî Arabistan, Suriye, Ürdün ve Mısır’ı kapsayan üç aylık bir yolculuğa çıktı. Bu seyahati Sefernâme-i Arzı’l-Kur’ân adıyla kitap haline getirildi.

Mevdûdî, 1972’de sağlığının bozulması yüzünden cemaatin liderliğini Miyan Tufeyl Muhammed’e bıraktı. Tedavi görmek maksadıyla Mayıs 1979’da oğlunun tabip olarak çalıştığı Amerika Birleşik Devletleri’ne giden Mevdûdî, bir dizi ameliyatın ardından 22 Eylül 1979’da vefat etti. Naaşı Pakistan’a götürülerek 1 milyondan fazla insanın katıldığı cenaze namazının ardından, Lahor’daki uzun süre ikâmet ettiği evinin bahçesine gömüldü. Dünyanın çeşitli bölgelerinden temsilcilerin de katıldığı cenaze namazını Dr. Yusuf el-Karadâvî kıldırmıştır.

Mevdudi’nin vefatından sonra ardından ilim ehli bazı alim ve davetçilerin görüşlerini nakledelim:

Şeyh Ebul Hasan Nedevi diyor ki: “Müslüman genç nesli Mevdudi gibi etkileyen bir kişi daha tanımıyorum. Davetini ilmi esaslar üzerine kurmuştu. Siyasi davaların, sömürgeciliğin üzerine kurulduğu esaslardan çok daha sağlam çok daha metindi. Yazıları ve araştırmaları batı medeniyetinin tabiatını tanımaya yönelikti. Hayat felsefesi ve yorumu ilmi idi. Onun gibisi bu zamanda az bulunur. Dini, İslam’ın yaşam tarzını ve medeniyetini, siyasi hikmetini, toplum ve hayatı şekillendirme tarzını açıklamıştır. İslam’ın beşeri toplumlar ve insani gidişata dair önderliğini ilmi, sağlam bir üslupla, modern bir dille, ortaya koymuştur. Onun tarzı uzun zamandan beri İslami edebiyatta var olan boşlukları doldurmuştur. İslam ahlâkı, İslami yaşam tarzı ve akidesiyle Müslüman gençlikteki “yetersizlik” duygusuyla mücadele etmiştir. Yazdığı yazılar bu gençlerin İslam’ın salahiyeti ile modern asra ayak uydurmalarında ve kendine güvenlerinin geri dönmesinde çok etkili olmuştur.”

İhvan-ı Müslimin’in mürşitlerinden Ömer Tilmisani, Hasan El Benna ve Mevdudi’nin İslami davet metodlarını karşılaştırırken şöyle diyor: “Şüphesiz her ikisi de eşsiz bir kuşağın imamlarıdırlar. Çünkü davalarındaki bütün metodların, üslupların, bilgilerin kaynağı Kuranı Kerim ve Resulullah (s.a.v)’dır. Görüşlerini falanca filozoftan veya filanca kitaptan almamışlardır. Okulları İslam davetine leke sürebilecek olan bütün anlayış ve düşüncülerden olabildiğince uzaktır. Hasan El Benna’nın karşılaştığı bütün sıkıntı, saldırı ve eziyetlerin aynısına İmam Mevdudi’de maruz kalmıştır. Adeta ikisi söz birliği etmiş gibidirler.”
Çağımızın büyük alimlerinden Dr. Yusuf el-Karadavi diyor ki: “… Islahatçı müfekkir. Aynı zamanda toplum doktoru. Basireti ile ümmetin dertlerine uygun ilaçlar sunuyor. Derinlere dalıp sebepleri anlamaksızın sonuçlara göz gezdirmekle yetinmiyor. Hastalığı tespit ettiği zamansa içerdeki mikrobu yok etmeden sadece yüzeysel iyileşme sağlayacak merhem vermekle kalmıyor. Hastalığın kökünü kurutmadan, acıyı kısa süreliğine dindirecek çareler sunmuyor. Bu noktada Mevdudi ümmet için onun hastalığının hakikatini, mikrobun aslını bilen deneyimli bir doktordur. İmam Ebul Ala Mevdudi’nin önceliği modern cahiliyye ile savaşmak, insanları tam anlamıyla ibadete ve dine, sadece Allah’ın hâkimiyetine boyun eğmeye, konumu ve misyonu ne olursa olsun -ister aydın, ister siyasi lider- yaratılmış birinin hâkimiyetini reddetmeye döndürmektir. Toplumsal, ailevi, ferdi, şahsi, iktisadi ve medeni hayatta batı fikrini reddeden, devrimci ve değişimci bir metod izleyen İslami hareket inşa etmektir. Bu düşüncesini bütün kitaplarında ve araştırmalarında ortaya koydu. Çalışmaları onun İslam’a davet ve yenilik felsefesini ifade ediyordu. Böylece söz konusu hareketi inşa etmek ve yaymak için cemaatini kurdu.””
Abdullah el-Akîl şöyle demekte: “Allame Mevdudi çağdaş İslam sancaklarından, mütefekkirlerinden, davetçilerinden biridir. Allah Teâla ona hikmet, ileri görüşlülük, derin kavrayış, ilmi basiret, olayları teemmül, fikirler ve durumlar üzerine geniş çaplı çalışma, bilgi kaynaklarını inceleyerek güvenilir olanları ayırt edebilme, batı medeniyetinin faydalı taraflarını alıp zararlı taraflarını reddetme, İslam’ı hayatın her alanındaki sorunlar için bir çözüm olarak sunabilme kabiliyeti bahşetmiştir. Şehit İmam Hasan El Benna’nın metodu da işte buydu. İlmi yöntemleri kullanarak müslüman kardeşimizi İslami yöntemlere uygun olarak şekillendirirdi.”
Mevdudi'nin yanında yetişmiş Prof.Dr. Ahmed Enis’de şöyle demekte: “Mevdûdî’nin doğduğu yıllarda Müslümanlar yenilgi psikolojisi ve batıya karşı ‘özür dilemeci’ bir tavır içindelerdi. Müslüman âlimlerin bir kısmı İslam’ın Hıristiyanlığa yakın olduğu gibi söylemlere başvururken, bir kısmı da; namaz, zekât gibi 5 şartla cennete gidilebileceğini söyleyerek sadece bu ibadetler üzerinde durdular. Ancak Mevdûdî, dinin, namazın, zekâtın ne anlama geldiğini ve bu ibadetlerin hakikatinin ne olduğunu ortaya koymaya çalışarak, tevhidin bu ibadetler üzerinden anlatılması için uğraşıyordu. Allah’ın sadece caminin değil aynı zamanda caminin dışında da, ekonominin, siyasetin, sosyal hayatın da Rabbi olduğunu anlatmaya çalıştı. “Kur’an’da Dört Terim” adlı eseriyle, Kur’an’ın ve İslam’ın daha iyi anlaşılmasını sağlayacak ilah, rabb, din ve ibadet kavramlarının hakiki anlamda anlaşılabilmesi için uğraştı.”
B) GENEL GÖRÜŞLERİ:

Temsil ettiği fikri gelenek itibariyle Mevdudi, kendisinden önce yaşamış dini ve siyasi alandaki muhtelif önderlerin izlerini taşımaktadır. Kur’an-ı Kerim’i ve Sünnet’i yorumlamada İmam Ebu Hanife’yi takip ederken, Müslümanların özgüvenini kazanması, İslami devlet özlemi, diriliş çağrısı ve ihyacılık gibi konularda, birlikte çalıştığı Muhammed İkbal’in izleri görülür. Klasik literatürü yeniden değerlendirirken fıkhî bakış açısından yararlanılması gerektiği fikrinde Şiblî-Nu’mânî onun rehberi olmuştur. Yine teorik bağlamda bile olsa, Mevdudi’nin Kuran’a ve sünnete dönme çağrılarında ise, İbn Teymiyye’nin ve Muhammed b. Abdulvehhab’ın selef esasına dayalı anlayışının izleri görülür.Mevdudi, ilk bakışta farklı özellikleriyle temayüz etmiş bulunan bu düşünce önderlerinden de istifade ile seçmeci bir orta yol geliştirmiştir.

Mevdûdî çalışmalarına İslam akîdesini yeniden ele alarak başlamıştır. Onun tevhid anlayışı bütün düşünce sisteminin kilit kavramıdır. Bu yüzden biz de ilk olarak onun tevhidi nasıl temellendirdiğini ele almayı uygun gördük. Mevdûdî, İslam akîdesini akılla izah etme ve rasyonelleştirme çabası içerisinde olmuştur. Her kesimden insana hitap eden ve anlaşılması kolay olan, Allah’ın varlığının ve birliğinin delillerinden biri olarak klasik kaynaklarda zikredilen ‘Nizam ve Gaye Delili’ Mevdûdî’nin başlangıç noktasıdır. Bu delile göre evrende hâkim olan ve mükemmel işleyen bir düzen vardır. Bu mükemmel düzenin tesadüfen meydana geldiğini söylemek akıl kârı değildir. Güneş, ay ve bütün kâinat bu düzene ister istemez boyun eğmekte ve kendileri için konulmuş olan kanunlara göre hareket etmektedir. Bu kanunların dışına çıkamazlar. Evrendeki bu düzeni koyan Hâkim’in birden fazla olması da düşünülemez. Eğer birden fazla hâkim olsaydı hiçbir zaman bu düzen kurulamaz ve devamı sağlanamazdı. Nasıl ki bir devletin birde fazla yöneticisinin, bir okulun bile birden fazla müdürünün varlığı kargaşaya sebep olursa, evrende de birden fazla hâkim’in olması kargaşa çıkmasına ve evrenin düzeninin bozulmasına neden olur. Bu yüzden evrenin tek bir hâkimi vardır. O da Allah’tır.

Mevdûdî evrenin tek yaratıcısı ve tek hâkiminin Allah olduğuna inanmanın tevhid inancını açıklamaya yetmediğini, ayrıca insanın soysal ve siyasal yaşamı üzerinde de tek hâkimin Allah olduğuna inanması gerektiği yönünde yeni bir tanımlama yapar. Bu şekildeki bir tevhid inancına göre Allah her şeyi yaratan, kâinatın düzenini elinde tutan ve aynı zamanda insanın sosyal ve siyasal tüm etkinliklerini belirleyendir. Allah tek hâkim otoritedir. Otoritesini hiç kimseyle paylaşmaz. Câhiliye Arapları Allah’ın var olduğunu, hatta bazıları bir olduğuna da inanmaktaydılar. Ancak, onların kabul etmediği şey Allah’ın siyasal hâkimiyetiydi.

Mevdûdî’nin teolojisi Allah’ın zat ve sıfatları etrafında değil, O’nun hâkimiyetinin neyi gerektirdiğini açıklama yönünde gelişmiştir. Mevdûdî Allah’ın varlığını ve birliğini dil ile ikrar, kalp ile tasdik etmenin hakikî Müslüman olmak için yeterli olmadığına inanır. Mevdûdî bu şekilde bir ikrara ‘kelime-i hâtibe’ demektedir. ‘kelime-i tayyibe’ ise Allah’ın varlığı ve birliğini tasdik ve ikrarın ötesinde, O’nun gönderdiği kanunların insanın tüm kişisel tercihlerinde olduğu gibi sosyal ve siyasal bütün alanlarında da tek hâkim belirleyici olarak kabul edilmesidir.

Mevdûdî buraya kadar yapmış olduğumuz izahlarda ilah kavramından; evrende var olan her şeyi yaratan; evrendeki düzeni kuran ve devam etmesini sağlayan kanunları koyan; insanların tüm ihtiyaçlarını karşılayan ve dualarına cevap veren güç ve otorite anlamını çıkarır. Ancak, aşağıdaki ayetlerden hareketle ilahın siyasî ve sosyal kanunların belirleyicisi anlamına geldiğini, asıl vurgunun ve üzerinde durulması gereken noktanın da burası olduğunu söylemektedir. Bu konuyla ilgili şu ayetleri aktarmaktadır: “Allah’ı bırakıp bilginlerini ve rahiplerini rab yerine koydular. Meryem’in oğlu Mesih’i de. Oysa kendisinden başka ilah olmayan o biricik ilaha, sadece O’na kulluk etmekle emrolunmuşlardı. Ortak koşa geldikleri şeylerden uzaktır O. (Tevbe 9/31) Hevâsını ilah edinen kişiyi gördün işte! Ona sen mi vekil olacaksın. (Furkan 25/43)

Ona göre bu ayetler, irade ve buyruklarına uyulan kişileri, iktidar sahibi liderleri ve insanların kendi nefislerini ilah edindiklerini izah etmektedir. Dolayısıyla emir ve talimatları din ya da yasa olarak kabul görüp itaat edilen gerçek kimseler ilah yerine konmaktadır. Dolayısıyla, ilah yerine konan şeyler sembolik olabileceği gibi, kendisinden daha üstün bir otorite tanımaksızın kanun yapanlar da olabilmektedir. Çünkü birilerini ilah ya da rab edinmenin ilk şartı bu kimselerin din ve yasa koyucu olarak, Allah’ın ne vazettiğine bakmaksızın bizatihi helal ve haram olanı tayin edici mevkide görmektir

Mevdûdî’ye göre evrende hâkim olan kuralları Allah koyduğu için evren uyum içerisinde ve “Müslüman olarak” varlığını sürdürmektedir. Evrendeki bu mükemmel düzen gibi toplumsal hayatta da şaşmaz bir nizam istiyorsak bu ancak Allah’ın otoritesini kabul edip, O’nun kanunlarına boyun eğmekle mümkündür.

Mevdûdî Dört Terim’i(ilah, rab, ibadet ve din) anlamlarını merkeze çekmiş ve Kur’an’ın tamamını bu yeni anlamlara hizmet edecek şekilde okumuştur. Hz. Adem’le başlayan vahiy ve peygamberlik sürecini ve insanın yaratılış gayesini ‘Allah’ın yeryüzündeki hâkimiyetini gerçekleştirme’ olarak değerlendirmiştir. İslâmî bir devletin kurulmasını dinin gönderiliş gayesi olarak ele almış ve insanı yeryüzünde Allah’ın siyasal egemenliğini kuracak halifeler olarak görmüştür.

Mevdudi’ye göre; Allah (cc), Hz. Âdem’i yarattıktan sonra tüm insanlıktan bir sadakat yemini almış ve onları kendisinin halifesi olarak yeryüzüne gönderdiğini bildirmiştir. O halde insan malik değildir, o sadece Allah'ın temsilcisidir ve kendisine gerçek Hâkim tarafından verilenler dışında hiçbir güce sahip değildir. Mevdudi, halife kavramıyla ilgili olarak ayetlerin ışığında bazı açıklamalar yapmış ve aşağıdaki şekilde yorumlarını dile getirmiştir.

"Gerçek şu ki, biz emanetleri göklere, yere ve dağlara sunduk da onlar bunu yüklenmekten kaçındılar ve ondan korkuya kapıldılar; onu insan yüklendi. Çünkü o, çok zalim, çok cahildir."(33/Ahzab:72) Burada "emanet" kelimesi, Kuran’a göre yeryüzünde insana verilen "hilafet" görevi yerine kullanılmıştır. İnsana isyan ve itaat etme seçeneğinin ve bu özgürlüğü kullanırken kendisine sayısız yaratık üzerinde hâkim olma yetkisinin verilmesi kaçınılmaz olarak insanın yaptığı hareketlerden sorumlu olmasını ve iyi amelleri için mükâfatlandırılıp, kötü amelleri için cezalandırılmasını gerektirir. İnsan bu güç ve yetkileri kendisi kazanmadığı gibi, bilakis bunlar kendisine Allah tarafından ihsan edildiği ve Allah'a bu güçlerin iyiye veya kötüye kullanılmasının hesabını vereceği için bunlar, Kuran’ın başka yerlerinde hilafet, burada ise emanet olarak tanımlanmıştır.”

Mevdûdî’nin kurguladığı devletin başarılı olmasında en önemli yeri halife almaktadır. Her bir ferdi Allah’ın halifesi konumundaki üyelerin toplum içerisinden en üstün nitelikleri kendinde toplayan kişiyi seçmelerini liderlik için çözüm olarak sunmaktadır. Bu devletin temelinde egemenliğin sadece Allah’a ait olması yatmaktadır. Şeriat insanlar arasında adaleti ve huzuru sağlayacak yegâne kanunlar olarak sunulmaktadır.

Mevdûdî, Dört Halife dönemini ideal İslâmî sistem olarak görmekte ve daha sonra Müslümanların kurdukları devletleri İslâmî olmadıkları gerekçesiyle eleştirmektedir. İslam Anayasasını oluşturacak kaynakları Kitap, sünnet, icma’ ve ictihad olarak sıralamaktadır. Sonsuz ilim ve kudret sahibi olan Allah’ın, insanlara göndermiş olduğu şeriatın da sonsuza kadar geçerli olacağı görüşündedir.

Mevdûdî bütün bu düşüncelerden hareketle İslâmi bir devlet modeli ortaya koymaya çalışmış ve bu amaçla uzun yıllar liderliğini yaptığı Cemaat-i İslâmî Partisi’ni kurarak düşüncesini hayata geçirmek istemiştir. Mevdûdî’nin düşüncelerinin etkilerini Mısır başta olmak üzere birçok ülkede ve Türkiye’de de görmek mümkündür.

C) ESERLERİ:

Mevdudi’nin on sekiz yaşında başlayan yazarlık hayatı vefatına kadar devam etmiştir. Bu zaman zarfında Mevdudi; dini, ilmi, içtimai, tarihi ve siyasi içerikli 120 kadar kitap ve risale neşretmiştir. Bini aşkın konferans vermiş; bunlardan 700 kadarının kayıtları mevcut olup bir kısmı neşredilmiştir. Mevdudi, eserlerinin neredeyse tamamını ana dili olan Urduca yazmıştır.

Mevdudi’nin, konuları itibariyle pek çok alanla ilgili olarak çalışmalar yürüttüğünü gösteren belli başlı eserleri şunlardır:

1. Tefhîmü’l Kur’ân (I-VI, Lahor1942–1972). Mevdûdî Tercümânü’l-Kur’ân’da 1942’den itibaren yayımlamaya başladığı Kur’ân-ı Kerîm tefsirini1972’de tamamlamıştır.

2. Tercüme-i Kur’ân-ı Mecid ma’a Muhtasar Havâşî (Lahor 1396).Türkçeye Durmuş Bulgur tarafından Tefhîmu’l-Kur’ân Meali başlığıyla tercümeedilmiştir (Konya 2003).

3. Kur’ân ki Çâr Bünyâdi Istılâhayn: İlah, Rab, İbadet, Din (Lahor 1941,1978; trc. Osman Cilacı-İsmail Kaya, Kur’ân’a Göre Dört Terim: İlâh, Rab,İbadet, Din, İstanbul 1987; Mahmud Osmanoğlu, Kur’ân’ın Dört Temel Terimi,İstanbul 2000).

4. Sünnet kî Â’inî Haysiyet (Lahor 1963). Mevdûdî’nin Tercümânü’l-Kur’ân’da Dr. Abdülvedûd adlı bir şahısla sünnet ve hadis inkârcılığı konusunda yaptığı tartışmaların kitap haline getirilmiş şeklidir. N. Ahmed Asrar tarafından Sünnetin Anayasal Niteliği (İstanbul 1997), Durmuş Bulgur ve Halid Zaferullah Daudi tarafından Sünnetin Anayasal Konumu (Konya 1997) başlığıyla Türkçeye tercüme edilmiştir.

5. Siret-i Server-i Âlem (I-II, Lahor 1979). Mevdûdî’nin hayatının sonlarında kaleme aldığı Hz. Peygamberin hayatına dair eseridir. Kitabı N.Ahmed Asrar, Tarih Boyunca Tevhid Mücadelesi ve Hz. Peygamberin Hayatı adıyla Türkçeye çevirmiştir (II-III, İstanbul 1983, 1985, 1992)

6. Resâil ü Mesâil (I-V, Lahor 1951–1965). Eseri Yusuf Karaca Meseleler ve Çözümleri (I-V, İstanbul 1989–1990). Mahmud Osmanoğlu ve A.Hamdi Chohan İtikâdî, İktisâdi, Siyasî, Sosyal ve Fıkhî Meselelere Fetvalar (I-IV,İstanbul 1992) adıyla Türkçeye tercüme edilmiştir.

7. Tecdîd ü İhyâ’i Dîn (Lahor 1360/1940,1952). İslâm’da İhyâ Hareketleri başlığıyla Halil Zafir tarafından Türkçeye tercüme edilmiştir. (Ankara1967).

8. Hilâfet aôr Mülûkiyyet (Lahor 1967). Ali Genceli tarafından Hilâfet ve Saltanat adıyla Türkçeye çevrilmiştir (İstanbul 1980).

9.Hukûku’z-zevceyn (Rampur 1957). Türkçe’ye İslâm’da Aile Hukuku: Karı-Koca Hakları adıyla çevrilmiştir. (trc. Memiş Tekin, Konya 1990)

D)TEFHÎMU’L-KUR’ÂN’IN GENEL TANITIMI

Bu bölümde hem üslubu hem de muhtevası bakımından bilinen anlamdaki tefsirlerden farklı olan; ülkemizde ve dünyanın birçok bölgesinde Müslümanlarca çokça okunup istifade edilen Mevdûdî’nin Tefhîmu’l-Kur’ân adlı muhalled tefsiri hakkında bilgi vereceğiz :

Mevdûdî, 1942 yılında başladığı Kur’ân-ı Kerîm tefsirini 1972’de tamamlamış
ve tefsirine yaklaşık 30 yıl 4 ayını harcamıştır. Başlangıçta Mevdudi’nin hedefi, bir tefsir yazmak değildi. Bu sebepten ilk ciltlerindeki açıklamalar kısa tutulmuştur. Zaman ilerledikçe bu notlar daha geniş olarak hazırlanmıştır. Mevdûdî ayrıca, bu tefsir çalışmasını sağlam bir temele oturtmak gayesiyle iki arkadaşını da yanına alarak Kur’ân’da geçen mekânları ve peygamberlerin yaşadığı yerleri görmek için üç aylık bir seyahate Hicaz, Arabistan, Mısır bölgesine gitmiştir.

Mevdudi, tefsirini Urduca diliyle yazmıştır. İslam Dünyası’nda büyük ilgi gören tefsir, kısa zamanda İngilizce, Arapça, Bengalce, Peştuca ve Türkçe’ye tercüme edilmiştir.

Mevdudî’nin tefsiri, tefsir tarihi uzmanları tarafından, tefsir türü bakımından İçtimaî Tefsir kapsamında ele alınmıştır. İçtimaî Tefsir, asnmızda yeni bir tefsir tarzı olarak kabul edilip bir çok müfessir tarafından uygulanmaktadır. Bu tarzla tefsir, kuruluk ve durgunluktan kurtarılmaya çalışılmıştır. Kur'ân'ın derin anlamı edebî bir üslûpla ele alınmış, nassların oluş, içtimaiyat ve tekâ¬mül kanunlanyla münâsebetleri incelenmiştir. Ekolün en belirgin özelliği, Kur'ân'ı tefsir ederken O'nun hidâyet yönünü tefsire konu edinmesidir. Kur'ân, toplum için inmiştir. Bu yüz¬den tefsir edilirken çağın toplumsal problemleri Kur'ân âyetleri¬nin ışığında çözüme bağlanmalıdır. Yani tefsirin konusu insan, İnsanın hidâyeti, toplumsal meseleler olmalıdır. Bu tarza "İçtimaî Tefsir Ekolü" denilmesinin nedeni budur.

İçtimaî Tefsir Ekolünü savunan alimlere göre tefsir, müslümanın günlük hayatını ilgilendiren meseleleri ele almalıdır. Çünkü Kur'ân'da yer alan bilgilerin önemli bir bö¬lümü insanın insanla olan ilişkilerine, bir başka ifade ile fert-toplum ilişkilerine aittir. Bu bilgilerin bir kısmının doğrudan, önemli bir kısmının da dolaylı olarak ele alınıp aktarıldığı gö¬rülmektedir. Nitekim Kur'ân'da insanın sosyal yapısından,aile nizamından, evlenme ve boşanmadan, muhtaçlara yardımdan, miras ve özel mülkiyetten, kabileler ve milletle¬rarası ilişkilerden ve farklılıklardan, yönetim biçiminin dayan¬dığı kurallardan, savaş ve barıştan ve daha pek çok sosyal konulardan bahsedildiği görülmektedir.

Mevdudî bu konuda der ki: “Kur'an'ın ele aldığı konu, ‘insan’dır. O, insanı felâha veya helâka götüren hayat tarzlarını anlatır.Kur'an'ın metni boyunca vurgulanan ana fikir, Hakk'ın açıklanması ve buna dayanan Doğru Yol'a davettir. Kur'an, gerçeğin, (Hakk'ın) , Allah'ın, Hz. Adem'i (a.s) halife tayin ettiğinde kendisine vahyettiği ve O'ndan sonra gönderdiği diğer bütün peygamberlere vahyettiği gerçek (Hakk) olduğunu ve bütün peygamberlerin aynı Doğru Yol'u öğrettiklerini bildirir. İnsanlar tarafından bu Hakk'a aykırı olarak, Allah, insan, evren, insanın Allah'la ve diğer yaratıklarla ilişkisi hakkında icat edilen tüm teoriler yanlıştır ve bunlar üzerine kurulan hayat tarzı sonuçta insanı hüsrana götürür. Vahyin hedef ve gayesi ise, insanı Doğru Yol'a çağırmak ve cahilliği nedeniyle kaybettiği veya günahkârlığı nedeniyle yüz çevirdiği Hidayet'i onlara sunmaktır.”

Mevdûdî, tefsirin girişinde Kur’ân’ı serbest bir metot takip ederek anlaşılabilir bir dille aktardığını ifade eder.

Modern tarzda tefsir yazan son dönem âlimlerinden olan Mevdûdî’nin en dikkate değer özelliklerinden biri, Tefhîm’i yazarken belirli bir okuyucu kitlesini kendisine hedef olarak seçmesidir. Mevdûdî bu hususta tefsirinin önsözünde şöyle der: ” Kur'an-ı Kerîm'in tercüme ve tefsiri ile ilgili olarak dilimizde yeterince eser verilmiş olduğundan, bu sahada sırf sevap kazanmak gayesiyle yeni bir meal ve tefsir çalışmasına girilmesi, vakti doğru değerlendirmemek olur. Ancak bu sahada mutlaka bir çalışma yapılması gerekiyorsa, yapılacak çalışma daha önceki tercüme ve tefsirlerin eksik yönlerini tamamlamalı ve öncekilerin ele almadığı yönleri açıklamalıdır ki böylece Kur'an Talipleri Kur'an'ı anlamak isteyenler bu çalışmadan yararlanabilsinler.
Ben bu çalışmayı, Kur'an'ın anlaşılması yolunda daha önceden yapılmış olan tercüme ve tefsirlerde bazı yönlerin eksik kaldığını müşahede ettiğimden dolayı yaptım. Bir süredir aydınlarımıza Kur'an'ın ruhunu nasıl aktarabileceğimi ve onlara Kur'an'ın saf ve gerçek mesajını nasıl ulaştırabileceğimi düşünüyordum. Çünkü ülkemiz aydınları her geçen gün Kur'an'a daha çok yönelmeye başlamışlardır. Binaenaleyh bugüne kadar yapılmış olan tercüme ve tefsir çalışmalarının hâlâ bazı eksiklik ve zaaflara sahip olmaları dolayısıyla bu eksikleri gidererek, bu sahada aydınlarımıza bir hizmette bulunabileceğime inandım. İşte bu iki sebepten dolayı çalışmaya başladım ve sonuçta elinizde bulundurduğunuz eser meydana gelmiş oldu. Bu acizâne çabam, birkaç kişinin bile Kur'an'ı anlamasına yardımcı olursa bu benim için büyük bir mutluluk vesilesi olacaktır.

Tefhîm, iki bölümden oluşmaktadır: meâl ve açıklama notları (tefsir). Müellif her
sûreye, tercüme ve tefsire geçmeden bir giriş yazmış, bu bölümlerde sûrenin nüzûlünü, o dönemin şartlarını ve İslâm dâvetinin karşılaştığı zorlukları ele almıştır. Mevdûdî, tefsir bölümünde iki şeye dikkat çekmiştir: Okuyucunun kafasına takılabilecek, merak edebileceği hususların îzâhı ve okuyucunun dikkatinden kaçmış, ancak bilmesi gereken hususların beyânı.

Tefhîm’de kaynaklar ve bunların kullanımı, klasik ile modern dönem arasında geçiş sürecinin izlerini taşımaktadır. Tefhîmü’l-Kur’an kaynak eserler bakımından oldukça zengindir. Mevdudi, tefsirinde eski ve yeni İslami eserleri, diğer ilahi kitapları ve batı dünyasındaki kaynakları sıkça kullanmıştır. Tefhîmü’l-Kur’an’da klasik İslami kaynaklar geniş yer tutar. Özellikle tefsir ve hadis kitaplarından alıntılar yapıldığında bu eserlerin sadece ismi zikredilir. Kelimelerin açıklamasına da sıkça başvurulur ve bu noktada birkaç istisna hariç hiçbir eser ismi zikretmez. En çok kullandığı Tefsirler; İmam Taberi’nin Câmi’ul Beyân’ı, İbn Kesir’in Tefsiru’l-Kur’ani’l Azim’i, Alusi’nin Ruhu’l Meani’si ve İmam Cassas’ın Ahkamu’l Kur’an’ıdır.

Mevdudi çok sayıda hadis kaynağına müracaat etmiştir. İlk başvurduğu eserler arasında Buhari ve Müslim’in “ el-Camiu’s-Sahih” leri ile meşhur dört sünen kitapları ( Ebu Davut, en-Nesai, Tırmizi ve İbn Mace) basta gelir. Mevdudi’nin sıkça başvurduğu hadis kaynaklarından biride Ahmed b. Hanbel’in Müsnedi’dir.

Tefhimu’l Kur’an, gerek fıkıh kaynakları, gerekse fıkhi hükümleri bakımından da son derece zengindir. Tefsirde fıkhi konularla ile ilgili iki önemli husus dikkat çekmektedir. İlk olarak Mevdudi çoğu yerde bir konu hakkında mezheplerin görüşlerini zikrederken kaynak belirtmeye gerek duymaz. İkinci husus ise, bir başka eserinde hanefî mezhebine uyduğunu söyleyen Mevdudi’nin kullandığı fıkıh kaynaklarının mezhep taassubundan uzak olduğudur. Kaynaklar belirli bir mezhebin görüşünü yansıtmaz. Her mezhebin kaynağına yer verilmiştir. İbni Humam’ın Fethu’l Kadir’i, İmam Serahsi’nin el-Mebsut’u ve Abdurrahman el-Ceziri’nin el-Fıkhu Ale’l- Mezahibi’l Erbaa adlı eserleri en çok faydalanılan fıkhi eserlerdir.

Zengin bir kaynak dünyasına sahip olan eser, arkeolojik malzeme ve mukâyeseli dinler tarihi açısından da son derece önemli bir çalışmadır. Mevdudi için tarihi bilgilerin çok önemi vardır. Her surenin giriş kısmında verdiği tarihi arka plan surenin nazil olduğu dönem hakkında okuyucuya bilgi verir. Tarihi malumatları zikrederken bazen sadece yazarın ismini verir, bazen de sadece eserin adını zikreder. Birçok yerde her ikisini de zikretmez ve tarihi bilgiyi vermekle yetinir. Tefhim’de adı geçen bazı tarihçiler söyledir: İbn Hisam, Muhammed İbn İshak, Taberi ve Muhammed İbn Sa’d.

Mevdûdî’nin daha çok tarihî olayları değerlendirirken haritalara yer vermiştir. Modern eğitim ve öğretimde önemli bir yere sahip olan bu unsur, böylelikle Kur’ân tefsirinde de yerini almıştır. Mevdudi tefsirinde 32 harita ve 12 adet kroki kullanmıştır. Bu haritalar ve krokiler, Kur’an’ı Kerim’de adı geçen kavimlerin yaşadıkları bölgeleri okuyucunun zihninden canlanması bakımından çok yararlıdır. Bir müfessirin tefsir yazmadaki asıl gayesi, ayetlerin manalarını okuyucuya en güzel şekilde sunmasıdır. Bu bakımdan Mevdudi, tefsirinde bunu en iyi şekilde yerine getirmek için büyük bir gayret göstermiştir. Tefsirine aldığı otuz iki adet harita, coğrafik bilgiler ve arkeolojik kazılar, okuyucunun olayı zihninde canlandırarak geçmişle irtibat kurması açısından oldukça ilginç ve faydalı olmuştur. Mevdudi’nin hayatını incelerken bahsettiğimiz gibi O, Kur’an-ı Kerim’de zikri geçen mekanları bizzat yerinde müşahede edebilmek gayesiyle özel geziler yapmış ve tefsiri için birinci kaynak malzeme toplamıştır. Bu nedenledir ki, bazen ilgili bilgileri verirken kaynak ismine rastlamayız; çünkü kaynak bizzat kendi müşahedeleridir.

Mevdudi tefsirinin en orijinal taraflarından biri de, diğer müfessirlerin, hiç kullanmadıkları ya da az kullandıkları Kitab-ı Mukaddes’e tefsirinde geniş yer ayırmasıdır. Bu yöntemle semavi kitapları karsılaştırmalı olarak incelemiş, ilahi dinlerin kaynağının, aynı kaynak olduğunu, ancak safiyetini koruyarak bugüne kadar ulaşan tek dinin sadece İslam olduğunu ispatlamaya çalışmıştır. Mevdudi, hemen her yerde Kitab-ı Mukaddes ile Kur’an’ı Kerim’in mukayesesini yapmıştır. Mevdudi kaynak eser olarak kullandığı Kitab-ı Mukaddes ile önceki semavi kitapların tahrifata uğradığı ve Kur’an’ı Kerim’in en son ilahi kitap olduğu ve hiçbir şekilde tahrifata uğramadığını ispatlamaya çalışmıştır. Bu amaçla sık sık Kitab-ı Mukaddes’ten alıntılar yapmış ve sonrasında da eleştirilerine yer vermiştir.
Mevdudi’nin tefsirine baktığımızda O’nun Kitab-ı Mukaddes’e karşı tutumunu şöyle özetleyebiliriz: Tevrat ve İncil, müntesipleri tarafından tahrif edilmiştir. Şu anda elimizde bulunan Kitab-ı Mukaddes ilk indiği şekliyle muhafaza edilememiştir. Kitabın aslını ortadan kaldıracak şekilde tercümeler çoğalmıştır. Kitap hakkında tarihi senet ve vesikalar kalmamıştır. Bu kitaplar tahrif edilmiş olsa da Kur’an’ın sunmuş olduğu prensipler yardımıyla gerçek Tevrat ve İncil’in bulunduğu yerler tespit edilebilir.

Mevdudi’ye göre gerek Tevrat gerekse İncil, insanlar tarafından tahrif edilmiş olsa da sağlam kalan ve ilahi mesajın özelliğini yansıtan bölümleri tespit edebiliriz. Örneğin Hz. Peygamber’e işaret eden kısımlar, tahrifata rağmen yok edilememiştir. Bütün semavi kitapların kaynağı süphesiz Allah’ dır. Dolayısıyla içerikleri de birbirleriyle uyum içindedir. Tevrat ve İncil’de geçen Peygamberlerin ve ümmetlerinin kıssalarının Kur’an’ı Kerim’de geçmesi bunların ilahi kaynaklı olduğunu gösterir.

Mevdudi’nin tefsirinin orijinal yönlerinden biri de İsrailliyata yer vermemesidir. Kur’an-ı Kerim ayetlerinin açıklanması sırasında başvurulan; Yahudi, Hıristiyan ve diğer dinlere ait haberler anlamına gelen İsrailîyyât ya da İsrailî rivayetler , günümüze kadar yapılmış olan bir çok tefsirde kullanılmıştır. İsrailiyyâtın kapsamı bir hayli geniştir. Bu nedenle İsrailî rivayetlerin içerisinde büyük ölçüde yanlış ve tahrif edilmiş bilgilerin bulunması ve bunların Hz. Peygambere veya sahabîlere nisbet edilmesi dini açıdan sakıncalar doğurmuştur. Kur’an’daki başta kıssalar olmak üzere bir takım müphem konularda da Ehl-i Kitaptan bilgi alışverişi olmuştur. Bu bilgiler kasıtlı olarak değil bilakis Kur’an ayetlerinin açıklanması, ayetlerin desteklenmesi ve Ehl-i Kitap’ın kendi kitaplarıyla susturulması gibi sebeplerle alınmıştır. Zamanla sadece Kur’an’ın açıklanması konusunda değil, İslam’ın diğer konuları ve alanları ile ilgili olarak Ehl-i Kitap dışındaki diğer dini ve fikri akımlardan da bilgiler alındığı olmuştur. Önceleri genellikle Ehl-i Kitap’tan alınan bu tür bilgiler için “İsrâiliyyât” kelimesi kullanılırken, zamanla bu kelime İslam’a diğer din ve kültürlerden giren her türlü bilgi ve haber için de kullanılır olmuştur.

Mevdudi, İsrailiyyat türü rivayetlere yer vermez. Hatta bu tür rivayetleri tefsirlerine alanları isim vermeden eleştirir. İsrailiyyat nakledilen ayetlerin tefsirini yaparken, kitabına almasa da ilgili rivayetlerin varlığına değinir ve eleştirisini yapar. Bu rivayetlere yer vermenin yanlışlığı ile ilgili olarak şöyle der: “Müslümanlar basından beri ilmi konularda toleranslı davrandıkları için Yahudiler tarafından nakledilen rivayetleri birer tarihi gerçek olarak kabul ediverdiler ve bunları yeterince araştırıp, ölçüp, biçip reddetmediler.” Bu da O’nun, karşı olmasına rağmen İsrailiyyata ne kadar hâkim olduğunu göstermektedir.Mevdudi, İsrailiyyat konusunda gerekli itinayı göstermiş ve İslam ruhuna aykırı israili rivayetlerden arındırma çabasında başarılı olmuştur.

Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz ki; Mevdudi'nin tefsiri ayrıntılı ve dikkatli bir okumayla ele alındığında görülecektir ki onun en önemli kaygısı İslami yaşam tarzını kendi yaşamına ve yeni nesillere ulaştırmaktır. O tefsirinin tamamında Müslüman bireylere cesur ve aynı zamanda da sistematik bir yaklaşımla hareket edildiği zaman dinin ikame edilmesi noktasında her türlü engelin aşılacağından bahsetmektedir. Bu uğurda verilen mücadelenin öncelikle ilmi ve en önemlisi ictimai alanda olması gerektiğine de sürekli vurgu yapmakta ve Müslümanları İslam'ı doğru algılama ve yaşamaya çağırmaktadır.

Amacı; İslam’ın ve Kur’an’ın evrensel mesajını bütün insanlığa, anlaşılabilir bir dille iletmek olan Mevdudi’nin Tefhîmü’l-Kur’an’ını ve diğer eserlerini okumak ve okutmak görevimiz olmalıdır.

E) ÜSTAD MEVDUDİ’YE YAPILAN İTHAMLAR

Ebü’l-A‘lâ Mevdûdî 20. yüzyılın başlarında İslâm dünyasında meydana gelen siyâsî-dînî otorite boşluğunun telafisi gayesiyle plânlanan değişik dinî-siyâsî teşkilatların en önemlilerinden Cemâat-i İslâmî’nin kurucusudur. Daha ziyade ‘ ihyâcı’ bir mahiyet arz eden teşkilatın asıl ilgi alanını, siyasî, içtimâî ve ilmî ihyacılık şeklinde tanımlamak mümkündür. Güçlü bir teşkilatçı kişiliğe sahip olan Mevdûdî ihyacı yönünü sadece kendi ülkesinde değil, dünya Müslümanlarını tanımak gayesiyle çıktığı Ortadoğu ve Afrika’yı da içine alan pek çok seyahatinde de ortaya koymuştur.

Mevdûdî’nin Hint alt kıtasındaki faaliyetlerinin temel vasfını bir ‘İslâm siyâsî ihyâ hareketi’ şeklinde tanımlamak mümkündür. Cemâat-i İslâmî’nin hedefleri arasında yer alan, İslâmî düşüncenin yeniden şekillendirilmesi, fert, toplum ve idarî teşkilatların ıslâhı yoluyla İlâhî nizâmın tesisi gibi esaslar Mevdûdî’nin yenilikçi yönünün açık göstergeleridir. Öte yandan Mevdûdî’nin faaliyetinin siyâsî yönünü Cemâat-i İslâmî’nin aynı zamanda siyâsî bir parti oluşu, ihyâcılığını geleneksel anlayışı savunan Ehl-i hadîs ile mücadeleleri, ılımlı ihyâcılık vasfını İslâm için son derece tehlikeli gördüğü Münkirîn-i hadîs (Ehl-i Kur’an) ve Kâdiyânîlik yanlıları ile girdiği tartışmalar açıkça ortaya koyar.

Mevdûdî yukarıda özet halinde verdiğimiz düşünce sahipleriyle ilgili eserler kaleme almıştır. Mevdûdî’nin eserlerinin tesiri, ülkesiyle sınırlı kalmayıp otuzu aşkın dile çevrilmiş, şahsî ilişkileri ve ziyaretleriyle hemen hemen dünyanın birçok yerindeki Müslüman aydınlar ve siyasilere tesir etmiştir. Bunun nedeni ise, onun toplumsal değişim projesi, düşünce yelpazesinin genişliği ve görüşlerini canlı bir sosyopolitik ve eğitici harekete dönüştürmesidir.
Mevdûdî gerek sağlığında gerekse vefâtından sonra birtakım eleştirilere maruz kalmıştır. Mevdûdî’yi tenkit için birçok dergilerde makaleler çıkmış ve çok sayıda kitap yazılmıştır. Kendisi sağlığında, bu eleştirilerden önemli gördüklerini, dergisi Tercümânu’l- Kur’ân’da cevaplamıştır. Mevdûdî’yi eserlerinden ve düşüncelerinden dolayı takdîr edenlerin sayısı ise daha çoktur. Hem ülkesindeki hem de Mustafa Sıbâî, Seyyid Kutub, Süleyman en-Nedvî, Yusuf El Kardavî gibi dünyanın değişik bölgelerindeki dava adamları ve Müslüman âlimler, Mevdûdî’den övgüyle bahsetmişlerdir.

Mevdudi, Hint alt kıtasında özellikle Cemâat-i Teblîğ. Birelvîler ve Ehl-i hadîs ekolü mensupları tarafından hadis, sünnet, sahabenin adaleti, peygamberlik, peygamberlerin ismeti, Hz. İsâ'nın durumu, deccâl konusu, Emevîler'in yönetimi, İslâm'ın devlet anlayışı, kadının devlet başkanlığı, ictihad-taklid meselesi, müt'a nikâhı gibi konularda eleştirilmiştir. Zannımızca bu eleştirilerin çoğu; Mevdudi gibi zeki ve kendine has bir sistem ve üslupla pek çok âlimin üzerinde durmakta zorlandığı konuları açık yüreklilikle dile getirmiş bir şahsiyeti tam anlamıyla anlayamamalarından dolayıdır. Nitekim bizzat Mevdudi bu durumu şöyle ifade ediyor: “Ne zaman gerçek İslam’ı anlatsam, benim fikirlerimi beğenenler genelde komünistler veya eski komünist Müslümanlar oluyor. Fikirlerimi kabul etmeyenler ise medresede veya camide her saat ibadet edip ilahi söyleyenlerden çıkıyor.” Yine şu hayıflanması da manidardır: “Nice suçlamalarına cevap vererek bütün dayanaklarını yıktığım, haksız hücumlarını ispat ettiğim insanların aynı suçlamaları sanki hiç cevap verilmemiş gibi tekrarladıklarını pek çok kere ve defalarca tecrübe ettim.”

Mevdudi’nin bu hayıflanmaları maalesef Türkiye bağlamında da gerçekleşmiştir. Kendileri de zalim sistemin gadrine uğramış olan Necip Fazıl Kısakürek, Ahmed Davutoğlu ve Mehmet Şevket Eygi gibi yazarlar, kulaktan duyma bilgilerle Mevdûdî’yi geleneğe düşman, mezhepsiz, hadisi reddeden olarak lanse etmişlerdir. Mevdudi hakkında bakınız Necip Fazıl Kısakürek, neler demiş: ” Merdudi ismini taktığımız Mevdudi, İslamda İhya Hareketleri isimli eseriyle İslam'da imha hareketinin temsilcilerinden biri… Çağdaşımız... İşi gücü, Sünnet Ehli büyüklerine çatmak... Gördüğü sert tepki üzeri¬ne eserinin ikinci baskısında birtakım yumuşama alametleri göstermeye çalıştıysa da, çürük madeni hep aynı... Gerisi ci¬la... Cemalettin ve Abduh'a hayran... İbn-i Teymiyye'ye ise kara sevdalı...«Sana nasıl geliyorsa öyledir!» hesabı, her zaman ve her türlü içtihada yer verme, ve ortalığı kargaşalığa verdiklerini iddia ettiği Sünnet Ehli alimlerini kötüleme...” N.F.Kısakürek’in bu cümlelerinden sonra bazı muhafazakâr çevrelerce Mevdudi, reddolunmuş anlamında Merdudi diye anılmaya başlanmıştır.
Türkiye Gazetesi grubunun öncüleri daha da ileri gitmiş, hayatını kâfirlerle ve emperyalistlerle mücadeleye adayan Mevdûdî hakkında ‘Faideli Bilgiler’ adlı bir kitapta: ”Hindistan’daki dinde reformculardan, İngiliz casusu Ebülula el Mevdudi İskoç masonu idi.” diyebilme cüretinde bulunabilmişlerdir.
Mevdudi’ye yapılan bu seviyesiz ve delile dayanmayan ithamlar maalesef değişik kitaplar ve internet yoluyla yayılmıştır. Biz Mevdudi günahsızdır, masumdur demiyoruz. Muhakkak ki her insan gibi Mevdudi’nin de hataları vardır ve olacaktır da. Ancak hayatını İslam’a adayan, “İslam'ın sistematik bir siyasi yorumunu ve görüşünü hayata geçirmek için bir toplumsal hareket planı oluşturan ilk Müslüman düşünürlerden birisi" hakkında insaflı olmak gerekiyor. Mevdudi bütün ömrünü gecesiyle gündüzüyle İslam’a adamıştır. Bakın hastalığının en çok şiddetlendiği günlerden birinde şöyle diyor çocuklarına Mevdudi: "Kendime çok zulmetmişim. Şu kemiklerime hiç acımadım. Gözlerimi hakları olan uykudan mahrum ettim. Onlar uyumak istiyordu ben yazmak istiyordum. Toplumsal sorunlar ve sorumluluklar bütün günümü alıyordu. Gecelerden başka yazacak zamanım yoktu. Nice geceler yatsı namazından sonra yazmaya başlardım da zamanı ancak sabah ezanı okununca fark ederdim. Ama böyle yapmasaydım Tefhimu'l Kur'an'ı tamamlayamazdım. İşte şimdi bu gözler benden intikam almaya başladılar. Uyumak ve dinlenmek istiyorum ama göz kapaklarım kapanmıyor. Onları uyanık sabahlamaya alıştırdım. Uyumayı unutturdum. Bir an olsun uyuyabilmek için zihnimden düşünmeyi bırakmasını ve dinlenmesini istiyorum. Ama o da araştırmaya ve düşünmeye öyle alıştı ki durmak dinlenmek nedir bilmiyor. Kemiklerim de benden intikam alıyor. Eskiden dinlenmeleri için onlara hiç fırsat vermedim. Şimdi de onlar biraz olsun dinlenebilmem için bana müsaade etmiyorlar."
Bizce üzücü olan husus bazı kesimlerin Mevdudi’yi son derece haksız ve insaf sınırlarını iyice aşan eleştirilere maruz bırakmalarıdır. Bu tenkitlerin çoğu asılsız iddialara veya ifadelere, zorlayan çarpık yorumlara dayanmaktadır. Biz bu yazımızda ona yöneltilen haksız eleştirilerden önemli gördüğümüz bazılarına cevap vermeye çalışacağız. Bunun sebebi o büyük âlim ve müfessirin, aklanmaya olan ihtiyacı değil sadece bu eleştirilerin ne derece yersiz ve haksız olduğunu ortaya koyma gayemizdir. Bir diğer gayemiz de yetişen nesil ile Mevdudi arasındaki bu eleştiri duvarlarını kaldırarak İslam'ı bir bütün olarak anlamaya çalışan insanlarımızın onunla doğrudan muhatap olmalarını sağlamaktır. Çünkü bu haksız ve insafsız eleştiriler özellikle bazı gençlerimizin Mevdudi 'den uzak durmalarına yol açmakta dolayısıyla oldukça önemli bir ilim ve fikir mirası bırakmış o değerli insandan yararlanamamaktadırlar.
Türkiye'de ümmet bilincinden yoksun ve birtakım taassuplar içinde olan bazı kişiler insanları Mevdudi ve Seyyid Kutub gibi yüce şahsiyetlerden soğutmak amacıyla çeşitli iddialar ortaya atmaktadır. Bu gibilerin bütün işleri insanları, sade ve temiz kaynaklardan uzak tutabilmek için o kaynakların zehirli olduğu söylentileri yaymaktır. Kendileri alternatif kaynaklar ortaya koymazlar. İnsanların o kaynaklara olan ihtiyaçlarını gidermek amacıyla da Yüce Allah'ın: "Ne semirtir, ne de açlığı giderir" (Gaşiye, 88/7) dediği türden, insanlara bir şey vermeyen ya da asıl kendisi zehirli olan birtakım ürünler sunarlar. Zehirli olduğunu ileri sürdükleri kaynaklar hakkında ise hiçbir test yapma, onu tanıma, gerçekten zehirli mi yoksa besleyici mi olduğunu araştırma ihtiyacı bile duymazlar. İşte insanlarımızın asıl bu gibiler karşısında duyarlı olmaları, onların o zehirleyici dedikodularına karşı uyanık bulunmaları gerekir.
Biz bu bölümde Mevdudi’ye yapılan ithamları maddeler halinde zikredip, gücümüz yettiğince kendi eserlerinden veya onun müdafaasını yapan yazarlardan alıntılar yaparak yanlış anlaşılan veya aksettirilen görüşlerinin tahlilini yapmaya gayret sarf edeceğiz:
1-İNGİLİZ AJANLIĞI VE MASON OLDUĞU İTHAMI: Mevdûdî hakkında ilk olarak Faideli Bilgiler adlı kitapta: ”Hindistan’daki dinde reformculardan, İngiliz casusu Ebülula el Mevdudi İskoç masonu idi.” şeklinde çirkin bir ithamda bulunulmuştur.
Allah(cc)’dan hiç korkmadan ve hiçbir delile dayanmadan Mevdûdî hakkında İngiliz casusu ve mason diyen Türkiye Gazetesi grubunun öncüleri –ki liderleri Müteveffa Hüseyin Hilmi Işıktır - kendi kanaatlerini Merhum Ahmed Cevdet Paşa’ya söylettirmişlerdir.Şöyle ki; İsterseniz ilk önce, nakil yaptığımız bu Faideli Bilgiler kitabını tanıyalım. Bu kitabı 1825’te doğmuş, 70 sene yaşamış ve 1895’te yani Mevdûdi merhum’un doğumundan 8 yıl önce vefat etmiş olan Ahmet Cevdet Paşa yazmıştır. 12 ciltlik Osmanlı Tarihini kendi adıyla “Tarihi Cevdet Paşa”yı yazmıştır. Bu faideli bilgiler ise O’nun yazmış olduğu 19 sayfalık bir risaledir. Bunların dışında Kısası Enbiyayı ve Mecelleyi yazmıştır. Fakat gel gör ki basımını Hakikat Yayınevi yapınca birde işin içine İhlas (!) girince 19 sayfalık risale 448 sayfalık bir kitab oluvermiştir. Acaba Ahmed Cevdet Paşa bir keramet gösterip kendisinden 8 yıl sonra doğacak bir mezhepsiz, sapık ve (bazılarına göre) kafir(!) Mevdûdi'yi deşifre mi etti? Hatta o mason olmasa da mânâ aleminde İskoç masonu olduğunu mu söyledi? Her ne kadar kendisi hep Pakistan'da yaşamış olsa da, mânâ ve Işıkçılar aleminde Hindistan'da mı yaşıyor ve orada İngilizlere hizmet ediyordu?
Yakın zamanda da bu itham Fikret Başkaya isimli bir yazar tarafından tekrar gündeme getirildi. “Yeni Paradigmayı Oluşturmak” adlı eserinin 272.sayfasında yazar şu iddiada bulunuyor: “Ve politik İslam, İngiliz kolonyalizminin hizmetindeki oryantalistler tarafından Hindistan için ve Hindistan’da peydahlanmış, Güney Hindistanlı bir Müslüman Şeyhi olan El-Mewdudi tarafından da piyasaya sürülmüştü. Şeyh Ebu El- Ala El-Mewdudi, 1941 yılında Cemaat-i İslami adında bir siyasi parti kurdu ve Hindistan parçalanıp, Hindistan ve Pakistan olarak ikiye bölününce, amaç hâsıl olununca da [1947] Pakistan’a yerleşti. El-Mewdudi Türkiye’deki politik İslamcıların başlıca fikir babalarından biridir. Diğeri de İhvan-ı Müslimin’in [Müslüman Kardeşler] örgütünün teorisyeni, Mısırlı Seyyid Kutub’dur. Oryantalistler tarafından peydahlanıp, El-Mewdudi tarafından politik bir söyleme dönüştürülen söz konusu İslami öğreti; inançlı Müslümanlar ancak bir İslam devletinde yaşayabilir. Başka bir deyişle; Müslüman’ların, dinin devletten ayrı olduğu bir rejimde yaşaması mümkün değildir…”
Fikret Başkaya‘nın “Ve politik İslam, İngiliz kolonyalizminin hizmetindeki oryantalistler tarafından Hindistan için ve Hindistan’da peydahlanmış, Güney Hindistanlı bir Müslüman Şeyhi olan El-Mewdudi tarafından da piyasaya sürülmüştü.” şeklindeki ithamı ise çok gülünçtür. İslamı bilmediği, Mevdûdî’yi ise hiç tanımadığı belli olan Fikret Başkaya bu konuda biraz okumalar yapsaydı bu ithamının çok gülünç olduğunu görürdü.
Mevdudi, kalemi ve sözüyle hep Müslümanların batı tahakkümünden kurtuluşu için çırpınmıştır. 15 yaşında kaleme aldığı "İslam'da Savaş Hukuku" adlı eseri Hint alt kıtasında büyük yankı uyandırmıştır. Mevdudi, 19 ve 20. yüzyılda sömürgecilik, batı, emperyalizm, sosyalizm ve kapitalizm karşısında yenik düşen ümmete İslam'ın nasıl çağlar üstü bir nizam olduğunu çarpıcı bir şekilde göstermiştir. Bakınız Mevdudi’nin Batı medeniyeti ve kültürü hakkındaki görüşleri: “İslam’ın bir doktrin olarak bünyesine hâkim olan ruh, her şeyden evvel Kadiri Mutlak’ın hükümranlığı, ahirete iman ve insanın kul olduğuna ve sorumlu bulunduğuna itikattır. Buna mukabil, dinsiz batı medeniyetinin köküne hâkim olan ruh ise, insan hükümranlığı, başıboş hürriyet ve sorumsuzluktur.” ”1932'de Haydarabad'da Tercüman-ul Kur'an'ı yayınlamaya başladığımda, kafamdaki plan ilk önce Müslüman aydınları yakalayan Batı kültürü ve fikriyatının zincirini kırmak ve onlara İslam'ın Batı kültürünün sunacağından çok daha üstün bir medeni hayata, hukuka, kültüre, siyasi ve ekonomik sisteme, felsefeye ve eğitim sistemine sahip olduğu fikrini aşılamaktı. Kültür ve medeniyet konusunda başkalarından ödünç almaları gerektiği nosyonundan kurtulmalarını istiyordum. İslami sistemin dünyadaki herhangi bir sistemden daha üstün olduğuna onları ikna etmek istedim ve ayrıca onları korkutan Batı sisteminin, zayıflıklarını ve kusurlarını bilmelerini arzuladım."
Üstad Mevdudi, miladi 1900’lü yıllarda İngiliz sömürgecilerinin; Hindistan yarımadasında, Müslümanları; özelde cihad farizasından, genel olarak ise, dînlerinden uzaklaştırmak gâyesiyle ve sömürgeciliğe karşı İslâm adına mücâdele etmemeleri için kurdukları Kadıyanilik adlı harekete karşı büyük mücadele vermiştir. Kadıyaniler; Müslümanları İngiliz hükümetine itaat etmeye çağırmışlardır. Çünkü iddiâlarına göre, Kur’an’ın metinlerince, işgalci İngiliz idâresi,“Veliyy’ül-Emr”dir. (Ona itaat edilmesi farzdır).
Bakınız Üstad Mevdudi, Kadıyanilik hakkında “Kadıyani Mes’ele” adlı kitabında diyor ki:” İşte böylece Kadıyanîler bu dâvalarını, peygamberi, merkezi taraftarları, halifeleri, mukaddesatı, tarihi ve şahsiyetleri olan bir din haline getirmeğe; Kadıyanîlerin taraftarlarının ebedî İslâm kültürünü İslâm kaynaklarını İs¬lâm mukaddesatını teşkil ettiğini belirtmeye, ve onların İslâmın ruhî merkezi olan Mekke ile ilişkilerini kesmeğe başladılar. Hatta bunlar kendi adamlarına «radıyallahu anh», liderlerine «aleyhisselâm», Mirzâ(Kadıyaniliğin kurucusu Gulam ahmet’in lakabı)'nın ailesine «ümm'ül Mü'minîn» gibi lâkablar takıyorlar ve Mirzâ'dan Kütüb-ü Sitte'nin senetleri gibi isnatlarla hadîs rivayet edi¬yorlardı. İşte bu sebeple Hindu liderleri —meselâ vefat eden Hindistan başbakanı Pandit Cevahir Lal-Nihro Kadıyanîlik fikrini benimsiyorlar ve onu bir vatan davasıy¬mış gibi müdafaa ediyorlardı. Aynı şekilde İngilizler de bu fitneyi destekliyor ve cesaretlendiriyorlardı. Hattâ onun tohumunu diken ve geliştirenler de İngilizlerin ta kendileridir. Çünkü Kadiyanîlik davası Müslümanların safları arasında ayrılık tohumları saçmak ve onla¬rın yakalarını dağıtmak vazîfesini görüyordu. Vakıa bu dava sömürücü hedeflerini gerçekleştirmek için en güzel bir silâhtı onlar için. Müslümanların, Ka¬dıyanîlerin Müslüman olmadıklarını ve islâm daire¬sinden çıktıklarını ilân etmelerine rağmen İngilizler bunlara kulak asmayıp Kadıyanîleri Müslüman¬lardan bir grub olarak kabul etmekte ısrar ettiler. Aslın¬da onlar, bunun ötesinde, bir yandan fikir ve dava yönün¬den Müslümanları parçalayacak bir fırkayı İslâm ümmeti arasına yerleştirmek; diğer yandan da İngiliz menfaatleri için İngiliz idâresinin kuvvetlenmesini sağlamak kastı ile bu ümmetin varlığını ve bekâsını yok etmek istiyorlardı. Ve İngiliz sömürüsü Kadiyanîlik meselesini geliştirmeye, fi¬kir ve dehâ yönünden onu beslemeğe devam etti. Öyle ki, siyâsetine karışmak sureti ile her işine burnunu soktu. Nihayet sömürü bu tehlikeli akımın elinden tuttu, onu cesâretlendirdi ve sonunda da şehir idaresinde ve orduda önemli makamları onlara tahsis etti.

Mevdudi yukarıdaki ifadelerinden dolayı 1953’ de mahkemeye çıkarılmadan mahkûm edilmiş ve Sıkıyönetim mahkemesi onun idamına karar verdiğinde o şunları söylemiştir:” Eğer bu, Allah’ın bir iradesiyse büyük bir mutlulukla karşılıyorum. Bu bizim kavuşmayı arzuladığımız şehadettir. Ölüm su anda benim için yazılmamış ise hiç endişe etmiyorum. Çünkü onların bu gayretleri beni hiç ilgilendirmiyor. Onlar bana en küçük bir zarar dahi veremezler."

Hükümetin bu zalimce kararı İslâm âleminde büyük bir tepkiyle karşılanmıştır. Bunun üzerine hükümet yetkilileri Mevdudi’nin idamı kararını ağır işlerde çalıştırılmak üzere müebbet hapse çevirmek zorunda kalmışlar ve daha sonra askeri kanunların yürürlükten kalkmasıyla birlikte Mevdudi de serbest bırakılmıştır.

Mevdudi’nin kendisiyle benzer düşünceleri paylaşan âlim ve aydınlarla 1941’de kurduğu Cemaat-i İslami’nin ilk bildirgeleri şöyledir: “Cemaat-i İslami sadece siyasi, dini ve ıslahi bir cemaat olmayıp, en geniş manasıyla İslam‘ın insan hayatı için evrensel dünya görüşüne olduğunu kabul etmekte ve bunu ameli olarak hayatın her safhasında gerçekleştirecektir. Cemaat-i İslami‘nin maksadı, ilahi hükümetin ve İslam nizamının kurulmasıdır. İslam nizamının maksadı, ilahi rızayı ve uhrevi saadeti elde etmektir. Bu hedefler doğrultusunda çalışacak cemaat üyelerinin İngiliz hükümeti görevlerinden ayrılmış olmaları gerekir. Cemaat üyeleri, bir dava olduğunda İngiliz mahkemelerine gitmeyecektir. Cemaat üyeleri Müslümanlar arasında ihtilafa yol açacak tartışmalardan uzak duracak, okuma ve bilgilenmeye önem verecek ve hayatını İslami usullere göre tanzim edecektir…”

Cemaat üyelerini İngiliz hükümeti ile bağlantılı görevlerinden ayrılmış olmaları ve bir dava olduğunda İngiliz mahkemelerine gitmemeleri konusunda uyaran Mevdudi hakkında İngilizlerin adamı, casusu veya mason diyebilmek-hem de hiç delil olmadan- çok büyük bir vebaldir. İşin garibi O’na hiç delil olmadan mason diyenler; seçimlerde masonluğu tescilli olan Süleyman Demirel, Tansu Çiller gibi siyasilere koşulsuz destek olmuşlardır.
Bu konuyla ilgili son olarak şunu söyleyelim: Gilles Kepel , Khan Kagaya, Oliver Roy, Bernard Lewis , Kenneth Cragg ve J.L.Esposito gibi Dünyadaki İslami hareketleri inceleyen batılı ilim adamlarınca ‘Siyasal ve radikal İslamcılığın babası’, ‘batı medeniyetinin düşmanı’ olarak yaftalanan birisi hakkında İngiliz casusu, İskoç masonu demeleri, bu iddiada bulunanların aynı zamanda dünyadan da habersiz bulunduklarını göstermektedir.

2—HARİCİ ZİHNİYETLİ OLDUĞU İTHAMI: Mevdudi’nin harici olduğu iddiası ilk olarak Pakistan’da Munazir Ahsen Geylani tarafından dillendirilmiştir. Ahsen Geylani ‘Sıdk-ı Cedid’ adlı dergide ‘Nuzad Hariciy’ yani yeni harici başlıklı makalesinde şöyle der:‘Öyle sanıyorum ki, Mevdudi Hariciye mezhebini yeniden memleketimizde ihya ediyor’
Müteveffa İsmail Çetin de bir makalesinde “Anlaşılıyor ki Mevdudi, nübüvvet makamını idraktan aciz bir akılcıdır. Haricilerden ayrılan bir harici... Şimdi 'Kur'an Kih Çar Bünyad İstilahin' yani 'Kur'an'a Göre Dört Terim' risalesini açıyoruz; ne bakalım mukaddimesinde şöyle der: Allah, Rabb, ibadet ve din kelimelerinin manalarını bilmeyen, Kur'an'ın manasını bilemez... Tefsir erbabı bu dört kelimenin manasını bilemediler. Dolayısıyla ümmet, dini meselelerin dörtte üçünü kaybettiler/ ihmal ettiler ve binaenaleyh itikad ve amellerinin bozukluğunu görürsün. (Kur'an Kih Çar Bünyad İstilahin s.10,12) demektedir.
Mevdûdî ameller üzerindeki vurguyu artırdığı için kendi döneminde dahi Harici ve Mutezilî olarak itham edilmiştir. Bizimde katıldığımız görüşlerini Mevdudi, hacim itibariyle en ufak ama etki olarak en büyüğüne sahip eserlerinden olan ‘Kur’an’a Göre Dört Terim’ de özlü bir biçimde zikretmiştir. Mevdudi giriş kısmında şöyle der:
” İlah, Rab, Din ve İbadet; bu dört terim Kur’an terminolojisinde temel bir öneme sahiptir… Kur’an-ı Kerim’in öğretisini anlamak için bu dört terimin sahih ve mükemmel anlamını tam manasıyla kavramak zorunludur. Eğer herhangi bir kimse İlah ve Rab’bin manasının ne olduğunu, İbadet’in ne anlama geldiğini ve Din’in neye isnad edildiğini bilmezse onun için Kur’an’ın tamamı anlaşılmaz bir hal alır.(Çünkü) O (böyle bir durumda) ne tevhidi bilebilecek ne şirki anlayabilecek ne ibadeti yalnız Allah’a mahsus kılabilecek ve de dini Allah’a has kılabilecektir. Aynı şekilde yine bu terimler herhangi bir kimsenin zihninde kapalı ve eksik olursa,o kimse için Kur’an’ın tüm öğretileri kapalı olur ve Kur’an-ı Kerim’e iman etmesine rağmen hem akidesi hem de ameli eksik kalır.O, la ilahe illallah demeye devam etmekle birlikte putları da ilahlaştırmaya devam eder.Allah’tan başka rab olmadığını devamlı ilan etmesine rağmen,kendisine Allah’tan başka birçok rab edinmekte devam eder.O,tüm iyi niyetiyle birlikte Allah’tan başkasına ibadet etmediğini her fırsatta bildirmekle birlikte diğer birçok mabudlara ibadetle meşgul olur.O,tüm gücüyle Allah’ın dininde olduğunu haykırdığı ve kendisini başka dinde görenlerle kavgaya hazır olmakla birlikte,birçok dinin yuları kendi boynunda asılıdır.Kendi ağzından Allah’tan başkası için “İlah” ve “Rab” sözcükleri hiçbir zaman çıkmazken,bu sözcüklerin ortaya koydukları manaları itibarıyla,onun birçok ilah ve rabbi olur.Hal böyle olmasına rağmen o zavallının gerçek Allah’tan başka,kendisinin ilah ve rabler edindiğinden haberi bile olmaz.Eğer siz ona kendisinin Allah’tan başkasına ibadet ettiğini,dine şirk bulaştırdığını söyleseniz,size taş ve sopayla saldırır ve fakat ibadet ve dinin hakikati açısından o,başkalarının kuludur ve başka bir dine girmiştir.Ancak hareketlerinin gerçekte başkalarına ibadet etmek olduğunu ve içinde bulunduğu durumun kendisini İslam’dan başka dine mensup kıldığını bilmez.
Bu doğru ve özlü cümleler Mevdudi’nin harici olduğuna delil olarak getirilmiştir. Günümüzde ‘Hâricîlik’ ithamı ‘çıkar amaçlı’ kullanılan bir ithama dönüştürülmüştür. Mezhebin tarihsel arka planından ve bağlılarının temel düşüncelerinden habersiz kimi câhil ve bağnaz kişiler/ekoller, kendilerinden olmayan herkesi (evet, -istisnasız- ‘herkesi’) bu yafta ile ilzam ederek nitelendirmeye ve tanımlamaya çalışmaktadırlar. Aslında bu, muhatabı ucuz bir şekilde sabote etmek istemekten başka bir şey değildir. Bu mezhebin adını duyan herkes, -furûatta bile olsa- kendisinden görmediği bir kişiyi tanımlarken, bu suçlamayı yapmakta hiçbir mahzur görmemektedir.
Üstad Mevdûdî, 1938'de Doğu Pencab mıntıkasında Pethan - Kot civarındaki bir camide Cuma hutbeleri için hazırladığı konuşmalarından meydana gelen Hitabeler adlı eserinin son baskısının önsözünde şöyle der: ”Benim, hutbeler mecmuası, ilk defa 1940 senesinin Kasım ayında yayınlandı. O tarihten 1951 Kasımı'na kadar 11 senelik bir zaman içinde yedi kere basılarak yirmi binden fazla yayıldı. Bu zaman içinde her hangi bir mesele de zuhur etmedi. Ancak, son zamanda Ulema-i kiram benden ve Cema¬at-i İslâmi'den gayr-i memnun olduklarını ortaya koyup, diğer kitaplar gibi bu esere de, hadise çıkarabilecek eser gözü ile bakmağa başladılar.
Hü¬lâsa, onların fetva verip de tariz buyurdukları cümleler 19'uncu ve 25'inci hutbelerde bulunan aşağıdaki cümlelerdir: “Hele şu gibi kimseleri de bırakalım ki, bütün ömründe Haccın kendilerine farz olduğunu bir kere dahi hatırlamamışlardır, dünyanın her tarafını gezip dolaşmışlar, Avrupa'nın Kab¬esine varmışlar ve oraya gitmek için de Hicaz sahillerini aşmışlar, Mekke-i Mükerremenin bir kaç saatlik mesafesinden geçmişler fakat böylelerinin asla Hac etmek düşüncesi akıl hayallerinin ucundan bile geçmemiştir. Bu gibi kimseler kendilerinin müslü¬man olduklarını söylüyorlarsa da katiyetle bunların müslüman¬lıkları hakiki müslümanlık değildir. Biz müslümanız diyorlarsa da yalan söylüyorlar. Onları müslüman bilen kimseler de Kur'anı bilmemektedirler.”
Bu cümlelerden hemen fetvayı bastırmışlar ve benim ‘Hari¬ci’ ve ‘Mutezile’ mezhebinde olduğuma hüküm vermişlerdir. Be¬nim söylediğim bu sözlerin Ehl-i Sünnet akidesine muhalif oldu-ğunu ileri sürerek, ben amelleri iman'ın cüz'ü saydığım için amelsiz Müslümanlara kâfir dediğimi ve onları tekfir ettiğimi iddia etmişlerdir.
Hayret edilecek şudur ki, bu cümlelerin yanı başında diğer cümleler de vardır ki, benim ortaya almak istediğim hususu ve benim ne demek istediğimi açık bir şekilde anlatmağa yeterli¬dir. Hattâ, bu zevatın bana karşı giriştikleri tarizlere de cevap verir. Ancak Müftü Efendi, ya bunlara bakmamışlar yahut da bunlar faydalı sözler değildir diye geçivermişlerdir.
Şurası da vardır. Benim bu kitabımda şu mevzu üzerinde bir hutbem de vardır ki, ben esasda hangi İslâm ve hangi İman¬dan bahs ediyorum. (Bakıla Hutbe No. 9) Ben orada tafsil ile şunu ortaya koydum ki, mesele şudur ki, Fakih ve ehl-i kelam'ın bahsettikleri kanuni İslâm'dan bahs ediyorum. Bu da şu demek¬tir ki, bir kimse hududun son noktasına yaklaşmadan o kimse¬ye İslam milletinden ayrıldın denmez. Medeni ve içtimai haklardan da mahrum edilmez. Böyle olunca nasıl olur da Müslüman İslâm'¬dan ayrılır. İkincisi ise hakiki İslâm ve imandır ki, bu da İnsa¬nın ahirette iman yahut da nifak veya küfrü hakkında karar veri¬lir. Ben burada bu iki imanın ve İslâmın farkını izah etmeğe ça¬lıştım. Bu hutbede diyoruz ki. Enbiya'nın davetlerinin asıl mak¬sadı, birinci kısım müslümanlığı bir tarafa bırakıp, hakiki ve ikin¬ci kısım müslüman olmak gerekir. Hakiki iman yolu tutmak icab eder. İhlas ile samimiyetle itaat ve fedakârlığa hazır olmak icab eyler. Böyle bir ruhun ortaya çıkması lâzımdır.”
Kendisine farzları terk eden ve büyük günah işleyen birisi sorulduğunda; “Biz onu Müslüman kabul ederiz. Ama onun ıslah edilmesine çalışmayı da kabul ederiz.” cevabı da Mevdudi’nin harici zihniyetli birisi olmadığını, bilakis Ehl-i Sünnet bir Müslüman olduğunu gösterir.
3—MEZHEBSİZLİK İTHAMI: Faideli Bilgiler kitabındaki ifade şöyle: “Selefi salihini techül etmek, beğenmemek küfür olur demişlerdir. Şimdi Pakistanda Mevdudi ve Mısırda Seyyid Kutub ve Reşid Rıza gibi Mezhebsiz kimseler ve bunların kitablarını okuyarak aldanan mezhepleri birleştirmeli diyorlar.”
Yine başka bir kaynaktan alıntı yapalım:”Mevdûdî’nin elimizdeki mevcut kitapları mutlak müçtehid edasıyla yazılmıştır. Âyet-i Kerimelere kafadan mânalar verilişi, salâhiyetli hiçbir müfessirden delil getirmeyişi, dört hak mezhepten birine göre yazılmayışı Mevdûdî’nin MEZHEPSİZ oluşunu gösteren apaçık ve kat’i delillerdir.”
Mevdudi’nin yazdıklarından bihaber, câhilane bir biçimde gözü kör ve taassupla hemen ‘Mezhebsiz’ yaftasında bulunanlar hakkında fazla yorumda bulunmayıp, bizzat Mevdudi’nin kendi ifadelerini nakledelim: "Tâbi olup, taklit etmeye karşı çıkmak, içtihad hevesiyle eski büyük zatlara, müctehidlere cephe almak şeklini alırsa, onların imar ettiği binaların rast gele tahrip etmeyi hedeflerse, sadece yeni bir şey ortaya atma hevesi uğruna yenilikçilik taslanırsa, kişiler yetkili olmadıkları halde içtihad yapmaya kalkar, Allah'ın Kitabını, Peygamberin sünnetini çocuk oyuncağına çevirirse, doğrusunu söyleyeyim, bütün bu sapıklıklar körü körüne taklit edip birinin peşinden gitmekten daha beter ve din bakımından daha tehlikelidir." “Kur’an-ı Kerim ve hadislerden bir hüküm ve kanaat elde etmeye çalıştığınızda selefin, hadis, tefsir âlimlerinin, müçtehitlerinin araştırma ve buluşlarını hiçe saymayın. İsterseniz onlardan birinin görüşünü bırakır, diğerini benimseyebilirsiniz. Ama onlardan birinin senin görüşüne uygun olmasını, senin tek başına bir mezhep kurar gibi, tamamen ayrı düşünmenden daha iyidir.” , “Müçtehit imamlardan birini taklit etmeye gelince, bunu biz, kendisi doğrudan şer’i meseleleri araştırıp inceleme yeteneğine sahip olmayan Müslümanlar için gerekli görürüz. Araştırıp inceleme yeteneği taşıyanlara gelince, eğer bir müçtehid imamın görüşlerinin sağlamlığına gönlü ve aklı yatıyorsa, bize göre onların taklidine karşı çıkılmaz. Ama inceleme ve araştırmaya gücü yetiyor ve herhangi bir meselede kendi imamından başka diğer bir imamın görüşünü daha uygun gördüğü halde bilerek kendi imamının peşinden gidiyorsa, bu bize göre caiz değildir.”
Ebubekir Sifil, Mevdudi’nin süper mezhebsiz(!) olduğunu iddia eden bir okuyucusuna şu cevabı veriyor:” Avam tabakasından olan veya içtihad ehliyetine sahip bulunmayan bir kimsenin, herhangi bir müçtehidi taklitten sarf-ı nazar ederek doğrudan nasslardan hüküm çıkarmaya kalkışmasının doğurduğu bir durum olan mezhepsizlik, çoğunlukla mezhepleri beğenmeme/reddetme tavrıyla kardeştir. Buna mukabil bir kimse kendisini bir veya birkaç meselede içtihad edebilecek donanım ve seviyede görüyorsa, o meselelerde kendi içtihadıyla amel; diğer meselelerde ise herhangi bir mezhebi taklid eder. Mevdudi'nin durumu en fazla böyle görülebilir. Mesela o, namazlarını Hanefî mezhebine göre kılan birisi olarak (bkz. Meseleler Ve Çözümleri–2, 49) başka meselelerde güçlü bulduğu delille amel ettiğini söylemektedir. Bununla birlikte, bir mezhebe bağlı olanlara veya bizzat mezheplere karşı hiçbir zaman itham edici bir tavır takınmamıştır. Burada açıklığa kavuşturulması gereken husus, ona yöneltilen "mezhepsizlik" ithamının, araştırma sonucu ulaştığı neticelerde doğruya isabet edip etmediği noktasına mı, yoksa bizzat kendi araştırmalarına itimat etmesine mi yönelik olduğudur.
Mevdudi'nin, bir yandan mezhebi şirk sayan "Ehl-i Hadis" tarafından "insanları Hanefîleştirmeye çalışmak"la suçlanırken, diğer yandan da mezhep müntesibi bazı ulema tarafından eleştirilmesine yol açan duruşu hakkında söylenmesi gereken çok şey var.”
Türkiye’de mezhebsizliğe yüklenen bir anlam da modernistliktir. İslam Modernizmi denince; İslam’ı, batının değerlerini ve mantığını esas alarak yorumlayan yaklaşım, bazan da batının meydan okumalarına cevap arayan, batıya İslam’ı hoş göstermeye çalışan uzlaşmacı yorum anlaşılır. Kimi çevreler çoğu haklı sebeplerle C.Afgani, M.Abduh, Reşid Rıza, Seyyid Ahmed Han gibi zatları eleştirirken bu isimlerin yanına bilhassa Ebul Ala Mevdudi’yi eklemekteler. Halbuki Mevdudi, ömrü boyunca modernist fikirlere karşı çıkmış ve bakın bu akımın öncü ismi Muhammed Abduh hakkında şöyle demiştir: “Mısır'da da Şeyh Muhammed Abduh bu ekolün - Seyyid Ahmed Han’ı kastederek- fikirlerine benzer fikirlerle ortaya çıkıp, Arapça konuşan ülkelerin kapılarını sonuna kadar batıcılara açmıştır. Bu yoldan yürüyen modernistler, mübalâğalı felsefelerine herhangi bir sınır getirmemiş, akıllarına gelen her şeyi İslâm'ın gerçek yorumu diye takdim etmişlerdir”
4-TASAVVUF DÜŞMANLIĞI İTHAMI: Necip Fazıl Kısakürek şöyle diyor: “Sapıklık misallerini bir laboratuar katiyetiyle göz önüne serdiğimiz Hamidullah isimli “Baidullah” denilmeyi lâyık mütefekkir taslağından sonra, ondan biraz daha hafif fakat dalalette yine çok ağır Mevdûdî geliyor. ‘İslâm’da İhya Hareketleri’ adlı eserinde bu adam dar ve kuru aklı biricik metot olarak kullanıyor, bu metodun baş temsilcisi İbni Teymiyye’yi göklere çıkarıyor, İmâm-ı Rabbânî Hazretleri gibi beyninin her zerresi güneş bir iç ve dış kahramanını yalnız dış cephesiyle ele alıp içini görmemezlikten geliyor. İmâmı Gazâlî Hazretlerini güya “müceddid-yenileyici” tanıdıktan sonra onda bir takım zaaflar buluyor ve bu zaafları üç noktada topluyor. Hadis ilmînde eksikliği (rasyonel-aklî) ilim tesirinde kalışı ve tasavvufa kapılışı… Böylece tasavvufu, yani Kâinatın Efendisi’nin bâtın nurunu inkâr etmiş ve hakikatte kendi metodu olan kara aklı İmâm-ı Gazalî’ye mal etmek ve yermekle tezatların en gülüncüne düşmüş bulunuyor.”
Kamuoyunda Mahmut Efendi diye bilinen Mahmut Ustaosmanoğlu da bir sohbetinde: “Seyyid Kutub’un ,Mevdudi’nin kitaplarını okuyup rabıtayı inkar ediyorlar. Ben bu hainlere kızıyorum. Niçin anlamadığın şeyi yazıyorsun da, milleti bu gerçek yoldan engelliyorsun? Niçin tarikatın aleyhine konuşuyorsun?Bu adamlar dini yıkmak için geldi.Okuyanlardan razı değilim. Ruhul Beyan, Alusi tefsiri okuyun. Kudsiyyeden bir beyt okuyun ondan daha iyi. O kitapları okumak (Mevdudi ve Seyyid Kutub’un kitaplarını okumak) piyes yapmak,ilahi söylemek yasak.Ben Rabbimin razı olmadığını demem.Eğer siz Rabbimi dinlemiyorsanız,ne yaparsanız yapın." demektedir. Yine kamuoyunda Cübbeli Ahmed Hoca diye bilinen Ahmet Mahmut Ünlü’de bir sohbetinde ‘Mevdudi’nin tasavvuf düşmanı, Şia sempatizanı ve sahabe düşmanı’ olduğunu iddia etmiştir.
Yine anlamadan ve okumadan yapılan önyargılı yorumlar. Bakınız biz Mevdudi’nin kendi eserinden tasavvuf ile ilgili görüşünü nakledelim: “Fıkıh, açık ve görülebilen davranışlarla, bir görevin şeklen yerine getirilmesiyle ilgilenir. Davranışın ruhuyla ilgilenen şey ise tasavvuf olarak bilinir. Örneğin, namaz kıldığımız zaman, fıkıh sadece abdest, Kâbe’ye yönelme, vakit ve rekât sayıları gibi dış şartların yerine getirilmesiyle bizi değerlendirir. Tasavvuf ise, düşüncelerimizi toplamamız, bağlılığımız, ruh temizliğimiz ve namazımızın ahlâk ve davranışlarımız üzerindeki etkisi ile ilgilenir. Usûl bakımından doğru, ancak, ruhtan mahrum bir ibadet, dış görünüşüyle yakışıklı ama karakteri çok bozuk birisi gibidir. (...) Yukarıdaki örnek, fıkıh ve tasavvuf arasındaki ilişkiyi açıklamaktadır.
Kimileri Kur’ân ve Hadis’le hiçbir şekilde bağdaştırılamayacak saçmalıklarla İslâm tasavvufunun kaynağını bulandırmışlardır. Gitgide kendilerini şeriatın gereklerinden muaf ve bunların üzerinde gören bir kısım Müslümanlar ortaya çıkmıştır. Bu kişilerin İslâm’dan haberleri yoktur. Çünkü İslâm, kendini şeriattan bağımsız ve onun dışında sayan tasavvufu asla kabul etmez. Hiçbir mutasavvıfın şeriatın sınırlarını aşmaya veya vakit namazlarını, oruç, zekât ve hacc gibi farzları hafife almaya hakkı yoktur. Tasavvuf, gerçek anlamıyla Allah’a ve Rasûlüne sonsuz bir sevgi beslemektir. Böyle bir sevgi ise onların emirlerine, Allah’ın kitabında ve Hz. Peygamber(sav)’in sünnetindeki şekliyle harfiyen itaati gerektirir. İlâhî emirlerden sapan bir kimsenin Allah’ı ve Rasûlü’nü sevdiğini iddia etmesi boşunadır.”

Üstad Mevdudi tasavvufa genel anlamıyla karşı değildir. Karşı olduğu şey sonradan İslam'ın zühd ve takva müessesine eklemlenen bidatler ve hurafelerdir. Mevdudi'nin dedeleri Çiştiyye Tarikatı'nın kurucularıdır. Bundan dolayı kendisi de bu halkanın bir üyesiydi. Onun geçmişindeki bu tasavvufi bağı bilen Hint alt kıtasındaki bazı insanlar ona gelip dua isterdi. Mevdudi'nin "İslam'da İhya Hareketleri" adlı kitabını incelediğinizde onun, İmam Gazali, İmam Rabbani ve Şah Veliyullah Dihlevi gibi tasavvufla yoğrulmuş İslam âlimlerini müceddid olarak gördüğünü görürsünüz.
Mevdudi’nin yanında yetişmiş talebesi Prof. Dr. Enis Ahmed, kendisine sorulan” Türk toplumunda özellikle de genç Müslümanlar arasında Mevdûdî’nin tasavvuf karşıtı olduğuna dair yaygın bir kanaat var. Bu hususu biraz açabilir misiniz?” sualine bakın nasıl cevap veriyor:
“Üstad Mevdûdî kelimenin tam anlamıyla ‘dinini yaşayan bir Müslüman’dı. Teheccüd, nâfile oruç, Kuran okuma ve İslam ahlakı… bütün bunlar bir araya geldiğinde "islâmî şahsiyeti" oluşturur. Yalnızca bir boyuta takılarak sûfînin fakihten daha Müslüman olduğunu söyleyemeyiz. Kimin daha çok pratiği ve ameli varsa o diğerine üstünlük sağlar.
Üstad Mevdûdî hayatı boyunca Nefis tezkiyesi, Gece namazı, Oruç konularında bizlere hep ısrarcı olmuştur. Sadece şeriatla ilgilenmek gibi bir sorunu yoktu. İslam bir bütündür sadece fıkıhla sınırlandırılamaz. Hepsini bir bütün olarak görmek gerekir. Bireyin, ailenin, toplumun, devletin iyileştirilmesi bütün bunların hepsi onun için önemliydi.
20. asırda İslam’ın politik yönüne diğer insanlardan daha çok vurgu yapan birisi olduğu için İnsanlar onun sadece politik değişimle ilgilendiğini düşündüler. Fakat politik değişim onun için bir sistem değişikliği idi. Tedricî bir değişim. Sırasıyla Müslüman fertten başlayan aileden, topluma, devlete ve iktisadî yapının bütünüyle değişmesine doğru giden bir değişimi önerirdi. O hiçbir zaman tasavvufa karşı olmamıştı. O sadece tek başına tasavvufun kişiyi başarıya götüremeyeceğine inanıyordu. Çünkü o İslam’ın tek bir boyutuydu. Çekirdeği değildi.”
Bütün bu hakikatlere rağmen Mahmut Efendi’nin böyle bilgisizce konuşması ve Mevdudi ve Seyyid Kutub gibi müstesna şahsiyetleri “Hain” olarak nitelendirmesi çok acıdır. Dünyadaki İslami hareketlerden haberi olmadığı bilinen Mahmut Efendi’nin yaşlılığından dolayı bu sözleri söylediğini zannediyoruz. Namı kendisini geçen talebesi Cübbeli Ahmed Hoca’ya ne demeli peki. Zamanında "televizyona çıkan hocaların hepsi yahudi uşağı, hepsi mason, tv’lere çıkan hocalara asla inanmayın. Ben bile çıksam bana bile inanmayın” diye vaazlar veren ama şimdi Ergenekoncuları savunan Flash Tv’de proğramlar yapan Cukkalı pardon Cübbeli Ahmet Hoca; Kitab'ın ve Sünnet'in savunucusu olarak görünen, fakat İslâmın tevhid akidesini başka yönlere tevcihe çalışan bir hocadır. Show Tv’de ana habere konuk olduğunda, sistemin kurucusu hakkında düşünceleri sorulmuş ve cevabının ilk cümlesinde “kesinlikle takiyye yapmadığını” özellikle belirterek, hangi sistemin müdafisi olduğunu, o sistemin kurucusunu göklere çıkararak göstermiştir. İlgili video Youtube’de mevcuttur. Cübbeli; sistemin kurucusunu yere göğe sığdıramaz; ama onun benzeri zalim Abdunnasır hükümeti tarafından hunharca şehid edilen Seyyid Kutub’a, Mevdudi’ye ve benzerlerine delilsiz ithamlarda bulunmaktan çekinmeyen birisidir. Cübbeli’nin, Mevdudi’nin Şia sempatizanı olduğu ve sahabe düşmanı olduğu ithamını ayrı bir başlıkta inceleyelim.
5- ŞİA SEMPATİZANI VE SAHABE DÜŞMANI OLDUĞU İTHAMI: Cübbeli Ahmet hoca’nın Mevdudi’nin Şia sempatizanı olduğu ve sahabe düşmanı olduğu ithamını yukarıda nakletmiştik. Allahu âlem Cübbeli bu kanaate bizzat okuyarak ve araştırarak varmış değildir. Zira internet ortamında Mevdudi’nin özellikle “Hilafet Ve Saltanat” kitabından -başı ve sonu alınmadan- yapılan yalan yanlış nakillerle öyle bir Mevdudi portresi çizilmektedir ki Mevdudi’yi tanımayanların hemen yanlış kanatlara sahip olması işten bile değil.
İddiaların bir kısmını nakledelim: ”Mevdudi, Hazret-i Osman Radiyallahü Anh’ın Hülefa-i Raşidinin tesis ettiği hükûmet nizamının aydınlattığı meşaleyi de söndürdüğünü iddia ederek köpek dilini göstermektedir. Benî Ümeyye, yani Hazret-i Osman sülâlesinin memleket idaresinde söz sahibi olmasının kabiliyet ve işbirlikte izahının mümkün olamıyacağını, yani iltimasla getirildiğini iddia etmektedir. Hazret-i Osman’ın İslâmın ne olduğunu hâşâ bilmediğini isbat için “İslâm sadece memleket fethetmenin işi demek değildir.” diyebilmekte. “Hazreti Osman’ın siyaseti hatalı idi” demekte. İslâmın emrettiği seçim şeklinin modern olmadığını veya modern seçim sisteminin islâmın koyduğu seçim sisteminden üstün olduğunu, dolayısıyle Hazret-i Ali’ye haksızlık yapıldığını belirtmek için “Bugünkü modern usullerle bir seçim yapılmış olsaydı Hazreti Ali kazanacaktı” demekte … ”
Mevdudi, kendisine yapılan bu ithamlara Tercümanul Kur’an adlı dergisinde şöyle cevap veriyor:
”Eğer biz sağlam bir nakille mantıklı, delilli ve ölçülü tarzda İslam tarihini anlatmazsak ve bundan sağlam sonuçlar çıkararak metodlu bir şekilde dünyanın gözü önüne koymazsak, o zaman batılı şarkiyatçılar ve ölçülü kafa ve ruh yapısına sahip olmayan Müslüman yazarlar, onu son derece yanlış tarzda sunmaya devam edeceklerdir. Bunlar yeni yetişen müslümanlann beynine İslam tarihini baştanbaşa yanlış kavramlar ile yerleştireceklerdir. Bu gün Pakistan'da liseler, kolejler ve üniversitelerde islam tarihi okutulduğunu, buradaki öğrencilerin bu tarihi öğrendiklerini herhalde bilmiyor değilsiniz. Henüz daha bu sene Pencap Üniversitesinin siyaset bölümünde mastır yapan öğrencilere imtihanda: Kur'an-ı Kerim devletle ilgili olarak ne gibi prensibler getirmiştir? Peygamberlik döneminde bu prensibler nasıl uygulamaya konmuştur? Halifelik nedir? ve bu idare biçimi nasıl ve neden değişmiştir? gibi sorular sorulmuştur. Şimdi siz bu sorulara öğrencilerin batılı müsteşriklerin verdiği cevabını mı vermesini istersiniz? Veya Molla Aliyyül Kari'nin, İmam Şafi'nin söz ve görüşlerini naklederek cevap vermelerini mi istersiniz? Yani biz neden cesaretle kendi tarihimizin olaylarını önümüze koymayalım? Ve neden çekinmeden bunları inceleyip; Hilafetin aslında ne olduğunu, onu başkalarından ayıran özelliklerinin neler olduğunu, onda ve saltanat sisteminde ne gibi temel bir fark olduğunu, hilafetten saltanata geçişin bizde nasıl ve neden olduğunu, Halifeliğin yerine saltanat gelmesiyle sosyal hayatımızda gerçekde ne gibi fark meydana geldiğini, bu farkın zararlarından kurtulmak için veya azaltmak için ümmetin ileri gelenlerinin neler yaptığını sağlam bir şekilde belirlemiş olmayalım. Biz bunlara açık net ve irtibatlı delilli, mantıklı bir cevap veremezsek kafamızdaki şüphe ve tereddütler silinmeyecektir.
Benim bu kadar kafa yoruşumun sebebini işte siz bundan anlayabilirsiniz. Senelerdir bu ihtiyacı hissediyordum, Ama bu arada bir başkası çıkar da bu pek iç açıcı olmayan, fakat çok gerekli olan görevi yapar ben de kurtulurum diye bekledim durdum. Sonunda hiç bir kimsenin bu göreve yanaşmadığını görünce, aksine işi aşağı yukarı çekerek halifeliğin gerçek kavramını yok ettiklerini, yazdıkları yazılarda okuyunca mecburen bu hizmeti yapmayı Müslümanlar lehine mecbur hissettim.
Bazı dostlarım bana, sen ihtilaflı konulara girme, hakka çağıran (hakk davetçisi) ol, sadece hakka çağırma işi yap da herkes senin sözünü dinlesin diye yazı yazıyorlar. Ben onların bu öğütlerine bütün kalbimle teşekkür ederim. Fakat benim şu ana kadar anlayamadığım birşey var; hak davetçisi, kendisine karşı koymasınlar, tenkid etmesinler tenkid konusunda söz söylemesinler diyerek, Hadiste, Fıkıhda, Akaid ve Kelam meselelerinde, tarihe ait konularda söz söylemezse, hangi konuda insanlara söz söyleyecek, davetinin çeşitli yönlerini nasıl açıklayacaktır.
Diğer bir tarafdan da, bu gibi konularla Sahabe-i kiramın şahsiyetleri, zedeleniyor, yara alıyor. Ve müslümanların onlara duyması gerekli olan güvende değişme meydana geliyor diye endişe gösteriliyor. Bu konuda da bir kaç noktayı açıklamayı gerekli görüyorum.
Sahabe-i kiram hakkında benim kanaatim, bütün muhaddis ve fakihlerin onlar hakkındaki 'onların hepsi de en adaletli kişilerdir' kanaatlerinin aynısıdır. Bu dinin bize kadar ulaşmasına onlann aracılık ettiği gözler önündedir. Eğer onlann adaletli ve doğru olduklarında en ufak bir şüphe olsa dinde tereddüt doğar. Ama ben 'Sahabenin hepsi de en doğru kişilerdir', sözünden bütün sahabenin, hatasız olduğunu, onlardan her birinin her çeşit beşer eksikliklerden arınmış olduğunu, hiç birinin en ufak bir hata işlemediğini anlamıyorum. Bilakis ben o cümleden, Hz. Peygamber (sa.)'den rivayet etmekte veya ona bir sözü atıfda bulundurmakda hiç bir sahabinin doğrulukdan asla şaşmadığını anlıyorum. Eğer birinci manayı anlarsak; sadece tarih değil sağlam ve delilli dayanaklı hadisler bile onu destelemeyecektir. İkinci manayı anlarsak o zaman bunun böyle olduğu kesin olarak sabittir, öyle olmuştur. Aksini hiç bir kimse güvenilir bir kaynakla isbat edemez. Onların adaletli ve dürüst oluşları o dereceye varmıştır ki; Sahabe kendi aralarında yaptıkları savaşlarda bile, şiddetli çarpışmalarda, kan dökmelerine rağmen hiç bir taraf diğerinin aleyhine bir söz söylememiş, uydurma bir hadis ileri sürmemiş ve kendi menfaatine ters düşen bir hadisi de yalanlamaya kalkışmamışlardır. Bu bakımdan Sahabe konusunda, eğer sahabeden birinin haklı, diğerinin yanlış ve hatalı oluşu kabul edilirse din ve dini inanç tehlikeye düşer diye düşünülmemelidir. Biz istisnasız bütün sahabeyi Hz. Peygamber (a.s.) den rivayet etme konusunda kesin güvenilir buluyor ve her birinin rivayetini başımız gözümüz üstünde kabul ediyoruz.
Ben sahabe dâhil peygamber olmayan bütün insanları; günahsız değillerdir diye kabul ediyorum. Bana göre günahsızlık (masum oluş) sadece peygamberlere özgüdür. Düşüncem şu ki: Peygamberler dışındaki insanlardan bir tek kişi dahi, kendinden hata sudur etmez veya o fiilen hiç hata işlemez, manasında büyük bir kişi olamaz. Bilakis şu manada büyük bir kişi olabilir: Bilgi ve amel bakımından onun hayatında hayır tarafı ne kadar üstün gelmişse o kişi o derece büyüktür. Sonra bir insanda hayır tarafı ne kadar üstünse ben o kişiyi o kadar üstün kabul ediyorum. Onun bir hareketinde veya bazı davranışlarında hata olması bence onun büyüklüğünde fark meydana getirmez.
Bu konuda benimle bazı kişiler arasında temel bir görüş ve anlayış farkı vardır. Bundan dolayı insanlar çok kere benim durumum ve tutumumu anlamada yanılgıya düşüyorlar. İnsanlar zannediyorlar ki; büyük olan, mübarek salih olan kişi hata yapmaz, hata yapan da büyük, mübarek olamaz. Bu anlayışa göre onlar, büyük bilinen bir kişinin bir iş ve hareketine yanlış, hatalı denmesini istemiyorlar. Hatta onların bir hareketine yanlış diyen kişinin o kimseleri ulu, mübarek kişiler olarak kabul etmediğini de zannediyorlar. Benim görüşüm bunun aksinedir. Bence Peygamber olmayan büyük bir insanın, bir hareketi yanlış olabilir, buna rağmen de o kişi, büyük mübarek bir kişi olmakda devam edebilir. Ben büyük bir zatın yanlış bir işine, sadece güvenilir kaynaklardan gelen kesin bilgilerle sabit olduğu ve mantıklı bir teville başka bir şeye ve iyiye yorumu yapılamadığı takdirde yanlış diyorum. Yani, bir iş yanlış olmuşsa o iş yanlıştır diyorum. Sonra da tenkidini yaparken, o yanlış işin çizgisinin dışına tenkidi taşırmıyorum. Benim nazarımda o mübarek kişinin mübarekliğine o yaptığı yanlışlık yüzünden bir zarar meydana gelmemektedir. Ne de ona saygıda bir azalma olmaktadır. Hiç bir zaman kendisini büyük, saygın bildiğim kimsenin apaçık olan yanlışlıklarını, hatalarını inkâr etmeyi, sarıp sarmalayıp gizlemeyi veya mantık dışı tevillerle o hareketin doğru olduğunu isbat etmeye çalışmayı gerekli bulmadım. Yanlışa doğru demenin değişmez ve kesin sonucu, ölçülerimizin değişmesi sonucunu doğuracak ve çeşitli büyük zatların ayrı ayrı kendi hallerine göre yaptıkları hatalar birikerek içimizde yığılacak ve sarıp sarmalamakla veya alenen göze çarpan şeylere perde çekmekle; bana göre iş düzelmeyip aksine bozulacaktır. Bu şekilde bir tutum takınılmasından dolayı insanlar şüpheye düşecek, en üstün değer ve derecelere ulaştığını bildiğimiz insanların bu değerini biz uydurmuşuz, diyeceklerdir.
Sahabe-i kiramla ilgili okuduğum hadis ve siyer kitaplarından şu sonuca ulaştım ki; onlar sahabe oluş şerefinde eşit idiler, ama ilim ve fazilette, iki cihanın efendisi Hz. Peygamber (s.a.v.)'den feyz almakda ve onun öğrettiklerinden, sohbetlerinden faydalanmada aralarında derece farkı vardı. Onlar şüphesiz içinde peygamberlik mumunun yandığı bir insanlık topluluğu idiler. Bu toplumun bütün insanları ne bu mumdan eşit ölçüde ışık alabilmişlerdi, ne de hepsine bunun için eşit fırsat düşmüştü. Buna ek olarak bir de her birinin karekteri ayrıydı. Huyu ayrıydı. İyilikleri, zaafları aynı şekilde değildi. Onların hepsi kendi yeteneklerine uygun olarak Rasûlullahın sohbetinden ve öğrettiklerinden az çok faydalanmıştılar. Buna rağmen onların içinde öyle kimseler de vardı ki nefis tezkiyesinin en iyi eğitimine rağmen onların içinde her hangi bir yönde bir zayıflık kalabiliyordu. Bu inkarı mümkün olmayan bir gerçektir ve onun inkar edilmesi sahabe-i kirama saygının ve edebin bir gereği de değildir.
Hz. Osman (r.a.) efendimizin kendi yakınları konusunda uyguladığı tutum ve hareket tarzı ile ilgili olarak O'nun kötü niyet taşımadığında en ufak bir şüphe ve tereddüdüm olmamıştır. Müslüman oluşundan şehid oluncaya kadar yaşadığı bütün hayatı; O'nun Hz. Peygamber'in en içten ve en sevgili sahabesinden olduğuna tanıklık eder. Hak din uğruna yaptığı fedakârlıklarını O'nun tertemiz ahlakını, takva ve iffetini görerek hangi akıl sahibi insan, bu yaşayış ve davranışın sahibi birinin kötü niyyetle, bu günkü politikada bile olmaması gereken bir yakınlığı gösterebileceğini tahmin edebilir. Aslında o'nun böyle bir hareketi benimsemesinin temel sebebi, bizzat kendi açıklaması ile sıla-i rahim, başka ifadeyle yakınları ile ilgisini sürdürmeden başka bir şey değildir. O'nun anlayışına göre Kur"an-ı Kerim ve sünnette emredilen "sıla-i rahim" (akrabalarla ilgi ve ilişkiyi kesmeme)nin gereği; ancak kişinin yapabilme gücünde olduğu her çeşit iyilikleri, yardımları akrabalarına yapmaktan kaçınmamaktır.
Beni tenkid edenler, benim Hz. Ali (r.a.)'yi yersiz olarak aşırı derecede savunduğumu da ileri sürdüler. Ama ben Sahabe-i Kiram ve özellikle Hulef-i Raşidin konusundaki kendime özgü anlayış ve tutumumu daha önce belirtmiştim. Onların bir sözü ve hareketi zahiren insana yanlış ve hatalı gibi geliyor olabilir. O zaman onların bir başka uygun sözün olup olmadığı araştırılmalı, o dönemin şartları dikkate alınarak onların hareket tarzları içinde daha uygun bir yönün bulunması için gayret gösterilmelidir. Neticede söz veya tavır hakkında delilsiz bir savunuculuk yapmaya ihtiyaç bırakmayan mantıklı bir açıklamanın yapılması gerekir. Bütün güvenilir kaynakları incelediğim zaman gördüm ki Hz. Ali (r.a.), kendinden önceki üç halifeye bütün samimi duyguları ile yardımcı olmuş ve aralarında sevgi ilişkileri sürüp gitmiştir. Hz. Ebu Bekir (r.a.) ve Hz. Ömer (r.a.)'in vefatlarından sonra bütün içini açarak onları övmüştür. Aynı şekilde Hz. Osman (r.a.)'ın şehid olmasından başlayarak bizzat Hz. Ali (r.a.)'nin kendisinin şehid olmasına kadar, ortaya çıkan her durumda onun tutumunu inceden inceye gözden geçirdiğimde, onun kendi sözlerini veya o dönemin olaylarını, durumlarını incelediğimde, onda gördüğüm şu olmuştur: O'nun bütün davranış ve hareket tarzının kesinlikle makul bir sebebi, sağlam bir dayanağı vardır.”
6-SÜNNET /HADİS MÜNKİRİ OLDUĞU İTHAMI: Yine Necip Fazıl Kısakürek’ten yine bir itham:”…Hadis’te zaif” demesi de akılla aklı yenen büyük kahramanın iç kanal mevzuunda gösterdiği hadislere muhalefetinden doğuyor.”
Seyyid Mevdudi'nin "Sünneti kabul etmediği" ya da "hafifsediği" iddiaları ona yapılmış en büyük bühtan ve iftiralardandır. Hint alt kıtası başta olmak üzere İslam dünyasında sünneti en iyi şekilde müdafaa etmiş ve hadis inkârcıları kalemi ile mücadele edip onların tüm iddialarını yerle bir eden birine bu tür iftiralarda bulunanları yüce Allah'a havale etmek gerek. "Tercümanü'l Kur'an" adlı dergisinde hadis münkirlerine reddiye veren Mevdudi'nin makaleleri daha sonra "Sünnetin Anayasal Konumu" adıyla neşredilmiştir.
Mevdudî’nin yaşadığı dönem, hadîsle ilgili düşünce ve akımlar yönünden önemli hareketlilikler göstermektedir. Bu dönemde bir tarafta hadîsin dinî ve hukukî değerini reddeden Ehl-i Kur’an, diğer tarafta hadîsi olduğu gibi kabul eden, zahirle yetinen ve metin tenkidine hiç yanaşmayan Ehl-i Hadîs, öteki tarafta ise hadîsin tarihsel olduğunu söyleyen ve onu modern bir yoruma tabi tutan modernistler bulunmaktadır. Mevdudî, bütün bunlar arasında bir denge, bir orta yol sağlamayı düşünmüş ve öyle de yapmıştır. Hadîsin dinî ve hukukî değerini kabul edip ispatlayarak Ehl-i Kur’an’a, hadîsi olduğu gibi kabul etmeyip yeri geldiğinde senedi sahih de olsa metin tenkidi yaparak Ehl-i Hadîse, hadîsin bugün de uygulanması ve kanun yapmada dikkate alınmasını söyleyerek modernistlere karşı ilmî bir mücadele vermiştir.
Mevdudî hadîs tenkit metodunu kullanmakla birlikte tenkit edilen ve uydurma olduğu iddia edilen birçok hadîsin uygun bir şekilde anlaşılabileceğini de ortaya koymuş ve hadîslerin reddedilmesinde acele edilmemesi gerektiğini vurgulamıştır. Hadîsin uygun bir te’vili varsa mutlaka ilk önce ona müracaat edilmelidir. Buna uygun olarak; hilafetin Kureyşîliğine, güneşin arşın altına secde etmeye gitmesine, sıcaklığın şiddetinin cehennemin kaynamasından olmasına, ev, kadın ve atta uğursuzluğu olmasına, sahabenin irtitad etmesine, kadere, Hz. Peygamber’e sihir yapıldığına vb. dair hadîsleri te’vil etmiş ve uygun anlamlarını ortaya koymuştur.

Mevdudi, Ehl-i Hadîs âlimleri tarafından sahih hadisleri reddetmekle itham edilmiştir. Halbuki Mevdudi, Sahih-i Buhari’deki sahih bir hadîsin uydurma olduğunu iddia eden bir okuyucuya şöyle cevap verir: “Bir hadîsi reddetmek için kişinin o hadîsin konusuna şöyle bir bakmakla yetinerek karar vermesi sağlam bir metot değildir. Konu anlaşılamadığında veya kafada yanlış bir mana doğduğunda hemen hadîsin uydurma olduğuna karar vermek, şu şu sebeplerden dolayı mevzudur demek hiç de isabetli olan bir yol değildir. Aksi takdirde bu yolla bütün sahih hadîsleri reddetmek mümkün olur. Hadîsleri inceleyebilmek için hadîs ilmine vukufiyet gerekir. Diğer gerekli olan şey de kişinin sözü anlayıp, kafasına mesele iyi girecek kabiliyette olmasıdır. Bu şekilde rivayet ve dirayette sağlam bir ölçü elde ettikten sonra hadîsleri inceleyip onların sağlam olmadığına karar vermeye yetkili olunabilir”

Sonuç olarak, siyasi-ictimâî bir ihyâ hareketi önderi olan Mevdûdî, hadisçiliği ile öne çıkmış bir âlim ve cemiyet önderi değildir. Bununla birlikte, sünnete dinamik bir anlam kazandırmaya yönelik gayretleri, hadis inkârcılarına karşı yaptığı sünnet vurgusu, 20. yüzyılda, sünnetin yeniden inkişâfı bağlamında önemli adımları sayılabilir.
7- MEHDİ’NİN GELECEĞİNİ VE DECCÂL’İN ÇIKACAĞINI İNKÂR ETTİĞİ İTHAMI: Dr. Ahmet Emin Seyhan, Kıyamet alametleriyle ilgili bir makalesinde: “Bazı İslâm âlimleri Mehdî, Deccâl ve Mesîh beklentilerinin hasta akılların ürünü olduğunu, yeryüzünde bu tür efsânelere yer olmadığını, mitolojik “deccâl” inancının Yahûdî ve Hıristiyanlara ait olup bu kültürlerden İslâm’a intikal ettiğini ileri sürmektedirler” demekte ve Mevdudi’yi de bu âlimlerden saymaktadır.
Yine internette dolaşan bir makalede Mevdudi’nin”Peygamber zamanından şimdiye kadar 1350 sene geçti. Halen deccal meccal diye birşey yoktur. Anlaşılıyor ki, deccal hakkında Peygamber'den sadır olan tüm hadisler, Onun görüş ve kıyaslarına mebnidir. Hakikaten kendisi de deccal hakkında şüphede idi. Dolayısıyla bir sefer Horosan'dan; bir keresinde Esfehan'dan, başka bir keresinde de Şam ve Irak arasından çıkacağını söyledi. Hatta bir defa da İbnu Seyyad'ın deccal olacağını zannetti. Nihayet deccal hadisini nakleden, hristiyan rahibi olan, Temimi Dari'dir.” dediği ve böylece Mevdudi’nin deccal’in geleceğini inkar ettiği iddia olunmaktadır.
Önce Mehdi meselesini ele alalım. Mehdî, h-d-y kökünden türetilen ve hidayete erdirilmiş anlamında kullanılan bir isimdir. Dinî bir terim olarak, kıyamete yakın bir zamanda gelerek insanları imana ve kurtuluşa çağıracak olan kişi için kullanılır.
Mevdudî, önce İslam’da İhya Hareketleri adlı eserinde mehdî ile ile ilgili görüşlerini ortaya koymuştur. Mevdudî, burada halkın mehdî anlayışı üzerinde durduktan sonra kendi mehdî anlayışını takdim eder. Ona göre halk mehdîyi, hafızalarında eski zaman kıyafetleri içinde ruhban görünüşlü, elinde tesbih, sırtında cübbe ve “ben mehdîyim, bana uyun” diye bağıracak birisi olarak canlandırmaktadır. Mehdî çıktığında, bu özelliklere sahipse ona biat edeceklerini söylemektedirler. Küfre karşı yapılacak cihada silahların bir sembol olarak taşınacağı kanaatindedirler. Çünkü bu silahları kullanmalarına gerek kalmayacak. Kâfirleri zikirlerle, dualarla, marifet bilgisiyle yerle bir edeceklerine, bir bakışta toplarını tüfeklerini, uçaklarını darmadağın edeceklerine inanmaktadırlar.
Mevdudî, bunun ardından kendi mehdî anlayışını ortaya koyar ve şöyle der: “Fakat şu bir gerçek ki, Allah (cc)'ın hâkimiyetini bütün dünyada tesis eden bir müceddid gelecektir. İster çok yakında isterse çok sonraları olsun, farketmez, O, peygamberimizin hadislerinde açıkça tanımlanmış olan İmam Mehdi'dir. O'nunla ilgili olarak bazı işaretler de yine bizzat peygamberimiz tarafından açıklanmıştır.
Bu işaretler, Müslim, Tirmizi, İbni Mace ve diğer bazı hadis kitaplarındaki hadislerde açıklanmıştır. Şuna inanıyoruz ki, İmam Mehdi geldiği zamanın en ideal komutanı, lideri olacaktır. Buradaki idealden maksadım şudur: çağın bütün gerçeklerini bilecek, tam bir yönetici yeteneğine sahip bir insan olacaktır. Korkarım ki, onu ilk reddedecek olanlar gelenekçi ulema sınıfı ve sufi takımından başkası olmayacaktır. Çünkü onlar göreceklerdir ki, bu insanın, tasavvurlarındaki Mehdi ile hiçbir ilgisi yok.
Mehdi, geldiği zaman, Müslümanlar'ın düşünce ve inançlarında bulunan cahiliye pisliklerini temizlemeye çalışacak, en saf şekliyle İslam'ı ortaya koyacaktır. İslam'ı her alanda hâkim kılmak için çalışacaktır. Kendisine ait veya kendisinin oluşturduğu bir iddia veya davası yoktur. Bunun karşısında cahiliye de boş durmayacak, bütün gücüyle 'batılı' hâkim kılmak için çalışacaktır. Ama hak için yapılan bu büyük cihadda Allah(cc)'ın yardımıyla Müslümanlar galip çıkacak, cahiliye hezimete uğrayacaktır.
Mehdi'nin hak davası için olan bütün çalışmaları İslam'ın dünyaya hâkim olmasına vesile olacak, bütün dünyada bir İslam nizamı tesis edilecektir. İslam'ın bu hâkimiyetini, sadece yönetim biçimi içinde ele almak yanlıştır. Çünkü İslam'ın hâkimiyeti her alanda gerçekleşecektir. Bütün bunların sonunda hadiste de belirtildiği gibi "yerde ve gökte bulunan herkes mutlu olacaktır."
Bir Müslüman olarak, İslam'ın hâkimiyetini görmenin özlemi içindeyiz. Bunu görebiliriz veya göremeyiz, önemli olan bu değildir. Önemli olan bu gaye için gayret göstermek, çalışmaktır. Nihai fethin komutanını zihnimizde tasavvur edersek göreceğiz ki, böyle bir zaferin imamı ile halkın tasarladığı imam arasında hiçbir benzerlik yoktur. Böyle bir liderin geleceğine olan inancı, hayretle karşılayanlara şaşmamak, doğrusu elden gelmiyor...”
Mevdudi’nin deccal’i inkâr ettiği ithamına gelince, önce deccal hakkında bilgi verelim: Deccâl, ‘decl’in mübâlağa siğası olup "çok yalancı, aldatıcı, hilekâr" manasına gelmektedir. Kavram olarak ‘deccâl’, ahir zamanda ortaya çıkıp, göstereceği olağanüstü yeteneklerle insanları dalâlete sürükleyeceği kabul edilen kişidir. Deccâl ve onun faaliyetleriyle ilgili bilgiler hadislerde bulunmaktadır Daha çok ta ‘mesih deccâl- yalancı mesih’ olarak geçmektedir.
Mevdudî’ye göre deccalle ilgili bütün hadîsler incelendiğinde görülecektir ki, Hz. Peygamber’e bu konuda ancak büyük bir fitneci deccal çıkacağı ve alametlerinin şöyle şöyle olacağı bildirilmiştir. Fakat kendisine ne zaman ve nerede ortaya çıkacağı bildirilmemiştir. Bu son durum, nakledilen hadîslerdeki farklı anlatımlardan ve Hz. Peygamber’in üslubundan anlaşılmaktadır. Bu üslup, ilgili sözlerin vahiyle değil, tahmin ve kıyasla söylendiğini göstermektedir.

Hz. Peygamber, bir yerde deccalin Horasan’dan çıkacağını buyurmuş, bir yerde Isfahan’dan, başka bir yerde Suriye ve Irak arasındaki bir yerden çıkacağını belirtmiştir. Daha başka bir hadîsinde de Medine’de doğan İbn Sayyad adında bir yahudi çocuğunun deccal olabileceğini söylemiştir. Son olarak diğer bir rivayette de, hicretin 9. yılında Filistin’den Temim ed-Darî adında bir hıristiyan bir rahip gelerek müslüman olmuş ve Hz. Peygamber’e “bir gün denizde (muhtemelen Akdeniz veya Kızıldeniz) seyahat ederken ıssız bir adaya uğradığını, orada adının Cessase olduğunu söyleyen çok kıllı bir hayvan gördüğünü, bu hayvanın kendisini manastırdaki bir adama götürdüğünü, elleri ve ayakları zincirlere bağlı enteresan bir insan gördüğünü ve onun kendisine deccal olduğunu söylediğini” anlatmıştır. Hz. Peygamber bu şahsı yalanlamamış, deccalin Akdeniz’de mi, Kızıldeniz’de mi çıkacağını şüpheyle karşılayarak “zannediyorum ki o Doğudan çıkacaktır” demiştir.

Mevdudî, Rivayetler birlikte mütalaa edildiğinde, bu rivayetlerin iki gruba ayrılabileceğini belirtir. Ona göre birinci gruptakiler, deccalin geleceğini, şöyle şöyle fitne çıkaracağını belirten hadîslerdir ki, bunların verdiği bilgiler tereddütsüz gerçektir. İkinci gruptaki hadîsler deccalin ne zaman ve nereden çıkacağını, o şahsın kim olduğunu ifade eden hadîslerdir. Bunlarda sadece rivayetler farklı olmakla kalmıyor, ayrıca rivayetlerde şüphe, tereddüt ve tahmin belirten ifadeler kullanılıyor. Mesela İbn Sayyad hakkında Hz. Peygamber, Hz. Ömer’e şöyle buyurur: “Deccal bu ise onu öldürecek olan sen değilsin, eğer bu değilse, o takdirde bunu öldürmeye hakkın yoktur”. Diğer bir hadîste “Eğer o deccal benim zamanımda ortaya çıkarsa, ben ona delillerimle karşı koyarım; yok benden sonra çıkarsa Rabbim her mü’minin koruyucusudur” buyurmuştur. Bu ikinci gruptaki hadîsler dinî açıdan birinci gruptaki hadîsler gibi değildir. Bu rivayetleri tamamen İslam itikadı içinde değerlendiren kimse hata işlemiş olur.”

Sonuçta Mevdudi; Mehdi aleyhisselam’ın geleceğine ve deccal’in çıkacağına inanmaktadır. Onun bu konularda uydurulmuş hadislere karşı olan tavrı yanlış anlaşılmıştır.
8-KADERİ İNKÂR ETTİĞİ İTHAMI: Üstad Mevdudi hakkındaki ithamlardan biri de O’nun kaderi inkâr ettiğidir. Bir yazar bunu şöyle ifade ediyor: “Mevdudi, kitaplarında İslamın temel inanç esaslarından kadere (imanın temel bir rüknü olarak) yer vermemek suretiyle ehl-i sünnet yolundan sapmıştır.”

Nizameddin Demir de “Dikkat edilirse üstad Mevdudi (rh.a) bu bölümde, imanın esaslarını tasnif ederken ‘kaza ve kadere iman’ unsuruna yer vermemiştir.Ancak iman esaslarını izah ederken ‘kaza ve kadere imana’ yer vermemiş olması, önemli bir eksikliktir. Maalesef bugün, üstad Mevdudi ‘ye (rh.a) gönül veren ve görüşlerini savunan bazı gençlerin, ’kaza ve kadere iman’ konusunu hafife aldıklarını görüyor ve üzülüyoruz. Bu sadece o gençlerin kusuru mudur? Bu suale ‘evet’ cevabını vermek kolay değildir. Bu eserlerinde olduğu gibi, diğer bazı eserlerinde de ‘Kaza ve kadere iman’ unsuru üzerinde durmaması, böyle bir anlayışın yayılmasına sebeb olmuştur.” diyerek Üstad Mevdudiyi eleştirmektedir.

Hâlbuki üstadın "Kaza ve Cebr" adında bir kitabı vardır ve bu kitabında kaza ve kadere imanın önemini çok güzel anlatmaktadır. Mevdudi; gençler, yeni Müslümanlar ve Müslüman olmayanlar için kaleme aldığı kitaplarında kaza ve kader'e imanı bazı Maturidi imamları gibi insanların zihninde sorular oluşmasın ve daha kolay anlaşılır olsun diye Allah'a imanın içinde zikretmiştir.

Biz Üstad’ın bu kitabından bazı bölümleri nakledelim:
Kur’ân-ı Kerim’de “kader” kelimesi, iman esasları içinde sayılan hepimizin bildiği anlamıyla kullanılmamaktadır. Kur’an, bu kelimeyi, evrenin Allah tarafından belirlenmiş kurallar ve ölçüler içerisinde yarattığı; rastgele ve tesadüfî bir şekilde yaratılmadığı anlamında kullanmaktadır. Bu arada Kur’an’ın, kaderi imanın bir prensibi olarak sunmadığı da kabul edilmelidir. Ancak, bu, Kur’an’da kader konusunun yer almadığı anlamına gelmez. Kader’in imanın bir prensibi olarak zikredilişi, Peygamber (s.a.s.)’in hadislerinde geçmektedir.
Kur’an’da, hadislerde iman esasları içinde sayılan kaderin reddedildiğine rastlanmaz; aksine, kaza ve kader inancı ile ilgili çok sayıda âyetler vardır. Bu âyetlerin toplamından, Allah’ın insanlar için bir kaza ve kader tayin ettiğini ve bu takdire iman edilmesi gerektiği anlaşılmaktadır. Dolayısıyla sadece Kur’an’dan yola çıkılınca bile, vahyin belirttiği şekilde kadere iman etmek gerekmektedir. Kaza ve kader konusunda temel esas, Allah’ın bir kaderi, kazâsı ve takdiri olduğuna iman’dır. Fakat bu kaza ve kaderin ne olduğu ve nasıl cereyan ettiği konuları, tarihten beri tartışılagelmiştir.
Kur’an’da kader konusunun yer alışı, olayların anlatım akışı içerisinde sözkonusu edilmektedir ve bu nedenle anlatım içerisindeki bağlamları gözardı edilmeden, konuyla ilgili bütün âyetler bir araya getirilmek ve onları dikkatli bir değerlendirmeye tâbi tutmak sûretiyle ancak Kur’an’ın kader konusundaki bakış açısı tespit edilebilir. Kur’an’ın değişik yerlerinde kader konusuna değinilirken kimi âyetlerden cebr, kimilerinden de tam bir özgürlük anlamı çıkarılabilir. Nitekim kimi mezhepler kader konusunda cebr ifâde eden âyetleri esas almış ve diğer âyetleri buna göre te’vil etmiş, bazıları tam bir hürriyet ifâde eden âyetleri esas alarak diğerlerini te’vil etmiş, diğerleri de orta bir yol takip etmiştir.
****fizikle ilgili meseleler hakkında İslâm'ın doğru gö¬rüşü şudur: Neyin ne kadar bilinmesi gerekliyse, Allah ve Resulü bize anlatmıştır. Bundan fazlasını merak etmek, hak¬larında bilgi edinmek için elimizde herhangi bir kaynak bu¬lunmayan, bilinmemelerinin bize herhangi bir zararı olma¬yan hususlar ve nesneleri bilmeye çalışmak ve araştırmak hem gereksiz hem tehlikelidir. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyrulmuştur:"Ey mü'minler! Size açıklanması halinde fenanıza gide¬cek olan şeylerden Resule sormayın." (El-Maide: 101) "Peygamberin size verdiğini alın. Sizi, kendisinden nehyettiği şeyden de sakının." (El-Haşr: 7)
Ve bu nedenle, hadis-i nebevî'de sık sık soru sorulması ve saçma sapan konularla uğraşılmasının hoş olmadığı kay¬dedilmiştir. Nitekim bir hadisinde, Resulullah şöyle buyur¬muştur:"Bir kişinin İslâmı için iyisi gereksiz şeyleri bırakması¬dır."

"Takdir" veya kader meselesi de bu konulardan biridir. Nitekim Hz, Peygamber (a.s.) sık sık bu meseleyi tartışmak¬tan sakınılmasını istemiştir. Bir defasında sahabiler arala¬rında bu meseleyi konuşuyordu. Derken Resulullah (a.s.) geldi ve bu tartışmayı dinleyince yüzünde kızgınlık belirdi. Hemen, "Böyle şeyler için mi size emir verildi? Bunun için mi ben size gönderildim? Bu gibi şeyler yüzünden geçmiş mil¬letler helak oldu. Kanımca, siz bu konuda kavga etmeyin." Yani kendisi şöyle demek istemiştir: Bu, sizin için illâ bir kanıya varılması gereken şer’i bir konu değildir. Yani, bu¬nunla ilgili herhangi bir araştırma yapmaz ve konuşmaz¬sanız, kıyamette bundan sorumlu tutulmayacaksınız. Bu konuda ağzınızı açarsanız, ister istemez yanlış yahut doğru bir şey söyleyeceksiniz. Böylece, tartışmamanız gereken bir konuda tartışırsanız, başınızı derde sokarsınız. Sizin anlaya¬cağınız, sizin konuşmanız size zarar verebilir; oysa konuş¬mamanızın hiçbir zararı yoktur.

Başka bir defasında Hazreti Peygamber, gece vakti Hz. Ali ile Hz. Fatma (r.a.)nın evine gitti ve Kendilerine, "Teheccüd namazı niye kılmıyorsunuz?" diye sordu. Hz. Ali, "Ya Re¬sulullah nefislerimiz Allah'ın elindedir; O ne zaman isterse uyanırız" diye cevap verdi. Bunu duyar duymaz oradan ayrıldı ve bacağına elini vurarak dedi ki, "İnsan (bütün mahlûkların) en kavgacısıdır." Bundan dolayıdır ki, muhaddis ve fakihlerin büyük bir bölümü "İyi veya kötü kader Allah'tandır" gibi genel inanç üzerine ittifak etmiş ve bu hususta fazla araştırma ve incele¬me yapan veya cebir ve kader hakkında kesin hüküm veren¬leri şiddetle kınamıştır. Ne var ki, Hazreti Peygamber (a.s.) ile geçmişteki din büyüklerimizin yasaklamalarına rağmen, başka milletlerin felsefe ve fizikle ilgili sorunlarını inceleyen Müslümanlarda bu konu geniş çapta tartışılmaya başlandı; öyle ki, bu İslâm'da kelâm ilminin en önemli konularından biri haline geldi.

Kur'an-ı Kerim'de kadere iman etmekle ilgili olarak yer alan öğretinin asıl amacı; İnsanın dünyada hiçbir gücün kâr veya zarar verme yetkisine sahip olmamasına inanmasını, sadece Allah'ı fail, etkin, kâr veya zarar verici olarak kabul etmesini, bütün işlerinde sadece O'na güven¬mesini, mahlûkata karşı rezil-ü rüsva olmamasını ve eğer rahata ve refaha kavuşmuşsa, bundan dolayı böbürlenmemeşini, kibir ve bencilliği kendi nefsine yerleştirmemesini ve Allah'ın dünyasında isyan ve tuğyan etmemesini sağlamak¬tır, işte bu husus, Hadîd Sûresinde şöyle dile getirilmiştir: "Size yeryüzünde veya nefislerinizde herhangi bir musi¬bet gelmez ki, ancak biz onu yaratmazdan evvel bir kitapta (levh-i mahfuz) yazılmış olmasın. Bu da Allah'a göre kolay¬dır. Bunun, önceden mukadder ve yazılı olduğunu bilip eli¬nizden çıkan şeylerden dolayı üzülmemeniz ve elinize geçen ile de sevinip şımarmamanız için (size beyan eyledik). Allah, dünya nimeti ile böbürlenen kibirliyi sevmez." (El-Hadîd: 22-23)

Biz bu evrenin hazırlanması ve işlenmesinde büyük bir cid¬diyeti görüyoruz. Hiçbir yerde şaka, oyun veya alay görmü¬yoruz. O halde, gerçek, vicdanen hepimizin hissettiği husustur. Yani, gerçekten biz burada sınırlı ölçüde bazı yetkilere sahibiz ve bu yetkilerin kullanımı açısından biz münasip derecede öz¬gür de sayılırız. Bu özgürlük elde edilmiş değil, bağışlanmış bir özgürlüktür. Bunun miktarı nedir, sınırları nedir ve niteliği ne¬dir? Bunu belirlemek zor, hatta imkânsızdır. Ancak bunun öz¬gürlük olduğu inkâr edilemez. Evrenin cihanşümul planında bizim için seçilen konum, sınırlı bir ölçüde özgürce hareket eden bir aktörün rolüdür. Bizim için burada sahip olduğumuz özgürlük, ancak bu planda uygun görülen ve sığdırabilecek kadar özgürlük vardır. Ve biz, ahlaki açıdan aslında bize veril¬miş olan özgürlük kadar sorumluyuz. Bizim ne kadar özgür olduğumuz ve yaptığımız işlerden ne kadar sorumlu olduğu¬muz, bu her iki husus bizim bilgi alanımız dışındadır. Bunu an¬cak kendi planında bize bu konuma layık gören güç bilebilir.

İşte dinimizin bu meselede benimsediği görüş budur. Dini¬miz bir yandan Kaadir-i Mutlak olan Allah'a iman etmemizi ister ve bu da demektir ki, biz ve çevremizdeki bütün her şey ve evren Allah'a bağlıdır ve O'nun hâkimiyeti herkesi ve herşeyi kuşatmıştır. Diğer yandan, dinimiz bize ahlâk kavramlarını Öğ¬retir, iyi ile kötü arasında ayırım yapmamızı sağlar ve falanca yolu seçtiğimizde kurtulacağımızı, filanca yolu benimsediği¬mizde cezalandırılacağımızı anlatır. Bu husus, ancak bizim ger¬çekten kendi hayat yolumuzu seçmekte özgür olmamız halinde tutarlı olabilir.
9-SİYASETE GİRİŞİ VE BU YOLLA MEVKİ SAHİBİ OLMA İSTEĞİ KONUSUNDAKİ İTHAMLAR: M.Şevket Eygi ” Mevdudî” adlı gazete yazısında:” Mevdudî, klasik ve geleneksel mânada bir İslâm âlimi miydi? Bence değildi. Onun ağır basan tarafı Müslüman bir politikacı oluşuydu. Aktivist bir şahsiyetti. Bir parti lideriydi. Pakistan'ın resmî ismi "Pakistan İslâm Cumhuriyeti"dir. Pakistan, kuruluş tarihinden bu yana hiçbir zaman gerçek mânada bir İslâm devleti olamamıştır. Bir İslâm devleti değildi ama anayasasında Şeriat'a aykırı kanun çıkartılamayacağı yazılıydı. İşte Mevdudî böyle bir ülkede siyasî bir parti kurmuş ve uzun yıllar boyunca süren bütün gayret ve çabalarına rağmen başarılı olamamıştır. Partisi serbest seçimlerde çoğunluğun oyunu alamamış ve iktidara geçememiştir. Mevdudî hakkında Türkiye Müslümanlarının, doğru cevabını bulmak hususunda derin derin düşünmeleri gereken soru şudur: Mevdudî'nin kendi vatanı Pakistan'da, bunca olumlu şartlara ve bol imkânlara rağmen başarılı olmayan ideolojisi, çare ve çözümleri, reçetesi Türkiye'de başarılı olabilir miydi?” diyerek Mevdudi’yi eleştirmektedir.
Bir yazar da şöyle diyor: ”İslâm Dinini sanki ülkelerde veya milletlerin idaresinde muhakkak olması gereken bir idare şekli olarak algılayanlar ve görenler oldum-olası eskiden beri İslâmın böyle bir iddiası ve amacı olmadığına inanan mutasavvıflarla sürekli çatışmışlardır. Yani, bunlar sofiyyunun ve Turuk-u Aliyyenin meslek ve meşrebine pek iltifat etmezler ve onların metod ve davranışlarına şaşı bakarlar! Hâlbuki tarih şahittir ki, İslâmın birçok kişide ve ülkede neşv-u nema bulmasına sebep, tasavvuf içindeki mümtaz ve müstesna şahsiyetlerdir. Rasulullah (s.a.v.) Efendimizin asla devlet idaresini ve iktidarını ele geçirme gibi bir sevdası olmamıştır. İslam Dinini benimseme ve insanlar arasında yayılıp genişlemesinden sonra idare ve iktidar otomatikman müslümanların eline geçmiştir. Yoksa amaç bir iktidar mücadelesi hiçbir zaman olmamıştır. İşte, bu ince noktayı bir türlü kavrayamayan başta Seyyid Kutup olmak üzere Mevdudi, Said Havva ve bunlara ilâveten günümüzde yeni türemiş olan birçok mezhepsiz ve modernist kişilikler sanki bu iktidar mücadelesini mülsümanlar için asla vazgeçilemeyecek bir durum olarak lanse etmeye çalışmaktadırlar. Bunların, İslâmın özünden ve müslümanların saadetinden zerre kadar haber ve bilgileri yoktur. “
Yukarıda naklettiğimiz yazarların Mevdudi hakkındaki ithamlardan bir kısmına(mezhepsiz ve modernist olması, tasavvufa düşman olması ithamları) önceki bölümlerde cevap vermiştik. Burada cevap arayacağımız kısım üstad Mevdudi’nin siyasete girişi, bu yolla ” devlet idaresini ve iktidarını ele geçirme sevdası” için uğraşan ve bu sayede mevki makam sahibi olmak isteyen birisi olduğu ithamlarının gerçekliğini araştırmaktır.
Bilindiği gibi, 20. yüzyılda birçok Müslüman ülkesi kâğıt üstünde ve/ya gerçek manada bağımsızlığını kazanmıştır. Bağımsızlık kazanılmış olsa da, uzun süren sömürgeciliğin izleri silinmemiş olup etkisi halen devam etmektedir. Söz konusu ülkelerin başına general, diktatör ve yeni hanedanlar gelmiştir. Bu yöneticilerin çoğu, iktidara gelir gelmez, kendisini Batılılaşmanın öncüsü olarak takdim etmiş ve ülkelerini modernleştirmek için uğraşmışlardır. Bu modernist politikalardan İslam da nasibini almış, İslam'ın güncellenmesi, yeniden şekillendirilmesi suretiyle halkın ve ülkenin gelişeceği vaat edilmiştir. Belki de siyasal İslam diye adlandırılan olgunun tarih sahnesine çıkmasının nedeni; bu "Müslüman liderler"in çağdaşlaşma yolundaki İslam dışı uygulamaları ve bu yolda kendi halklarının inançlarını aşağılamalarıdır. Bu aşağılama, Müslümanların siyasi bir dil kullanmasına, siyaset sahnesinde boy göstermelerine neden olmuştur. Hasan El benna, Mevdudi, Seyyid Kutub, Said Havva, Muhammed Gazali ve Yusuf Kardavi başta olmak üzere birçok önemli isim, eserlerinde İslam'ın siyasi boyutu hakkında konuşmuş, yüzyılların sorunlarını çözmeye çalışmış, bu özellikleriyle 20. yüzyılda öne çıkmışlardır.

Mevdûdî’nin yaşadığı dönem, halkı Müslüman olan ülkelerin sömürgelerden kurtularak kendi ulasal devletlerini kurma çabalarına şahit olmuştur. Genel olarak bu ülkelerde siyasî parçalanmışlık ve toplumsal çalkantı hâkimdir. Hindistan ve Pakistan’ın ayrılması da bu dönemde gerçekleşmiştir. Pakistan devletinin kurulması aşamasında yeni devletin hangi temeller üzerine inşa edileceği de yoğun tartışma konusu olmuştur. O tarihlerde gazetecilik yapan Mevdûdî de bu tartışmaların içerisinde bulunmuştur. ‘Siyasal alanda da egemenlik sadece Allah’ın hakkıdır, yasa koyucu sadece Allah’tır‘ diyen Mevdûdî bütün bu düşüncelerden hareketle İslâmi bir devlet modeli ortaya koymaya çalışmış ve bu amaçla uzun yıllar liderliğini yaptığı Cemaat-i İslâmî Partisi’ni kurarak düşüncesini hayata geçirmek istemiştir.

Üstad Mevdudi bu konuda kendisine sorulan “Sizden ricam; bir gayri müslim devlet idaresinin yönetiminde olan ülkede dinin nasıl hâkim kılınabileceğini açıklamanız ve Hz. Musa'nın davetinin İsrail oğulları ve Firavun kavmi ile ilgisinin sizce gerçek biçiminin ne olduğunu ve israil oğullarının milli sorunlarına onun neden özel ilgi gösterdiğini bildirmenizdir” sualine şöyle cevap veriyor:
Bu günlerde sizin oralarda sürekli konuşulan bu konuyu ben dikkatle inceledim. Bu meselede görüşüm kısaca şöyle: Bir ülkede veya belli bir zaman diliminde dini hayata hâkim kılmak için ortaya çıkan kimse veya kimseler kendilerini zaman ve mekan bağlarından kurtarıp onların üstünde bir hakikatin öncülüğünü yapsalar yahut, her devir ve bölgenin insanlarına aynı değerde olan bir temel öğretiyi (hak yolu) sunsalar, yine de içinde faaliyet gösterdikleri ülke ve toplumun özelliklerinden, durum ve şartlarından tamamen uzakta duramazlar. Bu kişi sadece dini anlatan bir davetçi değil de fiilen dini hayata hâkim kılmak için çalışıyorsa yer ve zamanın şartlarına kendi daveti açısından bakması ve değerlendirmesi gereklidir. Davet için o şartlara en uygun olan tarzı benimsemesi lazımdır. O hangi toplumda faaliyet göstermeye başlamışsa, o toplumun İslâm dışı bir toplum olup olmadığına yahut eskiden beri o toplumda İslâma iman etmiş insanların bulunup bulunmadığına veya ezici çoğunluğun Müslüman olup olmadığına dikkat etmeli, kesinlikle bunları gözardı etmemelidir. Bu üç durumda davet tarzı aynı olamaz; sonra bu değişik türden toplumlarda da davet tarzı aynı olmaz. Bir yerde, mesela Amerika veya Japonya gibi durumlar olur, başka bir yerde Rusya veya Çin gibi. Bir yerde Hindistandaki şartlar geçerlidir, diğer bir yerde Seylan. Bir yerde Pakistan tipi diğer bir yerde Mısır ve Suriye başka bir yerde Türkiye gibi şart ve durumlarla karşılaşılabilir. Her ne kadar İslâmın esasına yapılan çağrı bunların hepsi için aynı olsa da, bu uğurda çalışanlar akıl ve fikir sahibi iseler her yerde aynı neticeyi kullanamazlar! Hastalığın ve hastanın durumunu göz önünde bulundurup reçetede ona göre değişiklik yaparlar.
İslam dünyasındaki ülkelerin sömürge (Cezayir, Mısır, Filistin, Bosna-Hersek, Pakistan…) ya da yarı sömürge (İran…) durumunda olmaları sebebiyle veya diğer ihtimalle de, İslami yaşantıya izin vermeyen yönetimlere (Türkiye…) sahip olmaları nedeniyle ortaya çok farklı tiplerde mücadele biçimleri çıkmıştır. İçinde bulunulan sistemi toptan reddetmeden İslami yönetim biçimini demokratik yolla (yapılan seçimlere katılarak) sağlamaya çalışan Seyyid Ebu’l Ala Mevdudi, 1941 yılında Cemaat-i İslami’yi partileştirerek yeni kurulan Pakistan’a anayasa önerisinde bulunmuştur. Mevdudi, 1968 kışında Londra’da tedavi olurken Arapça yayın yapan el-Guraba dergisinin editörü kendisiyle bir mülakat yaptı ve dünyanın baskı altındaki çeşitli bölgelerinde sürüp giden İslami Hareketler için hangi metotları önerebileceğini sordu. Mevdudi, bu soruya şöyle bir cevap verdi: “İnanıyorum ki, altında yaşadıkları despotizmin türünü ve doğasını akıllıca tayin etmek, belirli bir ülkedeki İslami Hareketin lider ve kadrolarının sorumluluğudur. Buna karşı mücadelenin yollarını ve araçlarını keşfetme ve İslami amaca hizmet etmek için yeni fırsatlar aramak, yine bunların sorumluluğudur. Farklı Müslüman ülkelerdeki despotizmin doğası ve boyutları birbirinden farklıdır ve herhangi bir standart metodu öne sürmek mümkün değildir.”

O zamanın Cumhurbaşkanı Eyüp Han'da Mevdudi’nin "pis bir oyun" olan siyaseti bırakmasını istemiş ona türlü vaatlerde bulunmuştur. Mevdudi'nin ona verdiği cevap ise şöyledir: "Sence ne yapmalıyız? Bırakalım bu pislik böylece devam mı etsin, yoksa güvenilir, Salih ihlâslı adamlara da bu meydanda yer açalım da temizlensin mi? Sizin de dediğiniz gibi siyaset bataklığa döndü. Ben de zaten bu yüzden siyasete girdim. Onu pisliklerden arındırayım diye. Bu pislik gelecek nesillere de bulaşmasın ve siyaset hem ülkemiz hem halkımız için merhamet mevkii olsun diye."

Üstad Mevdudi böyle iyi düşüncelidir ama siyaset ve politikanın gerçekleri de bir o kadar acıdır. Bu konuda Mevdudi ve Cemaat-i İslâmî hareketi hakkında kitaplar yazmış Veli Rıza Nasr’ın şu tahlilini de-eleştirilerin geneline katılarak- nakletmek istiyoruz: "İslâmî İhya Hareketi(Cemaat-i İslâmî) her nerede başarılı olmuşsa, orada siyasi süreci hazırlıksız yakalamış ve bir coşku anından istifade ederek genel hoşnutsuzluğu bir kitle hareketine dönüştürmüştür. Cemaat örneğinde olduğu gibi, siyasi sürece uzun süreli bir karışma toplumdan yeni kanunlar ve kısıtlamalar şeklinde birtakım birtakım tavizler koparmakla birlikte, aynı zamanda İhya Hareketi'nin büyümesine manialar doğurmakta ve siyasi süreci onun tesirine karşı muaf kılmaktadır. Bu karışma ameliyesi, salt ideolojik bir istikametin yerine pragmatik politikanın kucaklanmasını koymaktadır. Bu da uzlaşmaya sevketmekte ve uzlaşma da İhya Hareketlerinin sisteme bağlı siyasi müesseselere tahvil etmektedir. Nihayetinde demokrasi İhya Hareketi'nin büyümesi için en iyi kontrol vazifesi görmektedir. Çünkü demokrasi siyasi tartışmanın alanını çeşitlendirmekte ve siyasi sürece İslâmî aktivizmi kısıtlaması muhtemel olan uzun süreli bir karışmayı temin etmektedir. Mesela 1989'dan beri Pakistan'ın iki hakim ulema partisi olan Câmiât-i Ulemâ-i İslâm ve Câmiât-i Ulemâ-i Pakistan'dan her ikisi de politika ihtilâfları yüzünden hiziplere bölündüler.

Demokrasi, ihyacı hareketin dahi muaf kalması mümkün olmayan eğitimi bünyesinde barındırmaktadır. Bu bağlamda ihyacı hareketin demokrasiye yaklaşımı ve demokrasi ile problemleri Avrupa komünizminin istihalesine yol açan yaklaşım ve problemlerden pek farklı değildir. Yeni zorunluluklar köklü değişikleri iktiza eder bu da yeni değerlerin benimsenmesine yol açar. Mesela Cemaat 1947'den beridir partinin İslâmî düşünceyi modernleştirmesini izhar etmekte ve gittikçe demokrasiye ve hukukî sürece bağlılığını artırmaktadır. Parti demokratik bilinç yapısını tamamıyla özümsememiş olsa da onun demokrasiye bağlılığı göz ardı edilmemelidir. Bu bağlılık ilkin siyasi bir oyun olarak ortaya çıktı fakat gittikçe yeni bir yön tutturmanın işareti haline geldi. (...)

Cemaat başlangıçta yüksek standartların ve ideolojik bağlılıkların üyeliği sınırladığı bir "kutlu topluluk" olarak düşünülmüştü; o öncü bir partiydi, bir "teşkilatlanma silahı" idi. Bu, partinin gücünü nicel varlığını çok ötesine tevcih etmesini ve güçlükler vasıtasıyla onu canlı tutmasını mümkün kılıyordu. (...) Diğer taraftan Cemaat'in teşkilâtının partinin bağlandığı siyasi programı yürütmek için tasarlanmadığı da bir gerçektir. Bir "kutlu topluluk" fikri bir parti olarak icra-i faaliyet etmeye pek uygun değildir. Aynı şekilde partinin idolojisi siyasi programına ters düşmektedir. (...) Partinin inkılâpçı retoriği, federal yapıyı desteklemesine de ters düşmektedir. Siyasi sürece katılmak suretiyle, pratikte devletin mevcut şekline muhalefeti her bakımdan terk etmiş bulunmaktadır. (...) Kısacası Cemaat bir ideoloji olarak ihyacılığı sosyal bir hareket olarak ihyacılığa dönüştürmeye muvaffak olamadı. Belli bir dönem boyunca kitleleri toplu bir hareket için İslâmî bir bayrak altında seferber etmeye muvaffak olamadı."
Bazı kişiler İslami yönetim biçimini demokratik yolla(seçim) sağlamaya çalışan Seyyid Ebu’l Ala Mevdudi’nin de parlamentoya girdiğini ve demokratik yöntemi tavsiye ettiğini iddia ederek, Türkiyedeki demokratik mücadeleyi savunmaktadırlar. Hâlbuki Mevdudi’nin demokrasi hakkındaki görüşü nettir. Bakınız şöyle diyor: ”Demokrasi insanın ilahlaştırılması, kitlelerin egemenliğidir. Demokraside yasama halkındır. Halk parlamentoda milletvekillerinin çoğunluğu ile temsil edilir. Parlamentonun yaptığı kanunlar bütün halk için bağlayıcıdır. Bu nedenle demokrasi, Allah’a şirk koşmaktır ve açık bir küfürdür. Çünkü Allah’ın yasama hakkını alıp insanlara vermektedir. Hâlbuki Allah-u Teâlâ “Hüküm ancak Allah’ındır. O size ancak kendisine ibadet etmenizi emretti.” (Yusuf Suresi: 12/40) buyurmaktadır. Parlamento kararlarının Allah’ın adıyla değil de insanların adıyla çıkmış olması, demokrasinin küfrünü göstermeye yeterlidir. Demokratlar bu yaptıklarıyla halkı Allah’u Teâlâ’nın yerine koymaktadırlar. Bu nedenle demokrasi, Allah’ı bırakıp insanları ilahlaştırmanın bir şeklidir. Allah-u Teâlâ, “Allah’ı bırakıp ta kimimiz kimimizi rabler edinmeyelim” (Ali İmran Suresi: 3/64) buyruğu ile onu haram kılmıştır.”

Molla Alaaddin Palevi de kendisine sorulan ”Bazı çevreler parlamentoya girme konusunda Hasan el-Benna ve Mevdudi’yi örnek göstermektedirler. Hatta bize “Onları niye tekfir etmiyorsunuz” diyerek alay eder şekilde itiraz etmektedirler?” sualine şöyle cevap veriyor:

“ Aslında tüm bu itirazlar Kur’an ve sünnette sınırları apaçık çizilmis bir hususta kişilerin nefislerinden kaynaklanan itirazlardır. Her zaman sunu diyoruz ki, ölçü Kur’an ve sünnettir. Kim ne yaparsa yapsın bu ölçü içinde değerlendiririz. Kur’an ve Sünnete uyanı alır, Kur’an ve Sünnetin reddettiğini atarız. Sorunuza gelince; ne Üstad Hasan el-Benna dönemini ne de Mevdudi dönemini bugünkü durum ile kıyaslamak mümkün değildir. Bu iki âlimin döneminde beşeri kanunlar bugün olduğu gibi kökleşmemişti. İdare bütünüyle beşeri esaslardan oluşmuyordu. Saflar net değildi. Ayrıca parlamento yolunda apaçık şirk ve küfrü barındıran ameller mevcut değildi. Hasan el- Benna parlamento yemini ile ilgili kendisine sorulan bir soruya “Mısır devletinin kanunları İslam ile çelişmez. Çünkü devletin resmi dini İslam’dır” diye cevap vermistir. Üstad Mevdudi’ye gelince o birçok kitabında Allah’ın kanunlarını bir kenara bırakarak
beşeri kanunlarla hükmetmeyi apaçık bir sekilde ilahlık olarak vasfetmektedir. Ve unutulmaması gerekir ki Mevdudî asrımızda bu akîdeyi savunan öncü âlimlerden bir tanesidir. Benim görebildiğim kadarıyla Pakistan’da Mevdudi döneminde kanunların kaynağı İslam idi. Günümüzde olduğu gibi Allah’ın kitabı tamamen bir kenara atılarak beşeri kanunlarla hükmetme şeklinde bir idare mevcut değildi. Bu yüzden iki farklı olayı kıyaslamak büyük bir hatadır.
Mevdudi’nin siyasete mevki ve makam edinme arzusuyla girdiği yönündeki ithamla ilgili, ilim tahsilini Pakistanda yapmış olan mütercim Yusuf Karaca diyor ki; Nedvetül Ulema’nın Mihmanhane denen, ön tarafında yerden yarım metne yükseklikte düz bir yer yapılmıştı. Oraya hasır serilir, kilim serilir. İkindiden sonra Üstad Nedvi oraya gelir, hem dinlenmiş olur, hem de oradaki kişilerden, hocalardan, bazı ileri derecedeki talebelerden gelip, üstadın konuşmasını dinleyip istifade etmek, sorular sormak için zemin hâsıl olurdu. Ben ilk gittiğim sıralarda, orada kaldığım için bu sohbetlere her gün iştirak ederdim. Bir gün Mevdudi Rahmetullahi aleyh mevzu oldu. Tenkit ediliyordu tabii. Oradaki zevatın da bir kısmı aleyhinde. Çünkü oradaki kişiler daha çok tebliğ cemaatine meyilli idiler.
Ebul Hasan en Nedvi hazretleri dedi ki; “Bakın, Mevdudi’nin bir yerde hakkı yenilmez. Samimi olduğuna da en büyük işarettir o.” Sonra şunu anlattı Ebul Hasan en Nedvi: Mevdudi karşısında aciz kalmış Pakistan idaresi, Mili Eğitim Bakanlığı teklif etmişler kendisine. Amaç, devlet bünyesine alıp susturma.. Demişler ki; “Gel, madem böyle gayretli, hamiyetli bir insansın ve eğitimle, insan yetiştirme meselesi ile uğraşıyorsun, Milli Eğitim Bakanlığını sana verelim.” O da, “şartlarımı kabul ederseniz” demiş. “Nedir şartların?” demişler. Yazmış; “Eğitim düzenini kendisi kuracak, kimse karışmayacak. O eğitim düzeninin uygulanışında kimse ona engel olmayacak”.Yetkililer şaşırmış; “Yok olmaz, bizim dediklerimizi tatbik edersen, veririz” demişler. Mevdudi şu cevabı vermiş; “ O zaman bu benim sizin emrinize girip kölelik yapmam demektir. Bana bu şekliyle Reis-i Cumhurluğu da verseniz kabul etmem.” Ardından Nedvi şöyle buyurdu; “Eğer bu insanın şahsi arzuları, makam sevgisi olsaydı, onun ulaşabileceği en büyük makamlardan biriydi. Ama O bunu kabul etmedi.”
Üstad Mevdudi’ye baştan beri zikrettiğimiz tenkitler dışında başka tenkitler ve ithamlar yapılmıştır. Ama bu kadarıyla iktifa ediyoruz.

DEĞERLENDİRME

İşin nihayetinde şunu söylemek istiyoruz: Mevdudi, ümmetin tamamen "siyasal yokoluş" sürecine girdiği zamanlarda yaşamıştır. Bu açıdan O’nda, İslam'ı temelden ele alarak "sıfırdan" başlama eğilimi göze çarpar. O "Dört Terim" diye ifade ettiği "ilah-rabb- ibadet- din" gibi İslam'ın "temel" ilkelerini yeniden ifadelendirme ve yorumlamaya çalışmıştır. Yorumlarında dini Modernizme etme değil, çağın insanının anlayacağı tarzda "yeniden ifadelendirme" söz konusudur. Bunu yaparken hatalar yapmış mıdır? Muhakkak ki hatalar yapmıştır. Ancak hayatını İslam’a adayan, daha 15 yaşında İslam dünyasının gözbebeği olarak tüm dünya gençlerine örnek olan, küçük yaşlardan itibaren sözüyle, kalemiyle, duruşu ve hareketiyle İslam'ın zaferi ve Müslümanların kurtuluşu için çırpınan, 75 yıllık hayatını İslam dinine hizmetle geçiren ve önüne çıkan tüm engeller karşısında yılmayıp yoluna devam eden bu büyük mütefekkir hakkında insaflı olmak gerekmektedir.

Evet, kabul ediyoruz ki Üstad Mevdudi çokca eleştirilmiştir. Niye çünkü Müslümanlara ayağa kalkın, direnin dediği için. Yatmayın cihad edin dediği için… Bakın üstad Mevdudinin feryadına: “Bazıları Müslümanların yaptıkları geniş zaferleri sömürgecilikle karıştırırlar. Ancak İslam zaferleri ile sömürge imparatorlukları çok çok farklı şeylerdir. Müslümanlar büyük ülkeler fethettiler, ancak kesinlikle sömürgecilik yapmadılar. İşte kılıktan kılığa sokmak, gerçek yönünü inkâr etmek için imansızların sürekli saptırmaya çalıştırdıkları "Allah yolunda cihad" ülküsünün gerçek yönü.
Şimdi şöyle düşünebilirsiniz; "Nerede o güzel güzel sözünü ettiğiniz, yükümlülük ve hedeflerini anlattığınız müslüman topluluk?.. Peki, nereye gömüldü asıl içeriğini açıklamaya çalıştığınız cihad ülküsü? Altı yüz milyon müslüman topluluğundan hangi birisi o ilahi sisteme sarılıyor? Neden bütün bu topluluklar ve ezeli ve ebedi hakikatlere sırtını dönmüş?.." Evet, bütün bu soruların cevabı çok çok acı ve derindir. Her şeyden önce suç bizim değil, bizim neslimizden önceki nesillerin... Evet suç, İslamı doğru yolundan çıkarıp hedefini saptırıp kalbinden vuran, onu yalnız tesbih tıkırtılarından, tevhid sohbetlerinden, riyazet hallerinden ibaretmiş gibi gören ve gösterenlerindir. Suç, Müslümanları, batıl ve hurafelere bulandırıp cihadın zorluklarından (!) kurtarıp kendilerine göre kolay kurtuluş yolunu (!) gösteren, onları kabirlere, zaviyelere, tekkelere dolduran ve güya ebedi huzuru oralardan bekleyenlerindir. Sorumluluk ve suç, İslam'ın evrensel ve ebedi kurallarından uzaklaşıp ince ve derin fıkhî meseleler üzerinde uğraşan, fıkıh havzalarında yüzüp neden yaratıldıklarını, bu dünyaya geliş gayelerini unutanlarındır. Suç, İslam'ı gerçek gayesinden saptırıp ulvi kurallarını unutulmaya mahkûm müzelere gömenlerindir.
Bugün İslam'ın hâkimiyetinin neden azaldığını, Müslümanların etkinliğinin neden silindiğini öğrenmek isteyenler; Allah'a ve Resulüne inandığını (!) iddia eden hükümdarlara, krallara ve başkanlara bir göz atsınlar. Üzülerek ve utanarak söylüyorum ki, böylelerinin bir kısmı İslam'ı öcü gibi görüp yanlarına yaklaştırmak istemediği gibi, bir kısmı da İslam'ın mübarek kitabına, peygamberin getirdiği ilahi düzene mevlüt törenleri tertiplemekten, akrabalarının ruhlarını şad etmek (!) için hatim törenleri düzenlemekten fazla bir hak tanımamaktadır.
Eğer biraz daha dindar bölgelerde yetişmişlerse, şairlerin kendilerine yağ çekmek için yazdıkları yalanla dolu övgüler gibi İslam'ı güya övücü içerikte hitabeler ortaya koymaktan geri durmazlar. Ancak "Alın işte Kur'an, ne duruyorsunuz uygulayalım derseniz her birisi kaçacak bir köşe arar." Öyle ki Allah Kur'an'ın uygulamalarını onlara sanki hiç emretmemiş. Onlar Allah'ın mümin kullarına yüklediği yükümlülüğü yerine getirecek keyfiyette değildirler. Onlar İslam'ın emrettiği görevleri uygulayacak güçte değildirler. Onlar rahat konumlarına ve tatlı hayatlarına (!) devam etmekte, kolay kurtuluş yollarını seçmektedirler.
Bir eleştiri olarak “Ayetullah Humeyni İran’da devrim yapmayı başardı. Sen neden Pakistan’da devrim yapmayı başaramadın?” sorusuna nazik bir edayla “Ben Allah’ın indinde gündelik bir işçiyim. İşimin karşılığını da gündelik olarak yetirmem gereken işleri yapmak, karşılığında da malum karşılığını almak. Binanın inşasına, şeklinin nasıl olacağına, ne zaman tamamlanacağına karışmak benim üzerime vazifem değil. Ya da tamamlanacak mı tamamlanmayacak mı karışmam. O benden nerede, nasıl ve ne zaman çalışmamı isterse öyle ihlâsla görevimi yerine getiririm. Yoksa işin sonunun nereye varacağı benim görevim olmadığı gibi, beni ilgilendirmez de. Bu, davet sahibinin işidir, işçinin değil.” cevabını veren Üstad Mevdudi’yi vefatının 32.yıldönümünde rahmetle anıyoruz.

Üstad Mevdudi hakkındaki yazımızın sonuna geldik. Şayet üstad Mevdudi’yi gerçek yönleriyle tanıtabilmişsek ve kendisine yapılan iftiralara azda olsa cevap verme konusunda bir katkımız olmuşsa kendimizi bahtiyar kabul edeceğiz. Selam ve dua ile…




Alıntı ile Cevapla

Konu Sahibi enderhafızım 'in açmış olduğu son Konular Aşağıda Listelenmiştir
Konu Forum Son Mesaj Yazan Cevaplar Okunma Son Mesaj Tarihi
En Pratik Sağlık Bilgileri Pratik / Faydalı Bilgiler enderhafızım 0 168 14 Ekim 2023 13:10
Kur'an Güzel Konuşun Diyor, Konuşuyor... Serbest Kürsü su damlası 3 2551 24 Kasım 2016 14:16
Geeflow - Diriliş (15 Temmuz Darbe Rap Şarkısı) İlahiler/Ezgiler enderhafızım 0 2080 23 Kasım 2016 12:06
Otuz Kuş & Dursun Ali Erzincanlı (Şehit Ömer... İlahiler/Ezgiler Esma_Nur 1 2807 23 Kasım 2016 11:44
15 Temmuz Demokrasi Marşı (İndir) İlahiler/Ezgiler enderhafızım 0 2397 23 Kasım 2016 11:10

Cevapla


Konuyu Toplam 1 Kişi okuyor. (0 Üye ve 1 Misafir)
 

Benzer Konular
Konu Başlıkları Konuyu Başlatan

Medineweb Ana Kategoriler

Cevaplar Son Mesajlar
Şu kadından uzak dur! Şu kadınla da hayatını kur !medineweb TufeyL İslamda Kadın ve Erkek 29 30 Ocak 2022 10:38
İlahiyatçı Yazar Ömer Döngeloğlu Hayatını Kaybetti nurşen35 Taziye-İlan-Selamlaşma 5 04 Mayıs 2020 01:44
Oruç adayan kişi şartı yerine geldiğinde peş peşe mi tutması lâzım? İmamHüseyin Oruç-Ramazan 1 13 Temmuz 2014 16:18
Büyük aldanış: Dünya hayatını ahirete tercih etmek YaŞuHa Muhtelif Konular 0 23 Ağustos 2011 03:02
İnsan hayatını satın alamazsınız.. Seher Yeli Kıssalar-Hikayeler-Nasihatler 0 19 Aralık 2008 18:10

Bir Ayet Bir Hadis Bir Söz | www.kaabalive.net Bir Ayet Bir Hadis Bir Söz | www.medineweb.net Yeni Sayfa 1
.::.Bir Ayet-Kerime .::. .::.Bir Hadis-i Şerif .::. .::.Bir Vecize .::.
     

 

 Medineweb Sosyal Medya Gruplarımız:  Medineweb  Medineweb  Medineweb  Medineweb Medineweb     

  www.alemdarhost.com sunucularını Kullanıyoruz.