|
Konu Kimliği: Konu Sahibi MERVE DEMİR,Açılış Tarihi: 16 Eylül 2008 (00:03), Konuya Son Cevap : 28 Şubat 2014 (14:44). Konuya 58 Mesaj yazıldı |
| LinkBack | Seçenekler | Değerlendirme |
16 Eylül 2008, 00:15 | Mesaj No:11 |
Cvp: Fizilalil Kuran Bakara Suresi Tefsiri YAHUDİLER SEÇİLMİŞ BİR MİLLET Mİ? Bunun dışında yahudiler ötedenberi şu basmakalıp iddiayı ileri sürüyorlardı. Onlar Allah tarafından seçilmiş bir milletti. Doğru yolda olanlar sırf onlardı. Ahirette kurtuluşa erecek olanlar da sadece kendileriydi. Ahirette onlar dışındaki hiçbir milletin yüce Allah katında bir nasibi yoktu. Bu iddia, dolaylı biçimde, Peygamberimize (salât ve selâm üzerine olsun) inananların Ahirette hiçbir şey elde edemeyeceklerini ifade etmek istiyordu. Bu bakımdan onun ilk hedefi, müslümanların, dinlerine, Peygamberine ve Kur'an-ı Kerim'in vaadlerine karşı güvenlerini sarsmaktı. Bu yüzden yüce Allah Peygamberimize, yahudileri mubaheleye, yani iki grubun biraraya gelerek yalan söyleyen tarafın helâke uğraması için birlikte dua etmeye çağırmayı emretti: 94- De ki; "Eğer iddia ettiğiniz gibi Allah katında Ahiret yurdu başka hiç kimsenin değil de sırf sizin ise o halde iddianızda samimi iseniz ölümü temenni edin." Bu ayetin devamında yahudilerin bu meydan okumayı kabul ederek ölmeyi istemeye asla yanaşmayacakları vurgulanıyor. Çünkü yalancı olduklarını bildikleri için yüce Allah'ın dualarını kabul ederek canlarını alacağından korkuyorlar. Sebebine gelince işlemiş oldukları amellerin kendilerine Ahirette hiçbir mutluluk payı kazandıramayacağını en iyi bilenler kendileridir. Bu durumda hem isteyecekleri ölüm yolu ile dünyadan olup zarara girecekler, hem de yapmış oldukları kötü ameller sebebiyle Ahirette zarara uğrayacaklardı. Bu yüzden onlar bu meydan okumayı kabul etmeye asla yanaşmayacaklardır. Üstelik yaşama hırsları herkesten güçlüdür. Bu konuda puta tapan kâfirler ile aralarında hiçbir fark yoktur. 95- Oysa onlar kendi elleri ile işlemiş oldukları kötülüklerden dolayı ölümü kesinlikle istemezler. Hiç şüphesiz, Allah zalimleri bilir. 96- Onları, insanların hayata en düşkünü, puta tapanlardan bile daha tutkunu olarak bulacaksın. Her biri ister ki, bin yıl yaşatılsın. Oysa uzun yaşamak kendilerini azaptan kurtaracak değildir. Hiç şüphesiz, Allah onların yaptıklarını görüyor. Onlar ölümü kesinlikle istemeyeceklerdir. Çünkü Ahirette karşılarına çıkacak olan kendi el ürünlerinin birikimi onlara ne sevap ümidi vermekte ve ne de azaptan kurtuluş güvencesi sağlamaktadır. Tersine onları orada bekleyen akıbet azaptır. Üstelik yüce Allah zalimleri ve onların işlemiş oldukları amelleri iyi bilmektedir. Sadece bu kadar değil. Yahudinin başka bir karakteristik huyu daha var. Kur'an-ı Kerim: "Onları, insanların hayata en düşkünü, puta tapanlardan bile daha tutkunu olarak bulacaksın" ifadesi ile bu huyu azarlayan, hor görme ve aşağılama yağmuruna tutan bir üslupla dile getiriyor. Hangi tür hayat olursa olsun! bu hayatın onurlu ve seçkin düzeyde olması asla önemli değil! hayat sadece! Böylesine azar ve aşağılama bombardımanına tutulmuş bir hayat da olabilir. Varsın kurtların ve böceklerin yaşadığı hayat olsun! Hayat, o kadar! Karşımızda yahudi var. O, geçmişinde de, şimdiki zamanında da, geleceğinde de hep aynıdır. Başına çekiç ineceğini görünce hemen bayı öne eğiverir. Ancak çekiç ortadan kaybolunca başını kaldırır. Korkaklıktan ve yaşama hırsının aşırılığından dolayı alnı öne eğiktir. Hangi tür hayat olursa olsun, onun için farketmez! Tekrar okuyalım: "Onları, insanların hayata en düşkünü, puta tapanlardan bile daha tutkunu olarak bulacaksın. Her biri ister ki, bin yıl yaşatılsın. Oysa uzun yaşamak kendilerini azaptan kurtaracak değildir. Hiç şüphesiz Allah onların yaptıklarını görür." Herbiri bin yıl yaşatılsın ister. Çünkü onlar, yüce Allah'ın karşısına çıkmak istemezler ve kendileri için bu hayatın dışında başka bir hayat olduğu akıllarının ucundan bile geçmez. İnsan dünya hayatının başka bir hayatla birleşmediğini düşününce, yeryüzünde geçirilen sayılı saatlerin ve nefeslerin başka bir dünyada devamı olduğuna ihtimal vermeyince bu hayat ne kadar kısa ve ne kadar dar çerçeveli olur! Ahiret hayatına inanmak bir nimettir. İmanın kalbe akıtmış olduğu bir nimet. Yüce Allah'ın geçici, zavallı, kısa süreli, fakat geniş hayalli insan fertlerine bağışlamış olduğu bir nimet. Bu sonsuzluğa geçiş kapısını yüzüne kapatan insanın ruhunda mutlaka hayatın özü eksik ya da silik olur. Buna göre Ahirete inanmak, yüce Allah'ın mutlak adaletine ve dünyada yaptıklarının karşılığını alacağı ilkesine inanmakla sınırı olmayıp, insanın bu dünyada da canlı bir hayat yaşamasının, deyim yerindeyse hayatla dolup taşmasının da kaynağıdır. Bu hayat anlayışı yeryüzü ile sınırlı değildir ve insanı sınırlarının genişliğini yalnızca yüce Allah'ın bildiği özgür ve kalıcı bir dünyaya yükseltir. Böylece insanın ruhu ulaşılması en zor olan Allah'ın huzuruna kadar yükselir, yücelir. Okuyacağımız ayetlerde yüce Allah Hz. Peygamber'e dönerek yahudilere meydan okumasını istemekte ve bu gerçekleri tüm insanlığa açıklamasını telkin etmektedir. 97- De ki; "Kim Cebrail'e düşman olursa -ki O Allah'ın izni ile Kur'an'ı, O'na inanmayanın elleri arasındaki Tevrat'ı onaylayıcı, müminlere yol gösterici ve müjde kaynağı olarak senin kalbine indirdi : 98- Evet, kim Allah'a, O'nun meleklerine, O'nun peygamberlerine, Cebrail'e ve Mikâil'e düşman olursa bilsin ki, Allah da kâfirlerin düşmanıdır. Bu ayetlerde dile getirilen meydan okumayı okurken yahudinin başka bir özelliğini, başka bir karakteristik huyunu öğreniyoruz: Gerçekten acayip bir özellik. Anlaşılan yüce Allah'ın kendi bağışlayıcılığının eseri olarak, istediği kuluna vahiy indirmesi olayı bu milleti her tür sınırı aşan bir kin, bir kıskançlık duygusuna düşürmüş, bu kin ve kıskançlık duygusu da onu akılla hiç bağdaşmayan bir çelişkiye sürüklemiştir. Şöyle ki: Yahudiler, Cebrail'in (selâm üzerine olsun) yüce Allah'tan vahiy alarak bunu Peygamberimize indirdiğini öğrendiklerinde Peygamberimize karşı kin ve hınç derecesiné varan şiddetli bir düşmanlık besledikleri için bu kin ve hınçları onları şu gülünç hikâyeyi ve şu dayanaksız bahaneyi uydurmaya sürükledi: Bu komik iddialarına göre Cebrail onların düşmanı idi. Çünkü o dünyaya helâk, yıkım ve acı indiriyordu. İşte onlar Peygamberimize, O'nun bu dostuna karşı duydukları antipati yüzünden inanmıyorlardı! Eğer Peygamberimize vahiy indiren melek Mikail olsaydı, Resulullah'a inanacaklardı. Çünkü Mikail dünyaya bolluk, yağmùr ve bereket indiriyordu! Bu varsayım son derece gülünç bir aptallıktan başka birşey değildir. Fakat kin ve hınç duyguları insanı her çeşit aptallığa sürükleyebilir. Öyle olmasaydı, yahudilerin Cebrail'e düşman kesilmeleri için ne sebep olabilirdi? Cebrail onların lehlerine ya da aleyhlerine çalışan bir insanoğlu değildi. Ayrıca yaptıklarını da kendi isteği ve kararı sonucunda yapmıyordu. O, yüce Allah'ın kendisine emrettiklerini yapan, O'nun hiçbir emrine karşı gelmeyen itaatkâr bir kuldu sadece. "De ki; `Allah'ın izni ile Kur'an'ı senin kalbine indiren Cebrail'e kim düşman olursa..." Cebrail'in, Kur'an'ı senin kalbine indirmesi yolunda şahsi bir arzusu, kişisel bir iradesi sözkonusu değildir. O, Kur'an'ı senin kalbine indirme konusunda yüce Allah'ın iradesini ve iznini yerine getiriyor. Kalp, bu vahyi algılayan ve algıladıktan sonra kavrayan bir merkezdir. Bu kitap, yani Kur'an-ı Kerim, Peygamberimizin kalbine yerleştirilip korunuyor. Kur'an-ı Kerim'de sözü edilen "kalp" kavramı genel olarak "algılama (idrak etme) gücü" anlamına gelir, yoksa şu bildiğimiz vücuda kan pompalayan dört odacıklı et parçası demek değildir, doğal olarak. Yüce Allah bu Kur'an'ı, "Ona inanmayanın önündeki Tevrat'ı onaylayıcı ve müminler için hidayet ve müjde kaynağı" olarak senin (yani Peygamberin) kalbine indirdi. Kur'an-ı Kerim, kendinden önce inen Semavî kitapları genel anlamda onaylıyor; çünkü bütün semavi kitaplarda anlatılan ilâhî din, özü bakımından birdir, bütün ilâhî dinlerin temel ilkeleri ortaktır. Kur'an-ı Kerim, kendisine açılan ve içeriğine olumlu karşılık veren mümin kalpler için hidayet ve müjde kaynağıdır. Bu nokta, vurgulanârak belirtilmesi gereken bir gerçektir. Kur'an-ı Kerim, müminin kalbine dirlik ve huzur verir, ona bilgi kapılarını açar, oraya imansız o[arak duyulması mümkün olmayan duygular ve sezgiler enjekte eder. Bu yüzden müminin kalbi, Kur'an-ı Kerim'de hidayet bulur; tıpkı ondan müjde veren bilgiler elde ettiği gibi. Kur'an-ı Kerim bu gerçeği aşağıdaki ayetlerde olduğu gibi çeşitli vesilelerle tekrarlar: "O, takva sahipleri için hidayet kaynağıdır", "O, mümin bir kavim için hidayet kaynağıdır", "O, kesinlikle inananlar için hidayet kaynağıdır", "O, müminler için şifa ve rahmet kaynağıdır." Demek ki, hidayet; imanın, takvanın ve kuşkuya yer vermeyen inancın ürünüdür. Oysa yahudiler ne inanıyorlar ne kalplerinde Allah korkusu, (takva) taşıyorlar ve ne de yüreklerinde kuşkù duymayan bir iman barındırıyorlardı. Bunun sonucunda onlar nasıl ki semavi dinler ve peygamberler arasında ayırım güdüyor idiyseler tıpkı bunun gibi isimlerini ve ne iş yaptıklârını bildikleri Allah'ın melekleri arasında da ayırım güdüyorlardı. Bu tutarsız anlayışlarının sonucu olarak Mikail'i dost biliyorlar, fakat Cebrail'i düşman kabul ediyorlardı. Bu yüzden aşağıdaki ayette, Cebrail'i, Mikâil'i, yüce Allah'ın diğer bütün meleklerini ve peygamberlerini birarada anarak hepsinin bir olduğunu, bunlardan birine karşı düşman olanın hepsine birden düşman olmuş sayılacağı gibi yüce Allah'ı da düşman bilmiş kabul edileceğini, buna göre yüce Allah'ın da kendisini düşman sayacağı ve bunu yapanın kâfirler arasında yer alacağı açıkça belirtilmektedir. Tekrar okuyalım: "Evet, kim Allah'a, O'nun meleklerine, O'nun peygamberlerine, Cebrail'e ve Mikail'e düşman olursa bilsin ki, Allah da kâfirlerin düşmanıdır." Okuduğumuz ayetler demetinin ilerisinde yine Peygamber efendimize (salât ve selâm üzerine olsun) seslenilerek Kur'an ayetlerini sadece sapık fasıkların inkâr edebilecekleri bildirilmekte, böylece kendisine indirilen ayetlerin ve şahsına sunulan açıklamaların doğruluğu bir kez daha vurgulanmakta; bunun yanında gerek vaktiyle yüce Allah'a ve peygamberlerine ve gerekse daha sonra bizim peygamberimize verdikleri sözlerini tutmayan yahudiler kınanmakta; ayrıca onların ellerindeki Tevrat'ı onaylayıcı olarak gelen yüce Allah'ın son kitabı, Kur'an-ı Kerim'i reddetmeleri de ayıplanmaktadır: 99- Biz sana öyle gerçekler, açıklayıcı ayetler indirdik ki, onları sadece fasıklar inkâr eder. 100- Onlar ne zaman bir ahit yaptılar ise aralarından bir grup onu bozup bir yana atmadı mı? Aslında onların çoğu inanmaz. 101- Onlara Allah katından önlerindeki kitabı onaylayan bir peygamber gelince, kendilerine kitap verilenlerin bir grubu, Allah'ın kitabını hiç bilmiyorlarmış gibi onu arkalarına attılar. Kur'an-ı Kerim, burada, yahudilerin yüce Allah tarafından indirilmiş olan o açıklayıcı ayetleri niçin inkâr ettiklerini açıklıyor. Bunun sebebi fasıklık ve fıtrat sapıklığıdır. Çünkü aslından sapmamış sağlıklı fıtrat bu ayetlere inanmaktan geri duramaz. Bu ayetler, sağlıklı kalbe kendilerini kuşkusuz biçimde kabul ettirecek niteliktedirler. Eğer yahudiler -ya da başkaları- bu ayetleri inkâr ediyorlarsa bunun sebebi bu ayetlerin inandırıcı ve kanıtlayıcı olmadıklarından değil, inanmayanların sapık fıtratlı ve fasık olmalarından dolayıdır. Bu ayetlerin devamında müslümanlara -ve tüm insanlara- dönülerek bu yahudiler kınanmakta ve onların kokuşmuş özelliklerinden biri daha gözler önüne serilmektedir. Şöyle ki: Yahudiler koyu taassuplarına rağmen farklı arzu ve ihtiraslarının peşine takılmış, duygularında istikrar ve uyum olmayan bir toplumdurlar. Onlarda her kafadan bir ses çıkar, ne bir görüşte birleşirler, ne yaptıkları bir antlaşmaya hep birlikte bağlı kalırlar ve ne de ortak bir kulpa yapışırlar. Son derece ırkçı ve egoist olduklarından dolayı yüce Allah'ın kendilerinden başkalarına yapacağı bağışları kıskanmalarına rağmen aralarında tutkunluk ve dayanışma yoktur. Birbirlerinin verdikleri sözlere, girdikleri taahhütlere arka çıkmazlar. Herhangi bir yükümlülük altına girdikleri takdirde mutlaka aralarından oyun bozan bir grup çıkarak toplumsal taahhütlerini çiğner, ortak kararlarına karşı çıkar. Okuyalım: "Onlar ne zaman bir ahit yaptılar ise aralarından bir grup onu bozup bir yana atmadı mı? Aslında onların çoğu inanmaz." Nitekim yahudiler Tur dağının eteklerinde yüce Allah ile aralarında akdedilen taahhüde ve daha sonra peygamberleri ile aralarında yapılan antlaşmalara bağlı kalmadıkları gibi son olarak Hicret olayının ilk günlerinde Peygamberimizle yapmış oldukları antlaşmayı da aralarından çıkan bir grup çiğnemiştir. Oysa Hz. Peygamberimiz Medine'de kalmaları karşılığında onlarla birtakım şartlar içeren ve karşılıklı olarak uyacakları bir antlaşma imzalamıştı. Böyle olmasına rağmen Peygamberimize karşı, onun düşmanları ile ilk işbirliği yapanlar, onun getirdiği dine karşı ilk kötüleme kampanyasını açarak müslümanlar ile yapmış oldukları antlaşmaya aykırı biçimde onların arasında fitne ve bölücülük tohumları ekmeye girişenler onlardı. Yahudïlerin bu dostluk anlayışı ne kadar kötüydü. Müslümanlarda ise bunun tam zıddı olan bir dostluk anlayışı geçerlidir. Peygamberimiz bu dostluk anlayışını, bu dayanışmayı şu sözleri ile anlatıyor: "Müslümanlar kanlarını birbirlerine bedel sayarlar. Onlar başkalarına karşı tek bir eldirler. En zavallıları bile ortak yükümlülüklerini yerine getirmeye çalışır" (İmam-ı Ahmed) Evet, müslümanların en zavallısı bile ortak yükümlülüklerine sahip çıkar, hiçbir müslüman yapmış olduğu antlaşmayı önemsiz görmez, hiçbir müslüman kesinleşmiş taahhüdünü çiğnemez. Nitekim vaktiyle İslâm ordusu komutanlarından Ebu Ubeyde b. Cerrah, Halife Hz. Ömer'e (Allah her ikisinden de razı olsun) bir yazı yazarak İslâm ordusundaki kölelerden birinin lrak halkına eman (can güvenliği) sözü verdiğini bildirdi ve bu hücum karşısında ne yapması gerektiğini sordu. Hz. Ömer de kendisine cevap olarak şunları yazdı; "Yüce Allah vefakârlığa, verilmiş söze bağlılığa büyük önem verdi. Verdiğiniz sözleri yerine getirmedikçe vefakâr olamazsınız. Buna göre lrak halkına verilen sözü tutunuz ve onlara artık ilişmeyiniz." İşte onurlu, sağlam karakterli ve dayanışmalı cemaatin karakteristik özelliği budur. Ayrıca fasık yahudilerin ahlâkı ile samimi müslümanların ahlâk anlayışları arasındaki fark da budur. Okumaya devam ediyoruz: "Onlara Allah katından önlerindeki kitabı onaylayan bir peygamber gelince kendilerine kitap verilenlerin bir grubu, Allah'ın kitabını hiç bilmiyorlarmış gibi onu arkalarına attılar." Bu davranış, yahudilerin yaptıkları her antlaşmayı aralarından çıkan bir grubun çiğnemesine örnek oluşturur. Oysa yüce Allah'ın kendilerinden almış olduğu kesin sözün şartlarına göre; yüce Allah tarafından gönderilecek her peygambere inanacaklar, destek verecekler ve saygı göstereceklerdi. Oysa Allah (c.c) katından kendilerine önlerindeki Tevrat'ı onaylayıcı bir kitap olarak Kur'an gelince, bu sözlerini önemsemeyerek "kendilerine kitap verilmiş olanların bir grubu, yüce Allah'ın kitabını arkalarına attı." Bu ayetteki "Allah'ın kitabını arkaya atma" eylemi hem Peygamberimizin geleceğini müjdeleyen Tevrat'ın bu yoldaki açıklamalarını reddetmiş olmalarını ve hem de yeni peygamberin getirmiş olduğu yeni kitabı reddetmiş olmalarını birarada ifade eder. Ayrıca bu ayette gizli bir alaya alma ifadesi, ince bir espri vardır. Bu alaycı anlam, "Allah'ın kitabını arkalarına atanların aynı zamanda kendilerine kitap verilenler" olması biçimindeki ifadede saklıdır. Gerçekten eğer Allah'ın kitabını arkalarına atanlar, cahil putperestler olsaydı, bu hareket bir dereceye kadar anlayışla karşılanabilirdi. Fakat burada kendilerine daha önce kitap verilmiş olanların kitabı arkalarına attıklarını görüyoruz. Onlar ki, peygamberlik ve peygamberler hakkında ötedenberi bilgi sahibi olan, hidayetle ilişkili ve ışığın ne olduğunu görmüş kimselerdi. Peki, buna karşılık ne yaptılar? "Allah'ın kitabını arkalarına attılar." Doğaldır ki, bu ifadeden maksat onların bu kitabı inkâr etmeleri, onunla amel etmeye yanaşmamaları, onu gerek düşünce ve gerekse pratik hayat alanlarından uzak tutmuş olmalarıdır. Fakat ayette kullanılan somutlaştırıcı ve tasvir edici anlatım tarzı, anlamı zihinsel çerçevenin dışına çıkararak algısal çerçeveye dönüştürüyor. Yahudilerin eylemini, maddi bir hareket aracılığı ile hayalimizde canlandırıyor. Bu eylem, etrafa dalga dalga nankörlük ve inkârcılık yayan, kalabalık ve aptallık köpüren, edepsizlik ve küstahlık taşan iğrenç ve gülünç bir manzara halinde somutlaşıyor. İnsan hayali bu çirkin hareketin görüntüsünden uzun süre kurtulamıyor. Yani yüce Allah'ın kitabını arkaya atan ellerin somut hareketi. Sonra ne oldu? Yani önlerinde bulunan Tevrat'ı onaylayan yüce Allah'ın kitabını, Kur'an'ı arkalarına attıktan sonra ne oldu? Acaba bundan daha iyisine mi sığındılar? Acaba içinde hiçbir kuşku bulunmayan bir gerçeğe mi başvurdular? Yoksa Kur'an-ı Kerim'in onayladığı kendi kitaplarına mı sımsıkı sarıldılar dersiniz? Hayır, bunların hiçbiri olmadı. Onlar hiçbir değişmez gerçeğe dayanmayan karanlık efsanelerin peşine takılmak için yüce Allah'ın kitabını arkalarına attılar. Okuyoruz: 102- Yahudiler Süleyman'ın hükümranlığı hakkında şeytanların uydurduğu sözlere uydular. Oysa Süleyman kâfir olmadı, fakat insanlara büyücülük öğreten o şeytanlar kâfir oldular. Babil'de yaşayan Harut ile Marut adındaki iki meleğe böyle birşey indirilmiş değildi. Oysa bu iki melek "Biz bir imtihan vesilesiyiz, sakın kâfir olma" demedikçe hiç kimseye bildiklerini öğretmiyorlardı. Fakat bunlar o iki melekten karı ile kocasının arasını açacak şeyler öğreniyorlardı. Ama onlar Allah'ın izni olmadıkça bu büyü ile hiç kimseye zarar veremezler. Onlar kendilerine yararlı olacak olanı değil, zararlı olanı öğreniyorlardı. Oysa onlar büyüyü satın alanın Ahirette hiçbir nasibi olamayacağını biliyorlardı. Karşılığında benliklerini sattıkları şeyin ne kadar fena olduğunu keşke bilselerdi? 103- Eğer onlar iman edip Allah'ın yasaklarından sakınsalardı, Allah katında elde edecekleri sevap daha hayırlı idi. Keşke bunu bilselerdi. Yahudiler, yüce Allah'ın ellerindeki Tevrat'ı onaylayıcı olarak indirmiş olduğu Kur'an'a arka dönerek şeytanlar tarafından Hz. Süleyman'ın hükümranlık gücü hakkında anlatılan hikâyelerin ve yine onlar tarafından Süleyman., hakkında düzülen halkı yanıltıcı söylentilerin peşine takılmışlardı. Bu şeytanların halk arasında yaymaya çalıştıkları söylentilerin özü şuydu: Hz. Süleyman bir büyücü idi. O iradesine boyun eğdirdiği hayvanları ve doğal güçleri, bildiği ve kullandığı büyü yolu ile emri altına almıştı. Kur'an-ı Kerim Hz. Süleyman'ın (selâm üzerine olsun) bir büyücü olduğunu şu ifade ile reddediyor: "Süleyman kâfir olmadı" Bu ayet, Hz. Süleyman'a yakıştıramadığı fakat şeytanlarda varid gördüğü büyüyü ve onun kullanımını kâfirlik sayar gibidir: "Fakat o şeytanlar kâfir oldular. Onlar insanlara büyücülüğü öğretiyorlardı" Bu ayet, daha sonra büyücülüğün, yüce Allah -c.c- tarafından Babil kentinde yaşayan iki meleğe, yani Harut ile Marut'a indirilmiş olduğunu reddediyor: "Babil'de yaşayan Harut ve Marut adındaki iki meleğe böyle birşey indirilmiş değildi." Anlaşılan ortada bu iki melekle ilgili bir hikâye vardı. Yahudiler ya da şeytan bu iki meleğin büyücülüğü bildiklerini, onu halka öğrettiklerini iddia ediyor ve bu sanatla ilgili bilginin onlara Allah tarafından indirildiğini yayıyorlardı. İşte Kur'an-ı Kerim bu iftirayı, yani büyücülüğün bu iki meleğe indirildiği iftirasını da yalanlıyor. Ayette daha sonra bu işin içyüzü anlatılıyor. Buna göre bu iki melek bizim bilgimizin dışında kalan bir hikmetin sonucu olarak insanlar için bir imtihan, bir deneme vesilesi olarak bulunuyorlar ve büyücülüğü öğrenmek amacı ile kendilerine başvuran herkesi peşinen uyarıyorlardı: "Oysa bu iki melek `Bizler bir imtihan vesilesiyiz, sakın kâfir olma' demedikçe hiç kimseye bildiklerini öğretmiyorlardı." Bir kere daha görülüyor ki, Kur'an-ı Kerim büyücülüğü, bunun öğretilmesini ve kullanılmasını kâfirlik sebebi sayıyor ve bu hükmü Harut ve Marut adlı meleklerin ağzından dile getiriyor. Fakat bu yoldaki uyarıya ve yol göstermeye rağmen bazı kimseler bu iki melekten büyücülük öğrenmekte ısrar ederler. O zaman böylelerinin bir kısmı, kendilerini bekleyen fitneye uğramaktan yakayı kurtaramıyor: "Fakat onlar iki melekten karı ile kocasının arasını açacak şeyler öğreniyorlardı." Burada Kur'an-ı Kerim'in hemen öne atılarak İslâm düşüncesinin temel ilkelerinden birini belirlediğini görürüz. Sözkonusu temel ilkeye göre şu gördüğümüz evrende yüce Allah'ın izin vermediği hiçbir gelişme meydana gelmez: "Ama onlar Allah'ın izni olmadıkça bu büyü ile hiç kimseye zarar veremezler." Demek ki, ancak yüce Allah'ın izni ile sebepler etkilerini meydana getirebilir, ürünlerini ortaya çıkarabilir ve sonuçlarını gerçekleştirebilirler. Bu ilke müminin vicdanında son derece belirgin hale gelmesi gereken genel bir İslâm düşüncesi kuralıdır. Bu kuralın ilk bakışta akla gelen ilk uygulama örnekleri şunlardır: Eğer elini ateşe uzatırsan elin yanar. Fakat bu yanma eylemi ancak yüce Allah'ın izni ile gerçekleşir. Sebebine gelince, gerek ateşe yakma ve gerekse eline yanma yeteneği sunan Allah'tır. Buna göre yüce Allah yalnız kendi dileğine bağlı özel bir hikmetin sonucu olarak bu yakma ve yanma eylemlerine izin vermeyeceği zaman bunların bu özelliklerini gidermeye kadirdir; tıpkı Hz. İbrahim (selâm üzerine olsun) olayında olduğu gibi. Karı ile kocanın arasını açan büyücülük işinde de durum aynıdır. Büyücülük sanatı sözkonusu etkisini, ancak yüce Allah'ın izni ile meydana getirebilir. Eğer Allah kendi dileğine bağlı özel bir hikmetin sonucu olarak bu işe izin vermek istemezse büyücülüğün sözkonusu etkisine engel olabilir. Bizim etki ve sonuç olarak algıladığımız, bu nitelikleri ile bilgi alanımızda yer tutan diğer bütün olaylarda da aynı kural geçerlidir. Her faktör, etkileme yeteneğini yüce Allah'ın izni ile sağlamıştır ve sözkonusu etkiyi bu izne bağlı olarak gösterebilir. Yüce Allah -c.c- dilediğinde ona etkileme fırsatı verebileceği gibi isterse bu etkiyi durdurabilir de. Kur'an-ı Kerim, daha sonra yahudilerin ya da şeytanların karı ile koca arasını bozmak için öğrendikleri bilgilerin niteliğini belirliyor. Bu bilgiler, onların kendileri hakkında iyi değil, kötü şeylerdir: "Onlar kendilerine yararlı olacak olanı değil, zararlı olanı öğreniyorlardı. Sözkonusu kötülüğün hiçbir yarar içermeyen katıksız bir zarar olması için kâfirlik sebebi olması yeterlidir. Okuyoruz: "Oysa onlar büyücülüğü satın alanın Ahirette hiçbir nasibi olmayacağını biliyorlardı." Onlar büyücülüğü satın alan kimsenin Ahirette hiçbir nasibi olmayacağını biliyorlardı. İnsan bu büyücülüğü benimseyip sâtın alınca Ahiretteki bütün nasibini, bütün birikimini yitiriverir. Eğer bu kimseler bu alış-verişin mahiyetini bilselerdi, benliklerini ne fena birşey karşılığında sattıklarını anlarlardı: "Karşılığında benliklerini sattıkları şeyin ne kadar fena olduğunu keşke bilselerdi! Eğer onlar iman edip Allah'ın yasaklarından sakınsalardı, Allah katında elde edecekleri sevap daha hayırlı idi. Keşke bunu bilselerdi:" ' Bu sözler, Babil'deki iki melekten büyücülük öğrenen ve şeytan tarafından Hz. Süleyman'ın hükümdarlık yeteneği hakkında uydurulan söylentilere kapılanlar için geçerlidir. Bu kimseler yüce Allah'ın kitabını arkalarına atarak bu tür batıl ve zararlı bilgilere kendilerini kaptırmış olan yahudilerdir. SİHİR Sözlerimizin burasında büyücülükten, karı ile kocasının arasını açan ve yahudileri peşinden sürükleyerek yüce Allah'ın kitabını arkalarına atmalarına yolaçan sanat hakkında bir kaç söz söylememiz gerekir. Ötedenberi bazı kimselerin bilimsel olarak mahiyetleri henüz ortaya çıkarılamamış birtakım yeteneklere sahip oldukları, birtakım özellikler taşıdıkları hep müşahede edile gelmiştir. Sözkonusu yeteneklerin bazılarına birtakım adlar verilmiş, fakat ne mahiyetleri ve ne de metodları belirlenememiştir. Meselâ şu "Telepati" dediğimiz zihinler arası uzaktan etkilenme olayının özü nedir? Nasıl meydana gelir? Herhangi bir insan, normal olarak sesin ve bakışların ulaşamayacağı kadar uzak bir mesafede bulunan başka bir insanı nasıl çağırabilir ve aralarındaki uzaklıklar ve fizikî engeller ortadan kalkmadan karşı taraftan nasıl cevap alabilir? Peki şu "hipnotizma" olayı nedir? Nasıl meydana geliyor? Nasıl oluyor da bir irade başka bir iradeye egemen oluyor, bir düşünce başka bir düşünce ile ilişki kuruyor, bu sırada taraflardan biri diğerine mesaj gönderiyor ve karşı taraf sanki bir kitabın sayfalarını okuyormuş gibi kendisine gönderilen mesaja cevap veriyor? Pozitif bilimin günümüze kadar varlıklarını kabul ettiği bu esrarengiz güçler hakkında söyleyebildiği tek söz bunlara birtakım isimler takması olmuştur. Fakat bu güçlerin ne olduğu ve bu olayların nasıl meydana geldiği hususunda hiçbir şey söyleyememiştir. Pozitif bilimin kuşku ile karşıladığı dàha pekçok olay var. Bu kuşku ya sözkonusu olaylar hakkında yeterince gözlem verisi sağlayamadığı için onları kabul etmemesinden ya da bu olayları deney alanına sokacak uygun metodlar bulamamış olmasından ileri geliyor. Meselâ şu geleceği haber veren rüyalar olayını düşünelim. Her türlü ruhî gücü inkâr etmeye kalkışan S.Freud bile bu tür rüyaları inkâr edememiştir. Nasıl oluyor da meçhul bir gelecek ile ilgili bir rüya görüyorum da bir süre sonra bu ileriye dönük rüyam aynen gerçekleşiyor. Ya şu gizli ve henüz adı bile konulamamış duygular olayına ne demeli? Nasıl oluyor da bir süre sonra belirli bir olayın olacağını ya da belirli bir şahsın az sonra geleceğini hissediyorum da beklediğim şey bir süre sonra şu ya da bu şekilde sahiden gerçekleşiyor. Sırf pozitif bilim henüz bu tür güçleri deney alanına aktaracak uygun metodlar geliştiremedi diye insan denen varlıkta bulunan bu tür meçhul yetenekleri, güçleri bir kalemde reddetmek, aslında bilimsel kılıflı bir egoizmden, bir şımarıklıktan başka birşey değildir. Bu demek değil ki, her türlü hurafeye teslim olalım ve karşımıza çıkan her çeşit masalın peşinden gidelim. Bu konuda tutulacak en sağlıklı ve en ihtiyatlı yol insan aklının bu tür bilinmezler hakkında esnek bir tutum benimsemesidir. Yani bu tür esrarengiz güçleri ne mutlak olarak reddetmeli ve ne de gözü kapalı bir şekilde kabul etmeliyiz. Böylece insan aklı elindeki metodlarla bu metodları geliştirerek şimdi kavrayamadığı bu tür güçleri kavramayı başarmalı ya da sözkonusu meselelerin, kapasitesini aştığını itiraf ederek yeteneklerinin sınırlarını tanımalı ve şu evrendeki bilinmez güçlerin ve olayların varlığını kesinlikle onaylayarak tutumunu ona göre ayarlamalıdır. İşte büyücülük bu tür olaylardandır. Şeytanların insanlara öğrettiği belirtilen esrarengiz bilgilerde bu tür olaylardandır. Uzaklardaki başka insanlara mesaj ulaştırma ve gerek duygu ve düşünceleri gerekse cansız maddeler ile canlı organizmaları etkileme olayları da büyücülüğün değişik bir biçimi olabilir. Gerçi Kur'an-ı Kerim'in; "Attıkları ipler ve sopalar onların büyülerinin sonucu olarak kendisine yürüyorlarmış gibi göründü" (Taha Suresi, 66) ayetinde, Firavun'un büyücüleri tarafından yapıldığı anlatılan gösteriler hiçbir gerçek tarafı olmayan bir hayal oyunundan ibaretti. Fakat bunun öyle olması bu tür bir etkinin karı ile kocanın ya da iki samimi dostun arasının bozulmasına yolaçmasına engel değildir. Çünkü daha önce belirttiğimiz gibi her ne kadar metodlar, araçlar, etkiler, sebepler ve sonuçlar yüce Allah'ın izni olmaksızın meydana gelmez ise de tepkilerin etkilerden doğduğu da bir gerçektir. Bu arada acaba Harut ile Marut adındaki bu iki melek kimlerdi ve hangi dönemde Babil kentinde yaşadılar? Bir defa bunların hikâyesi yahudiler tarafından biliniyordu. Çünkü bu olaya işaret eden yukardaki ayeti ne yalanladılar ve ne de ona itiraz ettiler. Kur'an-ı Kerim'de bu şekilde kısaca değinilerek geçilen daha başka olaylar da vardır. Sözkonusu olaylar muhatapları tarafından bilindiği için, bu olaylara kısaca değinmek, gözetilen amacı gerçekleştirmek için yeterli sayılmıştır. Bu tür olaylar hakkında ayrıntılı bilgi vermeyi gerektiren bir sebep yoktur. Çünkü amaç, olayın ayrıntıları değildir. Ben de elinizdeki bu tefsir kitabında bu iki melek hakkında bize ulaşan çok sayıdaki rivayete dalmak istemiyorum. Çünkü bunlar içinde hiçbir araştırma ürünü ve güvenilir rivayet yoktur. İnsanlık tarihi boyunca her dönemde insanoğlunun durumuna ve idrak düzeyine uygun birçok ibret verici ve imtihan vesilesi niteliği taşıyan olaylar yaşanmıştır. Buna göre insanın iki melek -ya da iki iyi insan- şekline bürünmüş bir imtihan vesilesiyle karşılaşması şaşılacak kadar olağanüstü bir durum değildir. Zira buna benzer daha nice ibret verici olaylar, harikuladelikler ve çeşitli imtihan türüyle karşılaşmıştır insanoğlu bugüne kadar. O insanoğlu ki simsiyah bir gecenin koyu karanlıkları arasında sürekli biçimde ilâhi meşalenin parıldayan ışınları peşinde emeklemekte, yürümekte ve koşmaktadır. Uzun bir geçmişin gerisinde kaldıkları için bize göre belirsiz olan meselelerin peşine takılacağımıza bu ayetlerde yeralan açık hükümlü ve belirli anlamlı kavramlar üzerinde durmamız daha yerindedir. Burada, yahudilerin, yüce Allah'ın kesin doğruları içeren kitabını arkalarına atarak masalların peşine düşmekle sapıklığa düştüklerini, bunun yanında, büyücülüğün bir tür şeytan işi olması yüzünden insanın kınanmasına ve Ahiretteki tüm nasibini ve birikimini kaybetmesine yolaçan bir kâfirlik sebebi olduğunu bilmemiz bizim için yeterlidir. KIBLENİN DEĞİŞTİRİLMESİ ve BUNA BAĞLI GELİŞMELER Okuyacağımız ayetlerde yahudilerin İslam'a ve müslümanlara yönelik desiselerinin ve hilelerinin açıklanmasına devam ediliyor. Müslüman cemaat, onların oyunları ve entrikaları, müslümanlara dönük içlerinde gizledikleri kin ve kötü duygular, onlar için hazırladıkları tuzaklar ve yıkımlar konusunda uyarılıyor. Yine müslüman cemaate, gerek söz ve gerekse davranış bakımından Ehli Kitab'ın bu kâfirlerine benzememeleri telkin ediliyor. Bu ayetlerle Allah (c.c) yahudilerin İslâm birliği aleyhinde hazırladıkları fitne, oyun, desise, komplo, maksatlı söz ve davranışların ardından saklı olarak gerçek sebep ve niyetler müslümanlara açıklanıyor. Bilindiği gibi İslâm'ın ortaya çıktığı ortamın şartları uyarınca, müslüman cemaati kuşatan şartlar ve gelişmelere bağlı olarak bu dinin bazı emir ve yükümlülükleri değişikliğe uğruyor, yürürlükten kalkıyordu. Anlaşılan yahudiler bu durumu bahane ederek sözkonusu emir ve yükümlülüklerin kaynağı hakkında kuşku uyandırmaya çalışıyor ve müslümanlara, "Eğer bu emir ve yükümlülükler Allah'tan gelselerdi, yürürlükten kaldırılmazlar, daha önceki emri bozan ya da değiştiren yeni bir emir verilmezdi" diyorlardı. Özellikle Hicretten onaltı ay sonra gerçekleşen kıblenin Beytül Mukaddes'ten Kâbe'ye döndürülmesi olayı sırasında bu kampanya iyice şiddetlendi. Bilindiği gibi Peygamber efendimiz (salât ve selâm üzerine olsun) Hicretten sonra yahudilerin kıblesi olan Beytülmukaddes'e dönerek namaz kılmaya başlamıştı. Yahudiler bu olayı gerekçe göstererek dinlerinin gerçek din, ve kıblelerinin gerçek kıble olduğu propagandasına hız verdiler. Bu yüzden Peygamberimiz kıblenin Beytülmukaddes'ten Kâbe'ye döndürülmesini arzu ediyor, fakat bu arzusunu açığa vurmuyordu. Bu surenin ilerde okuyacağımız ayetlerinde görüleceği üzere Peygamberimizin vicdanını sürekli biçimde etkileyen bu dileği nihayet yüce Allah tarafından kabul edilerek kıblenin yönü Kâbe'ye, yani O'nun arzuladığı yöne doğru döndürüldü. Bu değişiklik yahudilerin önemli bir silâhının etkisiz hale gelmesi sonucunu doğurduğu için, bu önemli gerekçeyi kaybetmek çok ağırlarına gitmişti. Bu yüzden, müslümanlara yönelik aldatıcı bir propagandaya girişerek Peygamberimizin buyruklarının kaynağı ve kendisine vahiy geldiğinin doğruluğu hususunda şüphe uyandırmaya yönelmişlerdi. Başka bir deyimle yahudiler, oklarını müslümanların vicdanlarındaki imanın temeline yönelterek onlara şöyle diyorlardı; "Eğer Beytülmukaddes'e yönelmek yanlış ve geçersiz idiyse, o takdirde bunca zaman kıldığınız namazlar ve yaptığınız ibadetler boşa gitti. Eğer oraya yönelmek doğru ve yerinde idiyse o zaman başka bir yöne dönmenin gerekçesi nedir?." Yani yahudiler, oklarını müslümanların vicdanlarında bulunan yüce Allah'tan sevap alacakları hakkındaki güven duygusunun temeline, hatta her şeyden önce Peygamberimizin rehberlik yeteneğine beslenen güven duygusunun temeline yöneltmiş oluyorlardı. Anlaşılan bu iğrenç ve yanıltıcı kampanya bazı müslümanların vicdanlarında etkisini göstermişti. Nitekim bu müslümanlar bu konuda Peygamberimize endişe ve tereddüt kokan sorular yöneltmeye ve ondan kanıtlar ve gerekçeler istemeye başladılar. Bu durum gerek inancın kaynağına ve gerekse Peygamberimizin liderliğine dair beslene gelen sarsılmaz güven duygusu ile bağdaşmıyordu. Bunun üzerine az sonra okuyacağımız konuyla ilgili ayet inerek daha önce yürürlükte olan bazı hükümlerin kaldırılıp yeni hükümler konmasının gerekçelerini açıklayarak bu konudaki şüpheleri ortadan kaldırdı. Buna göre, bazı ayetlerin ve emirlerin iptali herşeyin en iyisini seçen ve müslümanlar için neyin yararlı neyin zararlı olduğunu bilen yüce Allah'ın bir hikmeti sonucudur. Bu ayetin inmesiyle yapılan değişikliklerin amacı müslümanlara açıklanıyor aynı zamanda da yahudilerin asıl hedefleri konusunda dikkatli olmaya çağrılıyorlardı. Yahudilerin amacı ise müslümanları iman ettikten sonra tekrar kafirliğe döndürmekti. Bu çirkin amacın kaynağı ise, yüce Allah'ın müslümanları yahudilere tercih etmesi, son hakk kitabı kendilerine indirerek rahmet ve faziletini onlara tahsis etmesi ve onları bu yüce göreve atamış olması karşısında duyulan kıskançlıktan başka bir şey değildi. Bu ayetlerde aynı zamanda yahudilerin sözkonusu yanıltmacalarının ardında gizli duran kötü niyet açıklanıyor ve Cennet'in sırf onların hakkı olduğu biçimindeki kuru iddiaları çürütülüyor; bu arada iki Ehli Kitap kesiminin birbirlerine yönelttikleri karşılıklı suçlamalar hatırlatılıyor. Bu suçlamalardan birine göre yahudiler, hıristiyanların hiçbir gerçeğe dayanmadıklarını ileri sürerlerken; hıristiyanlar da yahudilerin hiçbir gerçeğe dayanmadıklarını söylüyorlar, ayrıca putperest müşrikler de her ikisinin de gerçekten uzak olduklarını vurguluyorlardı! Bu ayetlerin devamında yahudilerin kıble olayı arkasına sakladıkları gerçek niyetleri açığa vuruluyor. Bu niyetin yüce Allah'ın evi ve yeryüzündeki ilk mescidi olan Kâbe'ye yönelmeyi engellemek olduğu belirtiliyor ve bu davranışın, yüce Allah'ın mescidlerinde O'nun adının anılmasına engel olmaya ve sözkonusu mescidleri yıkmaya çalışmak anlamına geldiği ifade ediliyor. Bu tür telkinleri sıralayarak devam eden bu ayetler sonunda müslümanları, yahudilerin ve hıristiyanların, başka bir deyimle Kitap Ehli'nin gerçek ve ortak maksatları ile yüzyüze getiriyor. Bu maksat, müslümanları kendi dinlerinden ayırarak Ehli Kitab'ın dinlerine çevirmektir. Bundan dolayı Peygamberimiz onların dinlerine girmedikçe ne yahudiler ve ne de hıristiyanlar onu hiçbir zaman sevmeyecekler, kendisinden hoşnut olmayacaklardır. Aksi halde sözü edilen savaşlar, tuzaklar ve hileler sonuna kadar devam edecektir! İşte müslümanlara dönük saçma iddiaların ve yanıltıcı propagandaların ardına saklanan ve sözde inandırıcı delillerin gerisinde gizlenen kıyasıya mücadelenin içyüzü budur! 104- Ey müminler, sakın Peygambere; "Bizi de dinle" demeyin; "Bize bak" deyin ve onu dinleyin. Kâfirleri acı bir azap beklemektedir. 105- Ne Kitap Ehlinin kâfirleri ve ne de puta tapanlar Rabbinizden size herhangi bir iyilik inmesini istemezler. Oysa Allah rahmetini dilediğine tahsis eder. Allah büyük lütuf sahibidir. 106- Biz herhangi bir ayetin daha hayırlısını veya benzerini getirmedikçe onu ne yürürlükten kaldırır ve ne de unuttururuz. Allah'ın herşeye kadir olduğunu bilmiyor musun? 107 Göklerin ve yeryüzünün egemenliğinin Allah'a ait olduğunu bilmiyor musun? Allah'tan başka hiçbir dostunuz ve destekçiniz yoktur. 108- Yoksa vaktiyle Musa'yı sorguya tuttukları gibi siz de peygamberinizi sorguya tutmak mı istiyorsunuz? Müminliği kâfirlik ile değiştirenler hiç kuşkusuz doğru yoldan sapmış olurlar. 109- Kitap Ehlinin çoğu gerçeğin ne olduğunu kesinlikle öğrendikten sonra sırf içlerindeki kıskançlıktan ötürü sizi iman ettikten sonra tekrar kâfirliğe döndürmek isterler. Allah'ın emri gelinceye kadar onlara aldırış etmeyin, yaptıklarını hoş görün. Hiç kuşkusuz Allah herşeye kadirdir. 110- Namazı kılın, zekâtı verin, kendi hesabınıza önceden gönderdiğiniz her iyiliği Allah katında bulursunuz. Hiç şüphesiz Allah yaptıklarınızı görür. Bu ayetler "iman edenlere" hitap ederek başlıyor. Müslümanlara, kendilerini başkalarından ayırdeden, Rabbleri ve peygamberleri ile ilişki kurmalarını sağlayan, vicdanlarında kabul etme ve benimseme duygusunu harekete geçiren vasıfları ile sesleniyor. Bu vasıflarına bağlı olarak onlara Peygamberimize "gözetmek ve ilgilenmek" kökünden gelen "raina (Bizi de dinle, bizi de gözet)" sözü ile hitap etmemelerini söylüyor, bunun yerine O'na bu sözün Arap dilindeki eş anlamlısı olan "unzurna (Bize bak)" sözü ile seslenmelerini tavsiye ediyor. Ayrıca onlara "itaat etme" anlamına gelmek üzere "söz dinlemeyi" emrediyor ve kendilerini kâfirlerin akıbeti olan acı azaba çarpılmayı hak etmekten kaçınmaya çağırıyor. Tekrar okuyoruz: "Ey müminler, sakın Peygambere `Bizi de dinle' demeyin. `Bize bak' deyin ve onu dinleyin. Kâfirleri acı bir azap beklemektedir." "Raina" sözcüğünü kullanmanın yasaklanma sebebi hakkındaki rivayetler bize şu bilgiyi veriyor: Yahudilerin ayaktakımı bu sözle Peygamberimize (salât ve selâm üzerine olsun) hitap ederken bu sözü ağızlarını yayarak, avurtlarını şişirerek telâffuz ederek onun kasden "Ravene" köklü başka bir kelime ile aynı anlama gelmesini sağlıyorlardı. Bunu şunun için yapıyorlardı. Peygamberimize açıktan açığa sövmekten korktukları için bu çirkin maksatlarını gerçekleştirmek üzere ancak aptal çocukların başvurabilecekleri böylesine kaypak bir yolu tercih ediyorlardı. . İşte bundan dolayı yahudiler tarafından bir hakaret paravanı olarak kullanılan bu sözü kullanmak müminlere yasaklanıyor, bunun yerine ayaktakımı yahudilerin başka anlama çekemeyecekleri, telâffuz değişimine uğratamayacakları aynı anlama gelen başka bir kelimeyi kullanmaları emrediliyor ve böylece yahudilerin sözkonusu aptal çocuklara özgü amacı boşa çıkarılıyordu. Yahudilerin böyle bir yola başvurmaları onların Peygamberimize karşı ne derece kin ve kıskançlık beslediklerini gösterdiği kadar, onların edepsizliklerini, adi yollara başvurmaktaki pervasızlıklarını ve davranış plânındaki yozlaşmışlıklarını da belgelemektedir. Bu konuda konulan yasak da, yüce Allah'ın gerek Peygamberini ve gerekse müslüman cemaati, hilekâr düşmanlarından kaynaklanan her türlü desise ve kötü maksat karşısında koruduğunu, başka bir deyimle "dostlarını" düşmanlarına karşı titizlikle savunduğunu kanıtlamaktadır. Bu ayetlerin devamında yahudilerin müslümanlara karşı besledikleri kötü niyetli ve düşmanca duygular, kalplerinden taşan kıskançlık ve çekememezlik kompleksleri açığa çıkarılıyor. Bu kıskançlığın sebebi, yüce Allah'ın bağışını müslümanlara tahsis etmiş olmasıdır. Böylece müslümanların düşmanlarından sakınmaları, düşmanlarının kıskançlıklarına sebep olan imanlarına dört elle sarılmaları, yüce Allah'ın kendilerine tahsis ettiği bağışa karşı şükür borçlarım ödeyerek, bu bağışı korumaları telkin ediliyor: "Ne kitap ehlinin kâfirleri ve ne de puta tapanlar Rabbinizden size herhangi bir iyilik inmesini istemezler. Oysa Allah rahmetini dilediğine tahsis eder. Allah büyük lütuf sahibidir." Kur'an-ı Kerim, burada Ehl-i Kitap ile putperestleri (müşrikleri) kâfirlik açısından bir sayıyor. Bu grupların her ikisi de son peygambere gelen ilâhi mesajı inkâr ediyor. Bu bakımdan her ikisinin tutumu da aynıdır. Ayrıca bu grupların her ikisi de müminlere karşı kin ve çekememezlik duyguları beslemekte, onların iyiliğini istememektedirler. Bunların müminlerde en çok kıskandıkları şey, bu dinin kendisidir. Yani yüce Allah'ın onları bu iyilik için seçmiş olması, onlara Kur'an'ı Kerim'i indirmiş olması, bu nimeti onlara bağışlamış olması, evrenin en büyük emaneti olan "inanç emaneti"ni onların omuzlarına yüklemiş olmasıdır. Yüce Allah'ın bağışını dilediği kuluna indirmesi karşısında yahudilerin kapılmış oldukları kin ve kıskançlık konusuna yukarda değinmiştik. Bu kindarlığı o kadar ileri boyutlara vardırdılar ki, Peygamberimize vahiy getirdiği gerekçesi ile Cebrail'e (selâm üzerine olsun) düşmanlıklarını bile ilân ettiler. Oysa: "Allah rahmetini dilediğine tahsis eder." Yüce Allah peygamberlik görevini kime vereceğini herkesten iyi bilir. Bu durumda bu görevi Peygamberimiz ile O'na inananlara yüklediğine göre onlar bu misyona ehildirler demektir. Ayrıca: "Allah büyük lütuf sahibidir." Peygamberlikten ve ilâhi mesajı temsil etme görevinden daha büyük bir nimet yoktur. İmandan ve insanları iman etmeye çağırmaktan daha büyük bir nimet yoktur. Bu ifade, yüce Allah'ın bu bağışının büyüklüğü, bu lütfun sınırsızlığı konusunda müminlerin kalplerinde şuur uyandırıcı niteliktedir. Kâfirlerin, müminlere karşı duydukları kindarlık ile ilgili az önceki açıklama da müminlere son derece uyanık ve inançlarına bağlı olma bilincini aşılar. Müminlerin inancını zayıflatmak amacı ile yahudiler tarafından gerek tarihte ve gerekse günümüzde yürütülen yoğun yanıltma ve kuşkulandırma kampanyasına karşı koymak, bu saldırı okları karşısında ayakta kalmayı başarabilmek için yukarıda değindiğimiz her iki tür bilinç de kaçınılmaz derecede gereklidir. Yahudilerin, müslümanlarda görmekten en çok kıskanacakları "büyük iyilik" işte bu direnme yeteneğidir! Daha önce belirttiğimiz gibi yahudilerin bu yıkıcı propaganda kampanyası, bazı emir ve yükümlülükler ile ilgiliydi ve özellikle kıble yönünün Kâbe'ye döndürülmesi olayı sırasında doruk noktasına varmıştı. Çünkü kıble değişimi olayı onların büyük yanıltma gerekçelerini etkisiz hale getirmişti. "Biz herhangi bir ayetin daha hayırlısını veya benzerini getirmedikçe onu ne yürürlükten kaldırır ve ne de unuttururuz." KUR'AN'DAKİ BAZI EMİRL ERİN NESHEDİLMESİ Yahudilerin, İslâm inancının özü hakkında zihinlerde şüphe uyandırmak amacıyla bahane olarak kullandıkları vesile ister -bu ve daha sonraki ayetlerin gösterdiği gibi- kıble yönünün değiştirilmesi olayı olsun, ister müslüman cemaatin gelişim sürecine ve sosyal şartlarının değişimine bağlı olarak bazı emirlerin, hükümlerin ve yükümlülüklerin değiştirilmesi olsun, isterse Kur'an-ı Kerim'in Tevrat'ı bir bütün olarak onaylamış olmasına rağmen bu kitapta yeralan bazı hükümleri değiştirmiş olması ile ilgili olsun; yahudilerin zihinlerde kuşku uyandırma kampanyasının bahanesi ister o, ister şu veya isterse bu olsun önemli değil. Kur'ana Kerim burada gerek yürürlükten kaldırma (nesh) ve değiştirme olayı ile ve gerekse yahudilerin bu inanç sistemine karşı çeşitli usullerle savaşmak amacı güden plânları ve gelenekleri uyarınca zihinlerde uyandırmış oldukları şüpheler ile ilgili olarak kesin bir açıklama yapıyor. Buna göre, vahyin iniş süreci boyunca şartların gereği olarak yapılan kısmî değiştirmeler insanlığın yararınadır; sosyal hayatın gelişiminin gerektirdiği faydayı daha büyük oranda gerçekleştirme amacına dönüktür; bu gerekliliği takdir edecek olan; insanların yaratıcısı, peygamberlerin göndericisi ve ayetlerin indiricisi olan yüce Allah'tır. Eğer O, herhangi bir ayeti yürürlükten kaldırarak unutulmuşluğun karanlık kucağına atarsa -Bu ayet ister her hangi bir hüküm içeren okunabilir bir ayet olsun, isterse peygamberler tarafından ortaya konan somut mucizeler gibi belirli bir münasebetle ortaya çıkıp geçen olağandışı bir gelişme anlamındaki ayetlerden biri olsun- ondan daha yararlısını ya da onun benzerini indirir. Hiçbir şey O'nun gücü dışında değildir. O her şeyin maliki, göklerde ve yerde bulunan her şeyin sahibidir. Bundan dolayı yüce Allah daha sonra şöyle buyuruyor: "Allah'ın her şeye kadir olduğunu bilmiyor musun?" "Göklerin ve yeryüzünün egemenliğinin Allah'a ait olduğunu, Allah'tan başka hiçbir dostunuzun ve destekçinizin olmadığını bilmiyor musun?" Buradaki müminlere yönelik hitap,uyarıcı ve hatırlatıcı niteliktedir. Çünkü onlara yegane dostlarının ve destekçilerinin yüce Allah olduğunu, O'ndan başka hiçbir dostlarının ve destekçilerinin bulunmadığını hatırlatıyor. Belki de bu uyarının ve hatırlatmanın sebebi, bazı müminlerin yanıltıcı yahudi propagandasına aldanmaları, onların aldatıcı gerekçeleri ile kafalarının karışması ve bunun sonucu olarak Peygamber efendimize güven duygusu ve kesin inançla bağdaşmayan sorular sormaya kalkışmalarıdır. Bir sonraki ayette dile gelen açık uyarı ve azarlama bunu gösterir: "Yoksa vaktiyle nasıl Musa'yı sorguya tuttular ise siz de Peygamberinizi sorguya tutmak mı istiyorsunuz? Müminliği kâfirlik ile değiştirenler hiç kuşkusuz doğru yoldan sapmış olurlar." Bu ayet, bazı müslümanları işi yokuşa sürme, peygamberlerinden açık deliller ve mucizeler isteme ve onu zora koşma bakımından Hz. Musa'nın (selâm üzerine olsun) kavmine benzemelerini, özenmelerini kınayıcı niteliktedir. Kur'ana Kerim'in çeşitli yerlerinde anlatıldığı gibi Hz. Musa ne zaman yeni bir emir verse, ne zaman yeni bir yükümlülük bildirse yahudiler buna karşı işi yokuşa sürmüşlerdir. Öteyandan bu ayet, müminleri bu yolun akıbeti konusunda da uyarıcı niteliktedir. Bu akıbet, sapıklık ve müminliği kâfirlikle değiştirmektir. Yine bu akıbet, yahudilerin sürüklendikleri sonuç olduğu gibi müslümanları da sürüklemeyi temenni ettikleri sonuçtur: "Kitap Ehlinin çoğu, gerçeğin ne olduğunu kesinlikle öğrendikten sonra, sırf içlerindeki kıskançlıktan dolayı sizi iman ettikten sonra tekrar kâfirliğe döndürmek isterler." Bu; iğrenç kindarlığın vicdanlarda körüklediği bir eğilimdir. Yani başkalarının elde ettikleri iyiliği onların elinden alma arzusu. Niçin? Bu durum sözkonusu şirret vicdanların gerçeği bilmemelerinden ötürü değil, tam tersine bilmelerinden ötürüdür! Tekrar okuyoruz: "Gerçeğin ne olduğunu kesinlikle öğrendikten sonra sırf içlerindeki kıskançlıktan dolayı..." Kıskançlık, İslâm'a ve müslümanlara karşı yahudilerin ruhlarından taşan ve bugün de devam eden kara ve iğrenç bir duygudur. Onların bütün desiseleri, bütün komploları bu dünyadan kaynaklanmıştır ve bugün de yaptıkları tüm düşmanlıklar bu duygunun bir sonucudur. Kur'an-ı Kerim onların bu iğrenç duygusunu iyi tanısınlar ve korunsunlar diye müslümanların gözleri önüne seriyor. Ve şunu da bilsin ki müslümanlar, daha önce cenderesinde kıvranıp durdukları küfür sisteminden Allah'ın nimeti sayesinde kurtulup kavuştukları İslâm'dan uzaklaştırıp yine o eski hayata döndürmek isteyen tüm çabalar da yahudinin ürünüdür, onun parmağı vardır bu işlerde. O iman ki; yüce Allah onun sayesinde müslümanları en yüksek payeye, onların kıskançlıklarını körükleyen en yüce nimete tek başına lâyık görmüştür. Burada, yani bu gerçeğin açıkça ortaya çıktığı yahudilerin kötü niyetlerinin ve iğrenç kıskançlıklarının gözler önüne serildiği noktada Kur'an-ı Kerim, müslümanları onurlu davranmaya, kine kinle ve şirretliğe şirretlikle karşılık vermekten kaçınmaya, yüce Allah'ın dilediği zaman gerçekleşecek olan hükmü kendini gösterinceye kadar müsamahakâr davranmaya ve onların yaptıklarına şimdilik cevap vermemeye çağırıyor. "Allah'ın emri gelinceye kadar onlara (yahudilere) aldırış etmeyin, yaptıklarını hoş görün. Hiç kuşkusuz Allah herşeye kadirdir." Yani; "Siz Allah'ın sizin için seçmiş olduğu yolda ilerlemeye devam edin, Rabbinize ibadet edin ve O'nun katında iyi amel biriktirin." Okumaya devam ediyoruz: "Namazı kılın, zekâtı verin, kendi hesabınıza önceden gönderdiğiniz her iyiliği Allah katında bulursunuz. Hiç şüphesiz Allah yaptıklarınızı görmektedir." Böylece Kur'an-ı Kerim, bu ayeti ile müslüman cemaatin bilincini uyandırıyor, onun dikkatini tehlikenin kaynağı ve hilenin tuzak yeri üzerinde yoğunlaştırıyor, müslümanların duygularını kötü niyetlere, kahpece tuzaklara ve iğrenç kıskançlığa karşı koymaya hazırlıyor. Sonra onları, bu hazırlanmış ve yüklü enerji birikimini kaybetmeden yüce Allah'ın katına yöneltiyor, O'nun emrini beklemelerini ve davranışlarını O'nun iznine bağlamalarını buyuruyor. Sözkonusu ilâhî emir gelinceye kadar da onları hoşgörülü ve aldırışsız olmaya çağırıyor. Böylece kalpleri kinin ve nefretin kokuşmuşluğundan uzak biçimde mutlak emir ve irade sahibinin emrini temiz bir yürekle beklemelerini öneriyor. 111- Onlar "Yahudilerden ve hıristiyanlardan başka hiç kimse Cennet'e giremeyecek"dediler. Bu onların hüsnükuruntusudur. De ki; "Eğer dediğiniz gibi ise delilinizi getirin. " 112- Hayır, öyle değil Kim kendini Allah â adar ve bunun yanında iyi ameller de işlerse Allah katında mutlaka mükâfatını alır. Böyleleri için korku sözkonusu değildir, onlar hiç üzülmeyeceklerdir. 113- Yahudiler: "Hıristiyanlar hiçbir gerçeğe dayanmıyor" dediler. Hıristiyanlar da; "Yahudiler hiçbir gerçeğe dayanmıyor" dediler. Oysa hepsi de kitabı okuyorlar. Gerçeği bilmeyenler de onların dediğini söylemişlerdi. Kıyamet günü Allah, anlaşmazlığa düştükleri konularda aralarında hüküm verir. Medine'de müslümanların karşısına dikilenler kitap ehli yahudilerdi. Orada yahudilerin yaptığı gibi müslümanların karşısına çıkacak hıristiyan bir kitle yoktu. Buna karşın yukarıdaki ayetin ifadesi genele yöneliktir. Ayet hem yahudileri ve hem de hıristiyanları birinin diğeri hakkındaki sözleriyle cevaplandırıyor. Daha sonra da müşriklerin bu iki zümre hakkındaki görüşünü dile getiriyor. Tekrar okuyalım: "Onlar 'Yahudî ve hristiyanlardan başka hiç kimse Cennet'e giremeyecek' dediler." Bu ifade onların sözlerini birleştirerek dile getiriyor. Yoksa aslında yahudiler; "Yahudilerden başkası Cennet'e giremeyecek" derken hıristiyanlar da; "Hıristiyanlardan başkası Cennet'e giremeyecek" diyorlar. Bu sözlerin her ikisi de hiç bir delile dayanmayan basmakalıp ve klâsik bir iddiadan ibaret olduğu için yüce Allah Peygamberimize onlara meydan okumayı ve kendilerinden delil istemeyi telkin ediyor: "De ki; 'Eğer dediğiniz gibi ise delilinizi getirin." Burada hiçbir millete, hiçbir zümreye ve hiçbir ferde imtiyaz tanımaksızın amele (davranışa) ceza (karşılık) biçme konusu ile ilgili İslâm düşünce sisteminin kuralı belirleniyor. Bu kurala göre, önemli olan İslâm ve ihsan (iyi amel)dir, yoksa isim ve ünvan değil. Okuyalım: "Hayır, öyle değil. Kim kendini Allah'a adar ve bunun yanında iyi ameller de işlerse Allah katında mutlaka mükâfatını alır. Böyleleri için korku sözkonusu değildir, onlar hiç üzülmeyeceklerdir." Kur'an-ı Kerim, daha önce yahudilerin "Belirli günler dışında bize Cehennem ateşi dokunmayacak" şeklindeki iddialarına şu cevabı verirken bu kuralı ceza ile ilgili olarak belirlemişti: "Hayır, öyle değil, Kim günah işler de günahı tarafından kuşatılırsa böyleleri Cehennemliktirler, onlar orada ebedi olarak kalacaklardır." Bu iki açıklama iki karşıt tarafı, yani ceza ve mükâfat taraflarını içeren bir tek kuraldır, "Kim günah işler de günahı tarafından kuşatılırsa...". Bu durumdaki kimse benliğini kuşatmış olan sözkonusu günahın tutsağıdır; her şeyden, her türlü bilinçten, işlediği günahın doğrultusu dışındaki her türlü yöneliş ve bakış açısından arınmış, uzak düşmüştür. Buna karşılık "Kim kendini Allah'a adar ve bunun yanında iyi ameller de işlerse..." Yani "Kim benliğini Allah'a adar, tüm duygularını Allah'a yöneltir, başkasının günaha sarılmasının karşıtı olarak yüce Allah'a sımsıkı bağlanırsa." "Kim kendini Allah'a adarsa (benliğini Allah'a teslim ederse)" Burada İslâmın ilk karakteristik özelliği meydana çıkıyor. "Benliğin Allah'a adanması". Burada kullanılan "İslâm" deyimi "boyun eğme" ve "teslim olma" anlamlarına gelir. Manevi plânda "boyun eğme" ve amel (uygulama) plânında "teslim olma." Bununla birlikte bu "teslim oluşun" mutlaka görünür bir belirtisi, elle tutulur bir kanıtı olmalıdır. Bu da yukardaki ayetin ".. ve bunun yanında iyi ameller işlerse..." cümleciğinde ifade ediliyor. Buna göre, İslâm'ın karakteristik özelliği bilinç ile davranış, inanç ile amel, kalpdeki imanla pratiğe yansıyan iyi hareket arasındaki birliktir. Bu sayede inanç sistemi, kapsamlı ve yaygın bir yaşama tarzına dönüşür. Böylelikle insan kişiliği bütün faaliyet ve yönelişleri ile tutarlı bir bütünlüğe kavuşur. Yine bu sayede müslüman, şu ilâhî bağışların tümünü elde etmeye lâyık olur: "Böyleleri Allah katında mutlaka mükâfatlarını alırlar. Bunlar için korku sözkonusu değildir, onlar hiç üzülmeyeceklerdir." Onlara Rabbleri katında kayba uğraması sözkonusu olmayan, kesin bir mükâfat, korkuya yer tanımayan tam bir güvenlik ve üzüntünün gölgeleyemeyeceği coşkun bir sevinç vardır. Bu bütün insanları eşit tutan genel bir kuraldır. Bu kurala göre yüce Allah katında iltimas ve tarafgirlik sözkonusu değildir. Yahudiler ve hıristiyanlar sözkonusu basmakalıp ve klâsik iddiayı ileri sürerlerken, bir yandan bu zümrelerin her biri diğerinin hiçbir gerçeğe dayanmadığını söylüyor, öteyandan da müşrikler her iki gruba da aynı sözle karşılık veriyorlardı. Tekrar okuyalım: "Yahudiler; 'Hıristiyanlar hiç bir gerçeğe dayanmıyor" dediler: Hıristiyanlar da; "Yahudiler hiç bir gerçeğe dayanmıyor' dediler. Oysa her ikisi de kitabı okuyorlar! Gerçeği bilmeyenler de onların dediğini söylemişlerdi. Kıyamet günü Allah, anlaşmazlığa düştükleri konularda aralarında hüküm verir." Bu ayette sözü edilen "gerçeği bilmeyenler" mukaddes kitapları olmayan cahil, okuma-yazmasız Araplardı. Bunlar, yahudiler ile hıristiyanların aralarındaki ayrılığı, karşılıklı suçlamalarını, müşriklik ve yüce Allah'a evlât yakıştırma açısından eski Arap masallarından ve hurafelerinden daha seviyesiz masallara ve hurafelere körükörüne bağlılıklarını gördükleri için yahudilikten de hıristiyanlıktan da uzak duruyor,ve "Bunlar hiçbir gerçeğe dayanmayan, boş şeylerdir" diyorlardı. Kur'an-ı Kerim, yahudiler ile hıristiyanların "Cennet'in sırf kendilerine ait olduğu" şeklindeki iddialarını çürüttükten sonra, bu grupların birbirleri aleyhindeki sözlerini her ikisinin de siciline geçiriyor ve arkasından aralarındaki anlaş nazlığın çözümünü yüce Allah'a havale ediyor: "Kıyamet günü Allah, anlaşmazlığa düştükleri konularda aralarında hüküm verir." Adil hüküm O'nundur ve bütün meseleler O'nun huzuruna gelir. Yapılacak şey hiçbir mantık kuralına bağlı olmayan ve hiçbir delile dayanmayan bu kavmin"tek başına 'Cennetlik olduğu' ve yine "yalnız başına doğru yolda olduğu" şeklindeki basmakalıp iddialarını çürüttükten sonra tek çıkar yol onları yüce Allah'ın -c.c- hükmüne havale etmektir. İSLÂM'IN MESCİD ANLAYIŞI Okuduğumuz ayetlerin devamında Peygamberimizin emir ve tebliğlerinin bunların içinde özellikle kıble yönünün değiştirilmesi ile ilgili olanının- doğruluğu hakkında müslümanların zihinlerini bulandırmayı amaçlayan yahudi kampanyalarının kınanmasına dönülüyor ve bu tutum yüce Allah'ın mescidlerinde O'nun adının anılmasını engelleme ve bu mescidleri yıkma girişimi sayılıyor: 114- Allah'ın mescidlerinde O'nun adının anılmasını engelleyen ve oraları yıkmaya çalışanlardan daha zalim kim olabilir? Oysa oralara ancak korkulu bir saygı içinde girmeleri yakışık alır. Bunları, dünyada rezil olmak, Ahirette de büyük bir azap beklemektedir. 115- Doğu da Batı da Allah'ındır. Ne tarafa dönerseniz, Allah'ın yönü o tarafa doğrudur. Şüphesiz Allah'ın kudreti herşeyi kapsar ve o herşeyi bilir. Akla en yakın ihtimal; yukardaki iki ayetin, kıble değiştirilmesi ve yahudilerin, müslümanları yeryüzüne inşa edilen ilk Allah evi ve ilk kıble olan Kâbe'ye yönelmekten alıkoymaya çalışmaları dolayısıyla inmiş olabileceğidir. Ancak bu ayetlerin nüzul (iniş) sebebi hakkında bu söylediğimizin dışında daha pekçok değişik görüş de vardır. Bu yorumların hangisi doğru olursa olsun ayetteki ifadenin mutlak oluşu, onun mescidlerde Allah'ın adının ànılmasına engel olmak ve oraları yıkmaya çalışmakla ilgili genel bir hüküm olduğunu düşündürür. Bu çirkin davranışa karşılık olarak belirlenen ve bu davranışa uygun tek ceza olduğu belirtilen aşağıdaki hüküm de genel karakterlidir. "Oysa oralara ancak korkulu bir saygı içinde girmeleri yakışık alır." Yani barınma dileği ile, gerekli saygı ifadesini takınarak ve eman diyerek yüce Allah'ın evi olan mescidlere sığınmadıkça kovulmayı, kovalanmayı ve güvenden yoksun bırakılmayı hakkederler. (Tıpkı Mekke'nin fethinden sonra olduğu gibi. Bilindiği gibi Mekke'nin müslümanlar tarafından fethedildiği gün Peygamberimizin sözcüsü "Kim Mescid-i Haram'a (Kâbe) girerse güven içindedir" diye seslenmiş ve bunun üzerine can güvenliği istemeye karar veren bazı Kureyş zorbaları oraya sığınmışlardı. Oysa bu kimseler daha önce Peygamberimiz ve arkadaşlarının Kâbe'yi ziyaret etmelerine engel olmuşlardı.) Ayet-i celile, bu hükme, böylelerinin dünyada perişanlığa ve Ahirette büyük bir azaba çarptırılacakları kara haberini eklemektedir: "Bunları dünyada rezil olmak, Ahirette de büyük bir azap beklemektedir." "Oysa oralara ancak korkulu bir saygı içinde girmeleri yakışık alır" cümlesinin bir başka açıklaması da şöyledir: Yani "Onların, ancak Allah korkusu ve O'nun ululuğunun ürpertisi içinde Allah'ın mescidlerine girmeleri yakışır. Yüce Allah'ın evlerine yaraşan, O'nun büyük heybet ve ululuğuna uygun düşen edep şekli budur." Bu yorum şekli de konunun akışına uygundur. Bu iki ayetin kıble yönünün değiştirilmesi olayı ile ilgili olarak indiği görüşünü tercih etmemizin gerekçesi, bu ayetlerin ikincisidir. Okuyalım: "Doğu da Batı da Allah'ındır. Ne tarafa dönerseniz, Allah'ın yönü o tarafa doğrudur. Hiç şüphesiz Allah'ın kudreti her şeyi kapsar ve o her şeyi bilir." Müslümanlar, kıblenin değiştirilmesi olayına kadar Beyt'ül-Mukaddes'e (Kudüs'teki Mescid-i Aksa) yönelerek namaz kılıyordu. Kıble'nin Kabe'ye doğru döndürülmesiyle yahudiler müslümanların zihnini bulandıran şiddetli bir propaganda başlattılar. Buna göre Müslümanların a güne kadar kıldıkları namazlar geçersizdi ve Allah katında hesaplarına hiçbir sevap yazılmayacaktı. İşte bu ayet yahudilerin bu iddialarına cevap veriyor, iniş sebebinin ana nedeni de bu asılsız propagandalardı. Bu ayet, yahudilerin bu sakat yorumlarına karşı çıkarak aslında her yönün bir kıble olduğunu, buna göre ibadete duran kul ne tarafa dönerse yüce Allah'ın yönünün o tarafa doğru olduğunu, herhangi bir yönün kıble olarak belirlenmesinin yüce Allah tarafından bir yönlendirme olayı olduğunu ve o tarafa dönmenin O'na itaat etme anlamı taşıdığını, yoksa bunun Allah'ın o tarafta değil de bu tarafta olduğu manasına gelmediğini belirtiyor. Allah kullarını sıkıntıya ve çıkmaza sokmaz, onların sevaplarını kısmaz; O kullarının kalplerini, niyetlerini herhangi bir yöne doğru durmalarının iç gerekçelerini bilir, Allah'ın emrinde kolaylık esastır, niyet Allah içindir. Zira "Allah'ın kudreti her şeyi kapsar ve o her şeyi bilir." ALLAH'A OĞUL İSNAD EDENLER Bu ayetlerin devamında, yahudilerin ilâhlığın özü ile ilgili düşüncelerinin (sapıklığı), yüce Allah'ın dininin dayanağı ve bütün peygamberlerin mesajlarının sâğlıklı temeli olan Tevhid ilkesinden uzak düşmüş oldukları gözler önüne seriliyor, bunların yüce Allah'ın zatı ve sıfatları ile ilgili sapık düşünceleri aynı konulardaki cahiliye düşünceleri ile karşılaştırılarak müşrik Araplar ile Ehl-i Kitab'ın müşrikleri arasındaki inanç benzerliğine parmak basılıyor, bütün bu grupların müşrikliğe yönelik yanılgıları düzeltilerek kendilerine, gerçek iman kavramının temel ilkesi açıklanıyor: 116- Onlar; "Allah oğul edindi " dediler. O böyle bir şeyden münezzehtir. Göklerdeki ve yeryüzündeki varlıkların tümü O'nundur, hepsi O'na boyun eğmişlerdir. 117 O, göklerin ve yeryüzünün yoktan varedicisidir. O birşeyin varolmasını dileyince ona sadece "ol " der ve o da olur. 118- Bilmeyenler "Allah bizimle konuşmalı ya da bize bir mucize gelmeliydi " dediler. Onlardan öncekiler de onların dedikleri gibi söylemişlerdi. Kalpleri birbirine benzedi. Kesin iman sahiplerine ayetleri apaçık göstermişizdir. Bu, "Allah oğul edindi" şeklindeki sakat iddia, sadece hıristiyanların Hz. İsa (selâm üzerine olsun) ile ilgili iddiaları değildir, yahudiler de Hz. Üzeyir için aynı şeyi söylüyorlardı. Tıpkı bunlar gibi müşrikler (putperestler) de melekler hakkında aynı iddiayı ileri sürüyorlardı. Bu ayet sözkonusu grupların iddialarını ayrı ayrı anlatmıyor. Çünkü konunun akışı o günün Arap yarımadasında İslâm'a karşı çıkan bu üç grubu ana hatları ile tanıtmak amacını taşıyor. Ne tuhaftır ki, bu üç grup uluslararası Siyonizm, dünya Hristiyanlığı ve evrensel Komünizm şemsiyeleri altında günümüzde de İslâm'a kıyasıya karşı çıkan akımları oluşturuyorlar. Yalnız, milletlerarası Komünizm o günün müşriklerinden çok daha koyu bir küfür akımıdır. Ayetin, bu üç grubu aynı kategoride birleştirmesi, yahudiler ile hristiyanların sırf kendilerinin doğru yolda olduğu biçimindeki iddialarını boşa çıkarıcı niteliktedir. Çünkü bu iki grubun her ikisinin de müşrikler (putperestler) ile aynı düzeyde oldukları görülüyor. Ayetlerin devamında, bu grupların yüce Allah ile ilgili diğer sakat görüşlerine geçilmeden önce hemen yüce Allah'ın bu sapık düşünceden münezzeh olduğu vurgulanmakta ve yüce Allah ile tüm yaratıkları arasındaki ilişkinin gerçek mahiyeti açıklanmaktadır: "O, böyle bir şeyden münezzehtir. Göklerdeki ve yeryüzündeki varlıkların tümü O'nundur, hepsi O'na boyun eğmişlerdir. O, göklerin ve yeryüzünün yoktan varedicisidir. O bir şeyin varolmasını dileyince ona sadece "ol" der ve o da olur." Şimdi söz sırası İslâm'ın yüce Allah ile ilgili, yaratıcı ile yarattıkları arasındaki ilişkinin türü ile ilgili ve yaratıkların yaradandan nasıl sadır oldukları ile ilgili soyutlayıcı ve eksiksiz düşüncesine geldi. Bu düşünce, sözünü ettiğimiz realiteleri birarada ifade eden en seviyeli ve açık görüş tarzıdır. Bu görüşe göre kâinat, üstün ve mutlak iradenin "Kün feyekün (ol der ve oluverir)" ilkesi uyarınca yaratıcısından sadır olur. Bu iradenin herhangi bir varlığı yaratmaya yönelmesi, aracı bir gücün ya da maddenin bulunmasına gerek duyulmaksızın sözkonusu varlığın önceden belirlenen biçimde varolmasını tek başına sağlayıcı niteliktedir. Peki mahiyetini bilmediğimiz bu üstün irade, kendisinden sadır olmasını murad ettiği sözkonusu varlıkla nasıl ilişki kuruyor? Bu nokta, insan idrakinin kavrayamadığı, içyüzünü açıklayamadığı bir sırdır. Çünkü insan kapasitesi bu noktayı idrak etmeye elverişli ve yatkın değildir. Zira bu noktayı kavramak, insanın yaratılış amacı olan yeryüzü halifeliği ve·yeryüzünü imar etme görevi açısından gerekli değildir. Yüce Allah insanoğluna yeryüzündeki görevinde yararlanacağı kâinat kanunlarını keşfetme ve bunları pratikte kullanma yeteneği verdiği oranda ona bu önemli halifelik görevi ile ilgisi olmayan başka bir alemin sırlarını kapalı tutmuştur. Çeşitli felsefi akımlar hiçbir yol gösterici ışığın bulunmadığı uçsuz-bucaksız bir çölde taban tepmişlerdir. Amaçları ise bu sırları keşfetmekti. Bu uğurda, sözünü ettiğimiz alanla ilgili hiçbir yapısal yatkınlığa sahip olmayan, bu alanı kavrama ve bilme araçları ile kesinlikle donatılmamış olan insan idrakinden kaynaklanmış birçok faraziyeler ve varsayımlar ortaya koymuşlardır. Bu faraziyelerin en yüksek seviyeleri bile insanı hayrete düşürecek ona "Nasıl olur da bir filozof böyle bir şey ileri sürer?" dedirtecek derecede gülünç oluyor. Bunun tek sebebi, sözkonusu filozofların insan idrakini doğal yaratılışının dışına çıkarmaya, onu yetki alanının dışına taşırmaya kalkışmalarıdır. Böyle olduğu için hiçbir tatmin edici sonuca varamamışlar, daha doğrusu bu konudaki İslâm düşüncesini bilen ve onun etkisi altında kalan bir kimsenin saygı duyabileceği hiçbir sonuç elde edememişlerdir. İslâm bu konudaki realist yaklaşımı sayesinde inanmış bağlılarını bu uçsuz-bucaksız çölde kılavuzsuz olarak taban tepmekten, daha baştan yanlış metoda dayanan bu karanlık maceraya atılmaktan korumuştur. Fakat bazı taklitçi İslâm felsefecileri özellikle eski Yunan felsefecilerinin etkisiyle bu yüksek doruklara tırmanmaya kalkışınca eski Yunanlı üstadları gibi karmaşık ve yanılgılı varsayımlardan başka birşey elde edemediler. Onlar bu hareketleriyle İslâm düşüncesine bu düşüncenin tabiatı ile bağdaşmayan, özü ile uyuşmayan yabancı unsurlar bulaştırdılar. Bu durum insan aklını yetki alanı dışına taşırmayı, yaratılışındaki özelliğin ötesine çıkarmayı amaçlayan her girişimin karşılaşacağı kesin akıbettir. İslâm düşüncesine göre varlıkların yaratıcısı, yarattığı varlıkların hiçbirine benzemez, O tektir. Bunun doğal bir sonucu olarak İslâmî düşünce, müslümanların dışındaki birtakım inanç mensuplarının anladığı gibi "vahdet-i vücud (varlıkların birliği)" kavramını reddeder. Yani "varlıklarla yaratıcı birleşik bir bütündür" ya da "Varlık alemi yaratıcının zatından kaynaklanan ışınlardan ibarettir" veya "varlık alemi, yaratıcısının görülebilen bir sureti, bir yansımasıdır" şeklinde ifade edebileceğimiz yahut aynı esasa dayalı başka bir biçimde anlatılabilen "vahdet-i vücud" kuramı İslâm düşüncesi ile bağdaşmaz. Fakat bununla birlikte İslâm düşüncesinde de "Tevhid" diye tanımlanan varlık bütününü kapsamına alan bir birlik vardır. Bu birlik, varlık aleminin aynı yaratıcı iradeden meydana gelmiş olması, gelişimini düzenleyen kanunlar sisteminin bir oluşu; yaratılışının, koordinasyonunun, kullukta ve saygıda Rabbine yönelişinin bir olması anlamındadır. Okuyalım: "Göklerdeki ve yerdeki varlıkların tümü O'nundur, hepsi O'na boyun eğmişlerdir." Göklerdeki ve yerdeki varlıklar içinde onun evlâdı olduğunu düşündürecek hiçbir gerekçe ortada yoktur. Çünkü varolan her şey aynı derecede ve aynı aracın sonucu olarak O'nun yaratığıdır. Tekrarlıyoruz: "O göklerin ve yerin yoktan varedicisidir. O bir şeyin varolmasını dileyince ona sadece "ol" der ve o da olur" İlâhî iradenin varlıklara yönelmesi olayı insan idrakinin bilemeyeceği bir şekilde gerçekleşiyor. Çünkü bu olay, insan idrak kapasitesinin dışında kalır. Buna göre, bu sırrın künhüne ermeye çalışmak, boşuna enerji harcamak ve uçsuz bucaksız bir çölde kılavuzsuz olarak taban tepmektir. Yukardaki ayetlerde Kitap Ehli'nin, yüce Allah'ın evlâdı olduğunu iddia eden sözleri sunulduktan ve bu saçma sözler düzeltilip reddedildikten sonra müşriklerin aynı türdeki sözlerine geçiliyor. Bu sözler, aynen Ehl-i Kitab'ın benzer sözlerine kaynaklık eden yanlış düşünceye dayanıyor: "Bilmeyenler; 'Allah bizimle konuşmalı ya da bize bir mucize gelmeliydi' dediler. Onlardan öncekiler de onların dediklerinin benzerini söylemişlerdi." Buradaki "bilmeyenler" okuma-yazmasız müşrikler, yani putperestlerdir. Bunların hiçbir kitap kaynaklı bilgileri yoktu. Sık sık Peygamberimizin (salât ve selâm üzerine olsun) karşısına dikilerek yüce Allah'ın kendileri ile doğrudan konuşmasını ya da kendilerine somut, mucizenin gösterilmesini istiyorlardı. Onların bu sözlerinin burada hatırlatılmasının nedeni, kendilerinden öncekilerin -yani yahudiler ile diğer kitap ehlinin- de vaktiyle kendi peygamberlerinden aynı isteklerde bulunmuş oldukları gerçeğini vurgulamaktır. Bilindiği gibi Hz. Musa'nın (selâm üzerine olsun) kavmi yüce Allah'ı açıktan açığa görmeyi istemiş, ayrıca kendilerine mucize gösterilmesinde ısrar etmişlerdi. Demek oluyor ki, bunlar ile onlar arasında karakter, zihniyet ve sapıklık bakımından benzerlik vardır. "Kalpleri birbirine benzedi." Bana göre yahudilerin, müşrikler (putperestler) karşısında bir üstünlükleri yok. Bunlar zihniyet, inatçılık ve sapıklık bakımından benzer kalpler, benzer duygular taşımaktadırlar. Devam ediyoruz: "Kesin iman sahiplerine ayetleri apaçık göstermişizdir." Kalplerinde kesin iman bulunanlar, yüce Allah'ın -c.c- ayetlerinde bu kesin imanlarını doğrulayan ve vicdanlarını tatmin eden gerekçeleri bulurlar. Yani kesin imanı bu ayetler meydana getirmez. Tersine bu ayetlerin anlamlarını kavramayı, içerdikleri gerçeklerle tatmin olmayı, doğruyu ve Allah'a ulaştırıcı olanı algılamaya kalpleri hazırlayan faktör, kesin imandır. Okuduğumuz ayetlerin devamında Kitap Ehlinin sözleri hatırlatılarak, asılsız iddiaları çürütüldükten, bu grupların sapıklıklarının ardında yatan gizli faktörler açığa vurulduktan sonra Peygamberimize dönülerek görevi açıklanıyor, sorumlulukları belirleniyor, kendisine yahudi ve hıristiyanlar ile arasındaki savaşın mahiyeti, onlarla arasındaki anlaşmazlığın karakteristik özelliği açıklanıyor. Bu anlaşmazlığın kaynağı o kadar derindir ki, onlar Hz. Peygamberden elinde olmayan, olsa bile ödeyemeyeceği bir bedel istemektedirler. Haşa bu bedeli ödese bu sefer Rabbinin gazabına uğraması kaçınılmaz olur: 119- Biz seni gerçeğin müjdecisi ve uyarıcısı (korkutucusu) olarak gönderdik. Sen Cehennemliklerden sorumlu değilsin. 120- Kendi dinlerine uymadıkça ne yahudiler ve ne de hristiyanlar senden asla hoşlanmayacaklardır. De ki; "Doğru yol, sadece Allah'ın yoludur': Eğer sana gelen bilgiden sonra onların arzularına uyacak olursan, andolsun ki, Allah tarafından ne bir dost ve ne de bir yardımcı bulamazsın. 121- Kendilerine verdiğimi5 kitabı gereğince okuyanlar var ya, işte onlar ona inananlardır. Onu inkâr edenler ise hüsrana uğrayanlardır. "Seni gerçekle (donatarak) gönderdik". Bu cümle saptırıcıların oluşturduğu kuşkulara, tuzakçıların komplolarına ve sahtekârların. yanılgıya düşürme girişimlerine son verici bir netlik, bir sarsılmazlık ifade ediyor. Ses tonundaki gürlük ve mertlik, kesinlik ve kuşkusuzluk yansıtıyor. "Müjdeleyici ve uyarıcı (korkutucu) olarak..." Yani "senin görevin tebliğ etmekten, aldığın emri yerine getirmekten ibarettir. Bunu yapınca senin fonksiyonun sona erer." "Sen Cehennemliklerden sorumlu değilsin." Yani "işledikleri günahlar ve nefislerinin arzularına uymaları sebebiyle Cehenneme girenlerden sen sorumlu değilsin." "Yahudiler ile hıristiyanlar seninle savaşmaya, sana tuzak kurmaya devam edecekler, seninle barış yapmayacaklar, senden hoşnut olmayacaklardır. Ancak sen bu görevi ihmal ettiğin, bu gerçeği savunmaktan vazgeçtiğin ve bu kesin hidayeti bırakarak onların az önce anlatılan sapıklıklarını, müşrikliklerini ve sakat zihniyetlerini onayladığın takdirde seni severler, senden hoşnut olurlar." "Kendi dinlerine uymadıkça ne yahudiler ve ne de hıristiyanlar senden asla hoşlanmayacaklardır." İşte asıl sebep budur. Onların eksiği delil değildir. Onların eksiği senin haklı olduğuna, Rabbin tarafından sana gelen mesajın gerçek olduğuna inanmamak değildir. Onlara olanca delillerini sunsan, olanca sevgini önlerine sersen bunların hiçbiri ile hoşnutluklarını kazanamazsın. Ancak dinlerine uymakla ve yanındaki gerçeğe sırt dönmekle onların hoşnutluğunu kazanabilirsin. Her dönemde ve her yerde somut olarak karşımıza çıkan sürekli anlaşmazlık konusu, değişmez çıban başı budur. Bu çıban başı inanç meselesidir. Yahudilerin ve hıristiyanların müslüman cemaate karşı verdikleri amansız savaşın gerçek mahiyeti budur. Bu mücadele, her ne kadar zaman zaman birbirleri ile çatıştıkları görülüyorsa da bu iki kamp ile İslam arasında kıyasıya devam etmektedir. Bazan aynı inanç kampının alt grupları arasında da sürtüşme olur. Fakat bu alt gruplar İslâm'a ve müslümanlara karşı her zaman eleledirler. Dediğimiz gibi bu mücadele, temelde ve gerçek mahiyeti ile bir inanç savaşıdır. Fakat İslâm'ın ve müslümanların bu iki koyu düşman kampı, bu savaşa değişik renkler yakıştırırlar; olanca hilekârlıklarını, kurnazlıklarını, ikiyüzlülüklerini kullanarak bu savaş için çeşitli kılıflar uydururlar. Onlar din sancağı altında müslümanların karşısına çıktıklarında onların dinleri ve inançları uğruna nasıl kahramanca çarpıştıklarını tecrübe etmişlerdir. Bu yüzden dinimizin bu tarihi düşmanları uyanmışlar ve savaşın rengini değiştirmişlerdir. Artık onlar bu savaşın asıl niteliğini ortaya koyarak inanç savaşı olduğunu açıkça söylemiyorlar. Öyle söyleseler müslümanların inançları uğruna gösterecekleri kahramanlıktan, bu kahramanlığın getireceği coşkunluktan korkuyorlar. Bunun yerine aradaki savaşa "toprak savaşı", "ekonomik savaş", "siyasi savaş", "stratejik savaş" gibi adlar takıyorlar. Ayrıca aramızdaki aldanmış gafillerin beyinlerine sokmaya çalışıyorlar ki, inanç savaşı, artık anlamsız bir eski hikâye olmuştur, artık o sancağı havaya kaldırarak onun ismi altında savaşmak yersiz ve geçersizdir. Böyle bir şeye ancak tutucular, gericiler girişirler! Onlar bu zehirli propagandayı inanç coşkunluğundan ve kahramanlığından kurtulmak için yapıyorlar. Oysa onlar, yani uluslararası Siyonizm, dünya Hıristiyanlığı ve bunlara ek olarak evrensel Komünizm soğukkanlı bir kararlılık içinde öncelikle bu granit kayayı parçalamak amacı ile müslümanlara karşı savaşmaktadırlar. O granit kaya ki, yüzyıllar boyunca ona toslamışlar ve her defasında tümünün kafatası parçalanmıştır. Bu savaş inanç savaşıdır. Yoksa toprak savaşı, ekonomik savaş ya da stratejik amaçlı savaş değildir. Bu uydurma kılıfların ve yakıştırmaların hiçbir asli yoktur. Düşmanlarımız gizli ve tarihi maksatları uğruna bu uydurma yaftaları kafamıza sokmaya çalışıyorlar. Onlar bizi bu savaşın gerçek mahiyeti ve asıl karakteri hakkında yanılgıya düşürmek istiyorlar. Eğer biz onların bu yalancı propagandalarına aldanırsak kendimizden başka hiç kimseyi kınamamalı, hiç kimsede kabahat aramamalıyız. Çünkü bu durumda sözlerin en doğrusunu söyleyen yüce Allah'ın Peygamberine ve O'nun ümmetine yönelttiği direktiften uzak düşmüş oluruz. Tekrar okuyalım: "Kendi dinlerine uymadıkça ne yahudiler ve ne de hıristiyanlar senden asla hoşlanmayacaklardır." İşte onları hoşnut edebilecek yegâne bedel. Bunun dışındaki herşeyi peşinen reddederler, ellerinin tersi ile geri çevirirler. Fakat kesin emin ve doğru direktif hemen arkadan geliyor: "De ki; 'Doğru yol, sadece Allah'ın gösterdiği yoldur." İfade son derece öz ve kısa! "Doğru yol, sadece Allah'ın gösterdiği yoldur". Bu konuda taviz yok... Bundan vazgeçmek sözkonusu değil.. Bu hususta esneklik ve gevşeklik yok... Bu ilkenin zararına hiçbir uzlaşmaya girişilemez... Onun küçük-büyük hiçbir kırıntısı bile pazarlık konusu edilemez... İsteyen inansın, isteyen inkâr etsin... Sakın ha! Onları hidayete erdirmek, onların iman etmelerini sağlamak, onların dostluğunu ve sevgisini kazanmak gibi endişe ve arzular seni bu ince yoldan saptırmasın. "Eğer sana gelen bilgiden sonra onların arzularına, keyiflerine uyacak olursan, andolsun ki, Allah tarafından ne bir dost ve ne de bir destekçi bulamazsın." Bu korkunç tehdit, bu kesin ifade ve bu ürkütücü azap uyarısı. Kime dönük? Yüce Allah'ın Elçisine, Peygamberine ve keremli sevgilisine dönük! Bunlar birtakım nefsi arzulardır. Eğer sen doğru yoldan, Allah'ın gösterdiği doğru yoldan saparsan -ki ondan başka bir doğru yol yok-... İşte onları senin karşında takındıkları olumsuz tutumu takınmaya sürükleyen faktör, onların bu nefsi arzularıdır, yoksa senden kaynaklanan bir delil yetersizliği ya da inandırma zayıflığı değildir. Onların arasında nefislerinin bu arzularından sıyrılabilenler ellerindeki kitabı gereğince okurlar ve bunun sonucu olarak senin yanındaki gerçeğe inanırlar. Bu gerçeği inkâr edenlere gelince, onlar hüsrana uğrayacaklardır. Sen ve müminler değil! "Kendilerine verdiğimiz kitabı gereğince okuyanlar varya, işte onlar ona inananlardır. Onu inkâr edenler ise hüsrana uğrayanlardır." Yüce Allah'ın şu dünyada insanlara bağışladığı nimetlerin en büyüğü olan iman kaybından daha büyük bir kayıp, daha acı bir hüsran düşünülebilir mi? Yukardaki ayetlerde bu kesin ve tartışmaya meydan vermeyen yargı ortaya konduktan sonra yeniden israiloğulları'na dönüp sesleniliyor. Okuduğumuz bu uzun hesaplaşma ve tartışmanın, yahudiler ile Rabbleri ve peygamberleri arasındaki ilişkileri gözler önüne seren tarihi açıklamanın arkasından gelen bu sesleniş, sanki onlara yönelik derinliklerden kopup gelen son sesleniş gibidir. Bunun arkasından Peygamberimize ve müslümanlara da bir uyarı yapıldıktan sonra yahudilere son bir çağrı daha yapılıyor. Bu çağrı, artık umursamazlık, gaflet ve yüce emaneti yüklenme şerefinden mahrum bırakılmış bir halde kapı eşiğinde kararsız bir haldeyken belki kendilerini düzeltirler diye yapılan son çağrıdır. Bu çağrı daha önce kendilerine ilahî emanetin verileceği zaman yapılan ilk çağrıydı. Şimdi de bu emanetten yüz çevirmeleri sebebiyle yapılan son çağrıdır bu. "Ey İsrailoğulları!.." 122- Ey İsrailoğulları, size vermiş olduğum nimetleri ve sizi bir zamanlar bütün alemlere üstün tutmuş olduğumu hatırlayın. 123- Hiç kimsenin başkası adına birşey ödeyemeyeceği, hiç kimseden fidye kabul edilmeyeceği, hiç kimseye şefaatin yarar sağlayamayacağı ve böylelerinin hiçbir yerden yardım görmeyeceği günden korkun. Bu surenin daha önceki bölümlerinin içerdiği tartışma, Kitap Ehline dönüktü. Sözkonusu tartışmanın eksenini yahudilerin tarihi; onların peygamberlerine, şeriatlerine yüce Allah ile aralarındaki antlaşmalarına ve taahhütlerine karşı takınmış oldukları olumsuz tutumlar oluşturuyordu. Hz. Musa zamanından başlayarak Peygamberimin zamanına kadar süren bu dönemin irdelenmesi sırasında çoğunlukla yahudilerden, bazan da hristiyanlardan söz ediliyordu. Bu arada, Ehli Kitap ile uyuştukları ya da Ehli Kitab'ın kendileri ile aynı görüşü paylaştıkları konular ortaya çıktıkça zaman zaman müşriklere (putperestlere) de değinilmişti. HZ. İBRAHİM DÖNEMİNE BİR BAKIŞ' Şimdiki bölümde ise Hz. Musa döneminden daha eski bir tarih dönemine, yani Hz. İbrahim (selâm üzerine olsun) dönemine geçiliyor. Hz. İbrahim kıssası, burada ele alınan biçimiyle, hem ayetlerin akışı içinde yerine oturuyor, hem de yahudiler ile Medine'de oluşan müslüman cemaat arasında amansız ve çok yönlü çatışmada son derece önemli bir rol oynuyor. Yahudiler ile hıristiyanlar soy bakımından Hz. İshak (selâm üzerine olsun) yolu ile Hz. İbrahim'e dayanırlar. Onlar gerek bu mensubiyetten ve gerekse yüce Allah'ın Hz. İbrahim ile soyundan gelenlere vaadettiği gelişme ve bereketten, O'na ve kendisinden sonra gelecek olan soyuna yapmış olduğu vaadlerden gurur duyuyorlardı. Bundan dolayı doğru yolu, din önderliğini, davranış ve uygulamaları ne olursa olsun Cennet'i kendi tekellerinde görüyorlardı. Kureyş kabilesi de soy bakımından Hz. İsmail (selâm üzerlerine olsun) yolu ile yine Hz. İbrahim'e dayanır. Bunlar da bu mensubiyetten gurur duyuyorlar, bu durumu Beytullah'ın yönetim ve bakım yetkisini ellerinde tutmalarının gerekçesi olarak kullandıkları gibi Araplar üzerinde dini otorite sahibi, üstün, itibarlı ve saygın bir konumda olmalarını buna dayandırıyorlardı. Bir önceki ayetlerde Cennet ile ilgili, klişeleşmiş yahudi ve hıristiyan iddiaları şöyle dile getirilmişti: "Onlar; 'Yahudiler ile hıristiyanlardan başka hiç kimse Cennet'e giremeyecek' dediler." Burada da onların doğru yolda yürümek isteyen müslümanları yahudileştirme ya da hıristiyanlaştırma girişimleri anlatılarak sözkonusu iddia ile bu girişim arasında bağlantı kuruluyor: "Onlar size; 'Ya yahudi ya da hıristiyan olunuz ki, doğru yolu bulasınız' dediler." Ayrıca burada mescidlerde yüce Allah'ın adının anılmasına engel olanlardan ve oraları yıkmaya çalışanlardan da sözedilmeye devam ediliyor. Bir önceki bölümün bu konu ile ilgili ayetlerini açıklarken şöyle demiştik: "Bu ayeti celile, özellikle, yahudilerin kıble değiştirilmesi olayı ve bu olayı bahane ederek müslümanlar arasında giriştikleri zehirli propaganda ile ilgili olabilir." Şimdi burada, ayetlerin akışı ile uyumlu bir havada Hz. İbrahim'den, Hz. İsmail'den, Hz. İshak'dan (selâm üzerlérine olsun), Kâbe'den, bu mabedin yapılışından ve bakımından sözediliyor. Amaç; yahudilerin, hıristiyanların ve müşriklerin, ağız birliği ile, bu isimlerle aralarında bağ ve ilişki kuran iddiaları konusunda katıksız gerçekleri belirlemek ve müslümanların yönelecekleri kıble olayını açıklığa kavuşturmaktır. Bu arada yine konu ile uyumlu olarak Hz. İbrahim'in katıksız Tevhid ilkesine dayanan dininin gerçek mahiyeti, bu din ile Ehl-i Kitab'ın ve müşriklerin ortaklaşa bağlı oldukları yozlaşmış ve sapık inançların birbirinden uzak oldukları, buna karşılık Hz. İbrahim'in, Hz. İsmail'in ve yahudilerin atası olduğu için, İsrail olarak da anılan Hz. Yakub'un inançları ile müslüman cemaatin inanç sistemini oluşturan son din arasında yakınlık olduğu anlatılıyor. Bunlara bağlı olarak yüce Allah'ın dininin birliği, bütün peygamberler arasında elden ele geçerken bir zincirin halkaları gibi bir süreklilik gösterdiği, herhangi bir milletin ya da ırkın tekelinde olduğu düşüncesinin asılsız olduğu vurgulandıktan sonra inanç sisteminin kör akrabalık taassubunun değil, mümin kalbin mirası olduğu, bu mirasa varis olmanın kan ya da ırk yakınlığına değil, iman ve inanç sistemi yakınlığına dayandığı, buna göre bu inanç sistemine inananların ve onun gereklerini yerine getirenlerin, hangi kuşaktan ve hangi kabileden olurlarsa olsunlar, bu dinin bağlıları olmaya onun önderlerinin öz çocuklarından ve soyca akrabalarından daha lâyık oldukları, çünkü bu dinin yüce Allah'ın dini olduğu, yüce Allah ile kullarından hiçbiri arasında soy ve kan bağı bulunmadığı belirtiliyor. Kur'an-ı Kerim, İslâm düşünce sisteminin temel dayanaklarının bir bölümünü oluşturan bu gerçekleri burada şaşırtıcı bir ifade uyumu, estetik bir sıralama ve anlatım düzeni içinde açıklıyor. Bizleri Hz. İbrahim döneminden başlayan bir tarih yolculuğunda adım adım ilerletiyor. Bu yolculuk sırasında Hz. İbrahim'in Rabbi tarafından imtihan edildiğini, bu imtihanı kazanarak seçildiğini ve bunun sonucu olarak insanlara önder yapıldığını anlatıyor. Bu yolculuğu Peygamberimizin (salât ve selâm üzerine olsun) ilâhî önderliği altında doğup gelişen İslâm ümmetine bağlıyarak sürdürüyor. Bu ümmetin doğup gelişmesini Hz. İbrahim ile Hz. İsmail'in Kâbe'nin duvarlarını yükseltirken yapmış oldukları duanın yüce Allah tarafından kabul edilişi ile irtibatlandırıyor. Sonunda bu emanetin varisi olmaya Hz. İbrahim'in tüm torunlarının değil de sadece bu ümmetin hak kazandığını vurguluyor ve bu inanç varisliğine dayanaklık eden tek gerekçenin Peygambere inanmak, bu imanın gereğini güzelce yerine getirmek ve bu inancın getirdiği düşünceyi koruyarak sürdürmek olduğunu anlatıyor. Ayetlerde bu tarihi yolculuk boyunca şu noktalara da parmak basılıyor: Sırf yüce Allah'a yönelmek anlamına gelen İslâm, ilk peygamberlik misyonunun özünü oluşturduğu gibi son peygamberlik misyonunun özünü de oluşturur. Hz. İbrahim'in inancı bu olduğu gibi ondan sonra gelen Hz. İsmail'in, Hz. İshak'ın, Hz. Yakub'un ve torunlarının da inancı budur. Bu inanç daha sonra aynı şekilde Hz. Musa'ya ve Hz. İsa'ya, bir süre sonra da Hz. İbrahim'in varisleri olan müslümanlara devredildi. Demek ki, kim bu değişmez inanç sistemine kararlılıkla sahip çıkarsa hem bu inancın ve hem de bu inancın içerdiği taahhüt ve müjdelerin varisi olur. Buna karşılık kim bu inanç sisteminden sapar da kendi iradesi ile Hz. İbrahim'in dininden ayrılırsa yüce Allah'a vermiş olduğu sözden caymış ve bunun sonucu olarak bu inanç sisteminin içerdiği taahhüt ve müjdelere varis olma hakkını kaybetmiş olur. Buna göre, yahudilerin, ve hıristiyanların sırf Hz. İbrahim'in soyundan geldikleri için Allah'ın seçkin ve imtiyazlı kulları oldukları, Hz. İbrahim'in varislerinin ve temsilcilerinin kendileri olduğu biçimindeki tüm iddiaları geçersiz hale geliyor. Çünkü onlar bu inanç sisteminden saptıkları andan beri sözünü ettikleri varislik hakkını kaybetmişlerdir. Tıpkı bunun gibi, Kureyş kabilesinin, Kâbe'nin denetimi, gözetimi ve bakımı konusunda öncelik hakkına sahip oldukları şeklindeki tüm iddiaları da geçersiz oluyor. Çünkü bu kabile Kâbe'nin kurucusu ve duvarlarının yükselticisi olan Hz. İbrahim'in inancından ayrılmakla, onun mirasçıları olma hakkını yitirmişlerdir. Aynı gerekçe ile müslümanların yönelecekleri kıble konusundaki yahudi iddiaları da tümü ile desteksiz kalıyor. Çünkü Kâbe, müslümanların ve atalârı Hz. İbrahim'in kıblesidir. Bütün bunlar, düşündürücü işaretler, derin anlamlı değinmeler ve son derece etkili açıklamalarla dolu şaşırtıcı bir ifade uyumu içinde anlatılıyor. Şimdi bu parlak beyanın ışığı altında, sözünü ettiğimiz yüksek düzeyli uyumu gözden geçirelim. 124- Hani Rabbi, İbrahim'i birtakım emirler ile denemiş, o da onları yerine getirmişti. Bunun üzerine Allah; "Seni insanlara önder yapacağım" demişti. İbrahim; "Soyumdan da" deyince, Allah; "Zalimler bu taahhüdümün kapsamına asla giremezler" buyurdu. Burada yüce Allah Peygamberimize buyuruyor ki; "İbrahim peygamberin Allah tarafından birtakım emirler ve yükümlülükler yolu ile imtihan edilişini ve onun bu emir ve yükümlülüklerin gereğini eksiksiz olarak yerine getirişini hatırla". Yüce Allah başka bir ayette de İbrahim peygamberin, O'nun hoşnutluğunu kazandıracak ve yüce şahitliğini hak ettirecek biçimde yükümlülüklerinin gereğini yerine getirdiğine bizzat tanıklık ederek şöyle buyuruyor: "Ve sözünü yerine getiren İbrahim'in..."( Necm Suresi, 37) Hz. İbrahim'in erdiği bu makam, yüce bir makamdır. Yani verilen sözü ve alınan emri gereği gibi yerine getirdiğini bizzat yüce Allah'ın tanıklığı ile kanıtlama makamı.. Çünkü insan, zayıflığı ve yetersizliği sebebiyle bu anlamda vefakâr ve istikametli olamıyor. Bunun sonucu olarak Hz. İbrahim, şu müjdeye ya da şu güvene lâyık oluyor, hak kazanıyor: "Seni insanlara önder yapacağım" İnsanların önder edinecekleri, Allah'a götüren yolda kendilerine rehberlik edecek, onları hayra erdirecek, kendisine bağlı olacakları ve kendisinin de başlarında lider. olacağı bir imam yani. İşte o anda insan fıtratı, yani soyundan gelecek olanlar yolu ile sürekli olma eğilimi, sosyal hayatın gelişmesi, belirlenen yolunda sürekli ilerlemesi, öncekilerin başlattıkları işi sonradan gelenlerin tamamlayabilmesi, bütün kuşakların işbirliği ve kesintisizlik içinde olabilmeleri için bizzat yüce Allah tarafından insan fıtratına yerleştirilen o köklü bilinç Hz. İbrahim'e egemen oluyor. Bu bilinci bazıları ortadan kaldırmaya, engellemeye ya da baskı altına almaya kalkışıyorlar. Oysa bu bilinç, sözünü ettiğimiz uzak vadeli gayeyi gerçekleştirmek için insan fıtratının özüne yerleştirilmiştir. İslâm, miras hukukunu bu fıtrî bilince dayalı olarak, onun gereğini gözönünde tutarak, onun etkisini göstermesini teşvik ederek, yapabileceğinin azamisini yapmasına meydan vermek üzere düzenledi. Bu temel bilinci yok etmeye yönelik girişimler, insan fıtratını temelden yok etmeye kalkışmaktan ve sapıklıktan kaynaklanan bazı sosyal bozuklukları tedavi edeyim derken düşülmüş bir zorlamadan, kısa görüşlülükten ve işi yokuşa sürmekten başka birşey değildir. Elimizde, fıtrî yapıyı yıkmadan, sözkonusu sosyal sapmayı düzeltecek başka bir çözüm yolu, vardır. Fakat bu çözüm yolu hidayeti, imanı, insan psikolojisi konusunda derinlemesine uzmanlaşmayı, insan benliğinin oluşumu konusunda ince ve ayrıntılı bilgiye sahip olmayı, bunun yanında yapmaktan ve düzeltmekten çok yıkmayı ve yok etmeyi amaçlayan taşkın kinlerden arınmış bir bakış açısını gerektirir. Yukardaki ayeti okumaya devam edelim: "...İbrahim; 'soyumdan da' dedi..." Hz. İbrahim'in bu dileğine, kendisini imtihan ederek seçmiş olan Rabbi tarafından (daha önce öğrendiğimiz) son derece önemli bir kuralı belirleyen şu cevap veriliyor: Önderlik; davranışları, bilinci, yapıcılığı ve imanı ile buna lâyık olanlarındır, yoksa soya ve nesebe dayanan bir miras değildir. Akrabalık et ve kan ilişkisi değil, din ve inanç ilişkisidir. Kan, milliyet ve ırk akrabalığı davası, hakk İslâm düşüncesi ile taban tabana çatışan bir cahiliye dönemi davasından başka birşey değildir. Devam ediyoruz: "...Allah 'Zalimler bu taahhüdümün kapsamına asla giremezler' buyurdu..." Zulüm çeşit çeşit ve renk renktir. Allah'a ortak koşmak insanın kendi kendine zulmetmesi, başkalarının hakkını çiğnemek ise insanlara zulmetmesidir. Zalimlere yasaklanan imamlık (önderlik); peygamberlik, halifelik ve namaz imamlığı da dahil olmak üzere imamlığın bütün anlamlarını, liderliğin her türlüsünü kapsamına alır. Buna göre bütün anlamları ile adalet, hangi biçimi ile olursa olsun imamlığın (önderliğin) temel şartını oluşturur. Kim zulmederse -yaptığı zulmün türü ne olursa olsun- kendini her anlamı ile imam olma yeterliliğinden uzaklaştırmış, bu hakkını kendi eli ile kaybetmiş olur. Yüce Allah tarafından Hz. İbrahim'e verilen bu cevap, kaypaklığa ve belirsizliğe yer vermeyen bu ilâhi taahhüt, yahudilerin zalimlikleri, fasıklıkları, yüce Allah'ın emrinden saptıkları ve ataları Hz. İbrahim'in inancından ayrıldıkları için önderlikten ve öncülükten uzaklaştırıldıklarını kesinlikle kanıtlar. Yüce Allah tarafından Hz. İbrahim'e verilen bu cevap aynı zamanda günümüzde kendilerine müslüman sıfatını yakıştıranların insanlık önderliği ve öncülüğünden uzaklaştırılmalarına da kesin bir cevap ve kânıt oluşturur. Bunun sebebi, bu sözde müslümanların, zalimlik etmeleri, fasıklıkları, Allah yolundan uzaklaşmaları, Allah'ın şeriatını arkalarına atmaları, O'nun şeriatını ve önerdiği yaşama biçimini sosyal hayattan söküp attıkları halde halâ müslüman olduklarını iddia etmeleridir ki, bu iddia yukardaki ilâhî taahhüdün hiçbir esası ile bağdaşmayan yalancı bir iddiadır. İslâmi düşünce sistemi, inanç ve amel (pratik uygulama ve davranış) temeline dayalı olmayan insanlararası bütün bağları ve ilişkileri kesik ve geçersiz sayar; inanç bağı olmayan yakınlık ve akrabalık ilişkilerini tanımaz; inanç ve amel kulpuna bağlı olmayan bütün sosyal ilişkileri ve dayanışma geleneklerini kökünden yok sayar. Yine bu düşünce sistemi aralarında inanç çelişkisi bulunan aynı milletin iki kuşağını birbirinden ayırır. Hâtta aralarındaki inanç bağı kopan ana baba ile evlâdlarını ve karı-kocayı tüle birbirinden ayrı kabul eder. Buna göre müşrik Arap ayrı birşeydir, müslüman Arap ayrı birşey. Bu ikisi arasında hiçbir ilişki, hiçbir akrabalık ve hiçbir ortak bağ sözkonusu değildir. Müslüman olan kitap éhli ayrı birşeydir, Hz. İbrahim'in, Hz. Musa'nın, Hz. İsa'nın dininden sapmış kitap ehli (yahudi ve hıristiyanlar) ayrı birşey. Bu ikisi arasında da hiçbir ilişki hiçbir akrabalık ve hiçbir ortak sosyal bağ sözkonusu değildir. Aile kurumu ana-babadan, çocuklardan ve torunlardan oluşmuş rastgele bir birlik değildir. Bu saydıklarımızı eğer aynı inanç bağı birleştiriyorsa bunlar aile kurumunu oluştururlar. Öteyandan millet demek, belirli bir ırkın ardarda gelen kuşaklarının oluşturduğu bir insan topluluğu değildir. Millet, ırkları, yurtları ve derilerinin rengi ne olursa olsun, müminlerin oluşturduğu insan topluluğudur. İşte Kur'an-ı Kerim'de yeralan şu ilâhî açıklamadan fışkıran iman kriterli düşünce tarzı budur. 125- Hani Kâbe'yi insanlar için toplanma ve güven yeri yapmıştık. "İbrahim'in makamını (Kâbe'nin tümünü) namaz yeri edininiz" İbrahim ile İsmail'e; "Bu evimi ziyaretçiler, kendilerini ibadete adayanlar, rüku ve secde edenler için temiz tutun" diye emir vermiştik. Bu Beytülharam'ın, yani Kâbe'nin denetim ve bakımını Kureyş kabilesinden bir heyet üzerine almıştı. Bunlar müslümanlara zorbaca davranmışlar, onlara eziyet etmişler ve dinleri yüzünden baskı yapmışlar ve müslümanlar da bu yüzden Kâbe çevresinden göç etmek zorunda kalmışlardı. Oysa yüce Allah buranın insanlar için güvenli bir toplantı yeri olmasını dilemişti. Burada toplanacak olan insanları hiç kimse korkutmayacak, aksine buraya gelen herkes can ve mal güvenliğine, dokunulmazlığına kavuşacaktı. Hatta burası somut bir güven, huzur ve barış merkezi olacaktı. Burada, insanlara Hz. İbrahim'in (selâm üzerine olsun) makamını namaz yeri edinmeleri emrediliyor. -Bizim tercih ettiğimiz yoruma göre ayetteki "İbrahim'in makamı" Beytûllah'ın tümüne işarettir- Buna göre Beytûllah'ın müslümanlara kıble yapılması hiçbir itiraza yolaçmaması gereken tabiî bir şeydir. Burası Hz. İbrahim'in dosdoğru inanç ve Tevhid ilkesi mirasçıları olan müslümanların yönelmiş oldukları ilk kıbledir. Çünkü orası Allah'ın evidir, hiç bir insanın özel evi değildir. Bu evin sahibi olan yüce Allah iki salih kuluna burayı "ziyaretçiler, kendilerini ibadete adayanlar, rüku ve secde edenler için" yani burayı ziyarete gelen hacılar, orayı uzun süreli ibadet yeri seçen yerli halk ile burada rükua varanlar ve secde edenler için temiz tutmalarını emrediyor. Görüldüğü gibi, Hz. İbrahim ile Hz. İsmail -selâm üzerlerine olsun- bile bu evin sahibi değildirler ki, onların soyundan geleceklere miras kalması sözkonusu olabilsin. Onlar sadece Rabblerinin emrinin gereği olarak burayı, ziyaretçilerin ve Allah'ın mümin kullarının kullanımına hazır tutmak üzere gözetim ve bakımını üstlenmiş kimselerdir. 126- Hani İbrahim; "Ey Rabbim, bu şehri güvenli bir yer kıl, halkından Allah a ve Ahiret gününe inananları çeşitli ürünlerle rızıklandır" dedi. Allah da; "Onlardan kâfir olanları ise kısa bir süre geçindirir, sonra Cehennem azabına katlanmak zorunda tutarım. Ne kötü akıbettir o!" buyurdu. Hz. İbrahim'in bu duası, Beytullah'ın (Kâbe'nin) güvenli yer olma niteliğini ve fazilet ile iyiliğe mirasçı olmanın anlamını bir kere daha vurguluyor. Burada Hz. İbrahim'in, yüce Allah'ın bu ayetler demetinin ilkinde kendisine vermiş olduğu öğütten yararlandığım görüyoruz. Gerçekten O, yüce Allah'ın ?"Zalimler, asla benim bu taahhüdümün kapsamına giremezler" şeklindeki kesin ihtarının bilincine varmış, bu ihtardan gereken dersi almıştır. Bu bilincin sonucu olarak O, çekiniyor, istisnalı konuşuyor ve duasını "Onlardan Allah'a ve Ahiret gününe inananları" ifadesi ile asıl kasdettikleri için sınırlı tutuyor. Kuşku yok ki, O "içli, yumuşak huylu, itaatkâr ve istikametli" İbrahim'dir, Rabbinin kendisine öğrettiği edep kurallarının gereğini yerine getirmekte gecikmez. Buna göre dileğinde ve duasında bu kuralları titizlikle gözetir. Bunun üzerine onun ağzına almadığı öbür kesimin, yani "inanmayanlar" kesiminin durumunu ve acı akıbetlerini açıklayan Rabbinin cevabı gecikmeden geliveriyor. "Allah da; 'Onlardan kâfir olanları ise kısa bir süre geçindirir, sonra Cehennem azabına katlanmak zorunda tutarım, ne kötü bir akıbettir o!' buyurdu." Bundan sonraki birkaç ayette Hz. İbrahim ile Hz. İsmail'in Beytullah'ı ziyaretçiler, sürekli ibadet edenler, rükûa varanlar ile secde edenler için temizleyip hazırlamaları konusunda yüce Allah'dan emir almalarının tablosu çiziliyor. Bu tablo o kadar somut bir biçimde gözlerimizin önüne getiriliyor ki, sanki şu anda onların ikisini de görüyor ve seslerini işitiyor gibi oluyoruz. Okuyalım. 127- Hani İbrahim ile İsmail, Kâbe'nin duvarlarını yükseltirlerken söyle dua etmişlerdi; "Ey Rabbimiz, yaptığımızı kabul et hiç şüphesiz sen herşeyi işiten ve bilensin. 128- Ey Rabbimiz, ikimizi de sana teslim olanlardan eyle, soyumuzdan da sana teslim olan bir ümmet çıkar, bize ibadet yollarımızı göster, tevbemizi kabul buyur. Hiç şüphesiz sen tevbelerin kabul edensin ve çok merhametlisin. 129- Ey Rabbimiz, içlerinden onlara senin ayetlerini okuyacak, Kitab'ı ve hikmeti öğretecek, kendilerini kötülüklerden arıtacak bir peygamber gönder. Hiç şüphesiz sen azizsin ve hikmet sahibisin." Ayetlere haber kipi ile başlanıyor. Tıpkı bir hikâye anlatır gibi. Tekrarlıyoruz: "Hani İbrahim ile İsmail, Kâbe'nin duvarlarını yükseltiyorlardı." Biz hikâyenin gerisini beklerken ansızın Hz. İbrahim ile Hz. İsmail geçmişin perdesini yırtarak karşımıza çıkıyor, biz de onları hayalimizde canlandırarak değil, çıplak gözle görür gibi oluyoruz. Karşımıza dikilmişler, nerede ise yüce Allah'a yakaran seslerini duyacağız: "Ey Rabbimiz, yaptığımız işi kabul et; hiç şüphesiz herşeyi işiten ve bilensin. Ey Rabbimiz, ikimizi de sana teslim olanlardan eyle, soyumuzdan da sana teslim olan bir ümmet çıkar, bize ibadet yollarımızı göster, tevbemizi kabul buyur. Hiç şüphesiz sen tevbelerin kabul edicisi ve çok merhametlisin." Burada dua namesi, dua musikisi, dua atmosferi, bunların tümü son derece somut biçimde karşımızda; sanki şu an oluyormuş gibi canlı, müşahhas ve hareketli durumda. Bu durum Kur'an-ı Kerim'in etkileyici üslubunun özelliklerinden biridir. Yani geçmişin karanlığına karışarak ortadan kaybolan manzaraları, sesleri işitilebilir, görülebilir, hareket edebilir, boşlukta yer kaplar ve nefes alıp-verir gibi somut tablolara dönüştürme özelliği. Bu elimizdeki ölümsüz Kitaba, yani Kur'an'a yaraşır, gerçek anlamda bir "Edebi Tasvir" özelliğidir. Acaba duanın içeriği nedir? Bu içerik peygamberlik edebi, peygamberliğe yaraşır iman, şu evrende inancın değerini tam olarak kavramış peygamberî bir şuurdur. İşte Kur'an-ı Kerim'in, peygamberlerin varisleri olan mü'minlere öğretmek, kalplerinin ve duygularının derinliklerine yerleştirmek istediği bu edep, bu iman ve bu şuurdur. Tekrarlıyoruz: "Ey Rabbimiz, yaptığımız bu işi kabul et; hiç şüphesiz sen herşeyi işiten ve bilensin." Burada dile gelen, kabul edilme isteğidir. Asıl amaç budur. Yapılan iş (Kâbe inşaatı) sırf Allah için yapılmış bir ameldir. Bu amel tam bir duyarlılık ve saygı içinde yüce Allah'a yönelmişliğin somut bir ifadesidir. Ardında yatan maksat ise Allah'ın hoşnutluğu ve kabulüdür. Kabul edileceği umudu ise yüce Allah'ın duaların işiticisi ve bu amelin arkasındaki niyetin ve şuurun iyi bilicisi olmasına dayandırılıyor. Devam ediyoruz: "Ey Rabbimiz, ikimizi de sana teslim olanlardan eyle, soyumuzdan da sana teslim olan bir ümmet çıkar, bize ibadet yollarımızı göster ve tevbemizi kabul buyur. Hiç şüphesiz sen tevbelerin kabul edicisisin ve çok merhametlisin." Burada Hz. İbrahim ile Hz. İsmail, İslâm'a yöneltilmeleri konusunda Rabblerinin yardımını istediklerini, kalplerinin, yüce Allah'ın iki parmağı arasında olduğu gerçeğinin bilincinde olduklarını, hidayetin sadece Allah'tan olduğunu, kendilerinin bu konuda hiçbir irade ve güç sahibi olmadıklarını, yaptıkları şeyin yönelmek ve istemek olduğunu, kendilerine yardımcı olacak olanın yüce Allah olduğunu iyi bildiklerini dile getiriyorlar. Sonra sözü müslüman ümmetin önemli bir karakteristiğine; dayanışma, yani kuşaklar arasında inanç dayanışması karakteristiğine getirerek "Soyumuzdan da sana teslim olan bir ümmet çıkar" diye yakarıyorlar. Bu dua cümlesi, önem verdiği şeyleri açığa vuruyor. Böyle bir kalbin ana meşgalesi ve birinci derecede önem verdiği şey, inanç meselesidir. Hz. İbrahim ile Hz. İsmail'in (selâm üzerlerine olsun) yüce Allah tarafından kendilerine bağışlanan nimetin, yani iman nimetinin değerinin bilincinde olmaları, onları, bu nimetin kendilerinden sonra da devam etmesini güçlü bir arzu ile istemeye, hiçbir dengi olmayan bu nimetten soylarının da yoksun kalmaması için Rabblerine dua etmeye sürüklüyor. Bu yüzden soylarını çeşitli ürünlerle beslesin diye yüce Allah'a dua ederken onları iman besininden de mahrum etmemesini, onlara ibadet yerlerini gösterip ibadet biçimlerini açıklamasını ve hem tevbelerinin kabul edicisi hem de merhametli olması hasebiyle tevbelerini kabul etmesini dilemeyi de unutmuyorlar. Arkasından da yüce Allah'ın, soylarından gelecek sonraki kuşakları kılavuzsuz bırakmamasını dileyerek şöyle diyorlar: "Ey Rabbimiz, onlara senin ayetlerini okuyacak, Kitab'ı ve Hikmeti öğretecek, kendilerini kötülüklerden arındıracak, aralarından bir peygamber gönder. Hiç şüphesiz sen Azizsin ve Hikmet sahibisin." Hz. İbrahim ile Hz. İsmail'in bu dualarının kabul edildiğinin göstergesi, yüzyıllar geçtikten sonra onların soyundan gelen bizim Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- gönderilmesidir. Peygamberimiz, Hz. İbrahim ile Hz. İsmâil'in dileklerine uygun olarak onların soylarından gelenlere ve bütün insanlara "Allah'ın ayetlerini okuyor, onlara Kitab'ı ve Hikmeti öğretiyor kendilerini kötülüklerin kirlerinden ve pisliklerinden arındırıyor"du. Demek ki, kabul edilmeye lâyık görülen dua kabul ediliyor, fakat gerçekleşmesi, yüce Allah'ın hikmetine bağlı olarak belirlediği zaman diliminde oluyor. Oysa insanlar acelecidirler, istedikleri hemen olsun isterler. İstedikleri hemen olmayınca da usanırlar ve umutsuzluğa düşerler. Bu dua, yahudiler ile müslüman cemaat arasında süren çok yönlü ve amansız tartışmada ışık tutucu anlamlı bir ağırlığa sahiptir. Zira yüce Allah'ın kendilerine Kâbe'nin duvarlarını yükseltmeyi ve burayı ziyaretçiler, kendilerini ibadete adayanlar ve namaz kılanlar için temiz tutmalarını emrettiği Hz. İbrahim ile Hz. İsmail, Kureyşlilere göre bu mabedin asıl bakıcıları ve denetimcileri idiler. İşte Kâbe'nin bu iki asıl bekçisi ve bakıcısı açık bir dille şöyle diyor: "Ey Rabbimiz, ikimizi de sana teslim olanlardan eyle." "Soyumuzdan da sana teslim olan bir ümmet çıkar." "Ey Rabbimiz, içlerinden onlara senin ayetlerini okuyacak Kitabı ve Hikmeti öğretecek, kendilerini kötülüklerden arındıracak bir peygamber gönder." Hz. İbrahim ve Hz. İsmail bu sözleri ile, müslüman ümmetin Hz. İbrahim'in önderlik konumunun ve Kâbe'nin varisi olduğunu açıkça belirtiyorlar. Böyle olunca Kâbe, müslümanların kendisine yönelmeleri normal olan evleridir. Burası müşriklere değil, onlara yakın. Yine burası müslümanlara yahudi ve hıristiyanların da yöneldikleri kıbleden daha uygundur. Buna göre dinlerinin kaynağını Hz. İbrahim'e bağlayan ve bu varisliği doğru yol ve Cennet tekelciliği iddialarının dayanağı yapmak isteyen yahudi ve hıristiyanlar ile Hz. İsmail'in soyundan geldiklerini ileri süren Kureyşliler şunlara kulak versinler: Hz. İbrahim, soyundan gelecek olanların kendisine mirasçı olmalarını ve insanlığa önder olma konumlarını sürdürmelerini dileyince yüce Allah kendisine "Zalimler, asla benim bu taahhüdümün kapsamına giremezler." buyurdu. Yine Hz. İbrahim, beldesinin halkı için rızık ve bereket dilerken bu duasının kapsamına sadece "Allah'a ve Ahiret gününe inananları" almıştı. Hz. İbrahim ile Hz. İsmail, yüce Allah'ın emri üzerine Kâbe'nin yapımına giriştikleri ve onu ziyaretçilere temiz tutmayı üstlendikleri zaman kendilerinin Allah'a teslim olanlardan olmaları, soylarından kendisine teslim olmuş bir ümmet çıkarması ve soyuna kendilerinden olan bir peygamber göndermesi için Allah'a dua etmişlerdi. Allah da onların bu dualarını kabul ederek soylarından gelen Abdullah oğlu Hz. Muhammed'i (salât ve selâm üzerine olsun) peygamber olarak göndermiş ve O'nun elleri ile yüce Allah'ın emrine bağlı, Allah'ın dininin varisi olan İslâm ümmetini gerçekleştirmiştir. Hz. İbrahim kıssasının bu bölümünde, önderlik, peygamberlik ve Hz. Peygamber ve aslına uygun olarak kalmış tek din olan İslam hakkında müslümanlarla tartışmaya girenlere dönülerek şöyle buyuruluyor: 130- Benliğini aşağılığa mahkûm edenler dışında İbrahim'in dininden kim yüz çevirir. Andolsun ki, biz onu dünyada seçkinlerden kıldık. O Ahirette de salihler arasındadır. 131- Hani Rabbi ona; "Teslim ol " buyurunca o da; "Ben alemlerin Rabbine teslim oldum" dedi. 132- İbrahim (bu ilâhî buyruğu) oğullarına tavsiye etti. Yakub da; "Ey oğullarım, Allah sizin için bu dini seçti, mutlaka müslüman olarak ölünüz " dedi. İşte Hz. İbrahim'in dini bu. Yani katıksız ve apaçık İslâm. Kendine zulmedenler, benliğini aşağılığa mahkûm edenler ve ona kıyanlar dışında ondan hiç kimse yüz çevirmez. Yüce Allah'ın kendisini dünyada önder olarak seçtiği ve Ahirette de salih kulları arasında yeralacağına peşinen tanıklık ettiği Hz. İbrahim'e, Rabbi, "Teslim ol" deyince tereddüt etmeksizin, duraksamaksızın, bocalamaksızın derhal bu emri kabul etti: "İbrahim de; 'Ben alemlerin Rabbine teslim oldum' dedi." Hz. İbrahim, bu inancın sırf kendi inancı olması ile yetinmeyerek onun gelecek kuşakların da inancı olmasını istemiş ve bu isteğinin gerçekleşmesi için onu oğullarına tavsiye etmiştir. Hz. Yakub da oğullarına aynı tavsiyeyi yapmıştır. Bilindiği gibi Hz. Yakub'un yahudiler arasındaki adı "İsrail"dir ve onun soyundan geldiklerini söylerler. Böyle derler, ama sonra da ne O'nun ve ne de Hz. Yakub'un dedesi ve kendi ataları olan Hz. İbrahim'in vasiyetine uyarlar. Hz. İbrahim de Hz. Yakub da oğullarına, yüce Allah'ın kendileri için bu dini seçmekle kendilerine ne büyük bir nimet bağışladığını anlatırlar. Tekrar okuyalım: "Ey oğullarım, Allah sizin için bu dini seçti." Demek ki, bu din ilâhî bir seçim, bir tercih ürünüdür. Buna göre Hz. İbrahim ile Hz. İsmail'in soyundan olduklarını ileri sürenlerin bu konuda tercih yapmaya, alternatif aramaya yetkileri yoktur. Yüce Allah'ın (c.c) kendilerine yönelik bu gözetiminin ve bağışının gerektirdiği asgari şey, O'nun bu seçim ve tercih nimetine karşı şükretmek, ona dört elle sarılmak ve bu emaneti koruyarak şu yeryüzünden yüz akıyla ayrılmaya çalışmaktır. "Mutlaka müslüman olarak ölünüz." İşte önlerine büyük bir fırsat çıkmıştı. Çünkü Peygamberimiz ortaya çıkarak kendilerini İslâm'a çağırıyordu. O İslâm ki, ataları Hz. İbrahim'in çağrısının ürünü idi. | |
16 Eylül 2008, 00:22 | Mesaj No:12 |
Cvp: Fizilalil Kuran Bakara Suresi Tefsiri HZ. YAKUB'UN VASİYYETİ İşte Hz. İbrahim'in de Hz. Yakub'un da evlâtlarına yaptıkları vasiyyet buydu. Bu vasiyyet, Hz. Yakub'un hayatının son anında tekrarladığı, ölümün ve koma halinin bile kendisine ihmal ettiremediği tek meşgalesi olmuştu. İsrailoğulları (yahudiler) şu ilâhî buyruğa iyi kulak versinler: 133- Yoksa siz Yakub ölmek üzereyken yanında mıydınız? Hani O oğullarına; "Benden sonra kime kulluk edeceksiniz (kime tapacaksınız?)" diye sordu. Onlar da; "Senin ve ataların İbrahim'in, İsmail'in ve İshak'ın ilâhı olan tek Allah'a kulluk edeceğiz; biz O'na teslim olmuşuz" dediler. Hz. Yakub'un ölüm anında evlâtlarıyla yapmış olduğu konuşmaları canlandıran bu tablo, son derece anlamlı, alabildiğine duygulandırıcı, insanı derinliğine etkileyici bir tablodur. Ölmek üzere olan bir baba düşünelim:Son nefesini vermenin eşiğindeyken bu babanın zihnini meşgul eden mesele, ölüm sancıları içinde kıvranırken kafasını kurcalayan endişe, garantiye bağlamak istediği, emin olmayı arzu ettiği son derece önemli konu nedir acaba? Hayata gözlerini yummak üzereyken evlâtlarına bırakmak istediği, başına bir hal gelmeden onlara geçmesi için titizlik gösterdiği, bu yüzden kendilerine yüzyüze teslim etmeyi tercih ettiği, hakkındaki her türlü ayrıntının belgelere bağlanmasını istediği miras neydi acaba? Ölüm sancılarının ve son hayatî çırpınışlarının bile kendisine unutturamadığı bu mesele inanç sistemi meselesi idi. İşte sözünü ettiğimiz miras, hazine, büyük dava, herşeyin önüne geçen tek endişe ve son derece önemli konu buydu. Yani: "Benden sonra kime kulluk edeceksiniz (kime tapacaksınız)?" "Sizi bunun için toplantıya çağırdım. Emin olarak ölmek istediğim mesele budur. Benim size devredeceğim emanet, hazine ve miras budur". Devam ediyoruz: "Oğulları da ona; `Senin ve ataların İbrahim'in, İsmail'in, ve İshak'ın ilâhı olan tek Allah'a kulluk edeceğiz; biz O'na teslim olmuşuz' dediler." Görüldüğü gibi, Hz. Yakub'un oğulları gerçeği biliyorlar ve bunu açıkça ifade ediyorlar. Onlar mirası teslim alıyor ve onu titizlikle koruyacaklarına söz veriyorlar. Onlar ölmek üzere olan babalarına güven verip kendisini rahatlatıyorlar. Böylelikle Hz. İbrahim'in evlâtlarına yapmış olduğu vasiyyet, Hz. Yakub'un evlâtları arasında da geçerliliğini sürdürmüş oluyor, başka bir deyimle onlar da "Allah'a teslim olduklarını" açıkça belgeliyorlardı. Burada Kur'an-ı Kerim, yahudilere; "Yoksa siz, Yakub ölmek üzereyken yanında mıydınız?" diye soruyor. Bu olmuş olan bir olaydır. Bizzat Allah bu olaya tanıklık ediyor, onu anlatıyor, bununla onların bütün yanıltıcı ve saptırıcı bahanelerini etkisiz kılıyor; yine bununla kendileri ile ataları İsrail, yani Hz. Yakub arasında gerçek anlamda hiçbir bağ olmadığını vurguluyor. ATALARLA ÖVÜNME CEHALETİ Bu ifadenin ışığı altında o eski ümmet ile Medine'de İslâm çağrısının karşı karşıya geldiği kuşak arasındaki kesin ayrım meydana çıkıyor. Öyle ki, bu ikisinin eskisi ile yenisi arasında ilişki kurmaya, varislik bağı varsaymaya imkân yok. Okuyoruz: 134- Onlar gelip geçmiş bir ümmettir. Onların kazandıkları kendilerine, sizin kazandığınız da sizedir. Siz onların yaptıklarından sorumlu tutulmazsınız. Bunların her ikisinin hesabı, yolu, ünvanı ve sıfatı birbirinden ayrıdır. Onlar mümin bir ümmettir; buna göre fasık halefleri ile aralarında hiçbir ilişki yoktur. Bu halefler o eskilerinin uzantısı, devamı değillerdir. Bunlar başka bir grup, başka bir parti (hizb) dir, onlar ise başka... Bunların taşıdıkları sancak başkadır, onların taşıdıkları sancak başka. Bu konudaki İslâm düşüncesi, imana dayalı bakış açısı, cahiliye düşüncesinden tamamen farklıdır. Cahiliye düşüncesi bir milletin iki kuşağı arasında ayırım gözetmez. Çünkü bu düşünceye göre; sözkonusu kuşaklar arasındaki bağ, ırk ve soy birliği bağıdır. Fakat İslâm düşüncesi aynı milletin mümin kuşağı ile fasık kuşağını birbirinden ayrı görür. Bunlar aynı millet değildirler. Aralarında hiçbir ilişki, hiçbir akrabalık yoktur. Bu iki kuşak yüce Allah'ın ölçüsüne göre iki ayrı millettirler; müminlerin ölçüsüne göre de öyledirler. İslâm'ın imana dayalı düşünce tarzına göre, millet; aynı inanca bağlı insanlar topluluğudur. Bu topluluğun fertleri hangi ırktan gelirse gelsin, hangi ülkede yaşarsa yaşasın farketmez. Yoksa millet, aynı ırktan gelen ve aynı ülkede yaşayan insanların toplamı değildir. İşte insanlığını, yeryüzünün çamur bileşimlerine değil de yüce ruh soluğuna dayandıran insana yaraşan düşünce tarzı budur. Burada tarihe ilişkin kesin bir açıklama karşısındayız. Hz. İbrahim'in oğullarından söz aldığını, müslümanların Kâbe'si olan Beytullah'ın yapılışını mirasçılığın ve dinin gerçek anlamının ne olduğunu anlatan bu açıklamanın ışığında Peygamberimizin çağdaşı olan kitap ehlinin iddiaları tartışılıyor; onların delillerine ve gerekçelerine karşılık veriliyor. Açıkça görülüyor ki, bütün bu delil ve gerekçeler zayıf ve tutarsız oldukları kadar inat ürünü ve dayanaksızdırlar da. Buna karşılık, İslâm inancının tabiî, geniş kapsamlı ve sadece inatçıların karşı çıkacakları derecede tutarlı olduğu da açıkça görülüyor. Okuyalım: 135- Onlar size; "Yahudi veya hıristiyan olun ki, doğru yolu bulasınız " dediler. Onlara de ki; "Hayır, biz İbrahim'in dosdoğru dinine uyarız. O müşriklerden değildi. " 136- Onlara deyin ki; "Biz Allah'a, bize indirilene, İbrahim'e, İsmaïl'e, İshak'a, Yakub'a ve torunlarına indirilene; Musa'ya ve İsa'ya verilene ve diğer peygamberlere Rabbleri tarafından verilene inanırız. Onlar arasında ayırım yapmayız. Biz Allah'a teslim olanlarız. " 137- Eğer onlar sizin inandıklarınızın aynısına inanırlarsa doğru yolu bulmuş olurlar. Eğer bu inanca arka dönerlerse mutlaka çatışmaya ve çıkmaza düşerler. Onlara karşı Allah sana yetecektir. O işitendir ve bilendir. 138- Bu din, Allah'ın verdiği bir renktir. Kim Allah'tan daha iyi bir renk verebilir? Biz yalnız O'na kulluk ederiz. 139- De ki; "Bizim de sizin de Rabbiniz olan Allah hakkında bizimle çekişiyor musunuz? Bizim yaptıklarımız bize, sizin yaptıklarınız da size aittir. Biz O'na samimi olarak bağlıyız. 140- Yoksa İbrahim'in, İsmail'in, İshak'ın, Yakub'un ve torunlarının yahudi ya da hıristiyan olduklarını mı söylüyorsunuz? De ki; "Siz mi daha iyi bilirsiniz, yoksa Allah mı?" Allah tarafından kendisine bildirilen bir gerçeği saklayandan daha zalim kim olabilir? Allah yaptıklarınızdan asla gafil değildir. SIRAT I MÜSTAKİM Yahudiler; "Yahudi olun ki, doğru yolu bulasınız" diyorlar, hıristiyanlar ise; "Hıristiyan olun ki, doğru yolu bulasınız" diyorlardı. Hz. Peygamberimize (salât ve selâm üzerine olsun) her iki grubun karşısına aynı sözü söyleyerek çıkmayı telkin etmek amacı ile Allah (c.c) bunların sözlerini birleştirerek naklediyor. "De ki; `Hayır, biz İbrahim'in dosdoğru dinine uyarız. O müşriklerden değildi ". Yani de ki; "Gelin siz de biz de Hz. İbrahim'in dinine dönelim. Ortak atamız, İslâm dininin kaynağı, bizzat Rabbi tarafından `O müşriklerden değildi' diye hakkında garanti verilen Hz. İbrahim'in dinine. Oysa siz Allah'a ortak (şirk) koşuyorsunuz." Kur'an-ı Kerim, bunun arkasından, müslümanları büyük din birliğini, yani peygamberlerin atası Hz. İbrahim döneminden Hz. İsa'ya ve Hz. İsa'dan İslâm'ın son mesajına kadar bütün peygamberlerin şeriatlerinin birliğini ilân etmeye ve Kitap Ehlini bu ortak dine dâvet etmeye çağırıyor: "Onlara deyin ki; `Biz Allah'a, bize indirilene; İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a ve torunlarına indirilene; Musa'ya ve İsa'ya verilene ve diğer peygamberlere Rabbleri tarafından verilene inanırız. Onlar arasında ayrım yapmayız. Biz Allah'a teslim olanlarız." Bütün peygamberler ve bütün peygamber mesajları arasındaki bu birlik, İslâm düşünce sistemini temelini oluşturur. İslâm ümmetini, yeryüzünde Allah'ın dinine dayalı inanç mirasını varisi kılan, fertlerini bu kökle birbirlerine sımsıkı bağlı birer hidayet ve aydınlık yolu yolcusu yapan, İslâm düzenini bütün insanların kanatları altında taassupsuz ve baskısız biçimde yaşayabilecekleri milletlerarası bir sosyal düzen düzeyine çıkaran, İslâm toplumunu sevgi ve barış içinde herkese açık bir toplum haline getiren temel faktör budur. Bundan dolayı az önce okuduğumuz ayetlerin devamında bir büyük gerçek vurgulanıyor ve bu inanç sisteminin bağlıları olan müslümanlara bu gerçeğe sımsıkı sarılmaları öneriliyor. Sözünü ettiğimiz gerçek; bu inanç sisteminin dosdoğru yol olduğu, ona uyanın doğru yolu bulacağı, ondan yüz çeviren toplumun asla istikrarlı bir hayata kavuşamayacağı, bu yüzden böyle toplumların sürekli bunalımda olan çeşitli grupları arasında bitmez-tükenmez çatışmaların hüküm süreceği realitesidir. Okuyoruz: "Eğer onlar sizin inandıklarınızın aynısına inanırlarsa doğru yolu bulmuş olurlar. Eğer bu inanca arka dönerlerse mutlaka çatışmaya ve çıkmaza düşerler." Yüce Allah'ın bu sözü, bu açık tanıklığı, müminin kalbine taşıdığı inançtan ötürü ona iftihar duygusu kazandırır. Sebebine gelince doğru yolda olan yalnız kendisidir. Onun inandığına inanmayan kimse, gerçekle kavgalı ve hidayete düşmandır. Hidayet yoksunlarının, imansızların sosyal çalkantıları, hileleri, tuzakları, saldırı girişimleri ve düşmanlıkları mümine zarar dokunduramaz. Çünkü yüce Allah bunlar karşısında onu koruyacaktır. Allah'ın koruyuculuğu ona yeter de artar bile. "Onlara karşı Allah sana yetecektir. O işitendir ve bilendir." Müslümana düşen tek görev, girdiği yolda sebatla ilerlemek, doğrudan doğruya Rabbinden gelen gerçekle ve dostları yeryüzünde tanınsın diye bizzat yüce Allah tarafından dostlarının yüzüne basılan damga ile iftihar etmektir. Okuyoruz: "Bu din, Allah'ın verdiği bir renktir. Kim Allah'tan daha iyi bir renk verebilir?" Bu din, yüce Allah'ın insanlığa son mesajı olmasını dilediği bir ilâhi renktir. Amaç; taassuba ve kine yer vermeyen, ırk ve deri rengi ayrımı tanımayan geniş çaplı bir insanlararası birliğe dayanak sağlamak, zemin hazırlamaktır. Burada Kur'an-ı Kerim'in derin anlamlı ifade özelliklerinden birine parmak basmak istiyoruz. Yukardaki ayetin baş tarafını oluşturan "Bu din, Allah'ın verdiği bir renktir; kim Allah'tan daha iyi bir renk verebilir?" cümlelerinden ilki yüce Allah'ın belirleyici karakterli bir buyruğu, geriye kalan kısmı ise müminlerin sözüdür. Ayet, müminlerin sözünü, aralık vermeksizin yüce Allah'ın sözü ile birleştiriyor. Her iki bölüm de yüce Allah tarafından indirilmiş bir Kur'an parçasıdır, ama ilk bölüm Allah'ın sözünü, ikinci bölüm ise müminlerin sözünü naklediyor. Bu üslup, yani aynı ayetin akışı içinde müminlerin sözünün yüce Allah'ın sözünün arkasına eklenmesi, müminlere büyük bir şeref bağışlamakta ve müminler ile Rabbleri arasında sıkı ilişki bulunduğu, müminlerin, Allah'a ulaştıran bir istikamet üzerinde bulundukları gerçeğini düşündürmektedir. Kur'an'da benzerlerine sık sık rastladığımız bu ifade tarzı, müminler için son derece büyük bir onurlandırma özelliği taşır. Daha sonraki ayette susturucu kanıtlama vurgusunun son sınırına, doruğuna ulaştığını görürüz: "De ki; `Bizim de sizin de Rabbiniz olan Allah hakkında bizimle çekişiyor, tartışıyor musunuz? Bizim yaptıklarımız bize, sizin yaptıklarınız da size aittir. Biz O'na samimi olarak bağlıyız". Yani, "Sizin de bizim de Rabbimiz olan Allah'ın birliği ve ilâhlığı gerçeğini tartışma konusu yapmak yersizdir. Biz yaptıklarımızın hesabını vereceğiz, siz de yaptıklarınızın yükünü taşıyacaksınız. Bizler, bütün samimiyetimizle Allah'a bağlıyız, O'na hiçbir şeyi ortak koşmayız, asla O' nunla birlikte bir başkasına dilek yöneltmeyiz." Bu sözler müslümanların tutumunu ve inançlarını belirler. Bu tutum ve inanç, tartışma, inatlaşma ve kanıtlama çabası götürmez. Böyle olduğu için ayetin akışı, sözü bu kadarla bağlayarak diğer bir tartışma alanına geçiyor. Yalnız bu alanın da tartışma ve inatlaşmaya elverişli olmadığı açıktır. Okuyalım: "Yoksa İbrahim'in, İsmail'in, İshak'ın, Yakub'un ve torunlarının yahudi ya da hıristiyan olduklarını mı söylüyorsunuz?" Hz. Musa'dan ve yahudilik ile hıristiyanlıktan önceki dönemlerde yaşamış olan bu peygamberlerin dinlerinin özünü İslâm'ın oluşturduğuna, yukarda değindiğimiz gibi bizzat yüce Allah tanıklık ediyor. Devam ediyoruz: "De ki; `Siz mi daha iyi biliyorsunuz, yoksa Allah mı?". Bu sorunun cevabı yoktur. Çünkü bu karakteri itibarı ile cevabın önünü kesecek derecede ağır bir kınama anlamı içeriyor. "Ey yahudiler ve hıristiyanlar, sizler adları sayılan peygamberlerin, yahudilik ile hıristiyanlığın ortaya çıkışlarından önceki dönemlerde yaşadıklarını ve Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmaya yanaşmayan ilk hanif dininin (dosdoğru dinin) birer sözcüsü olduklarını biliyorsunuz. Bunun yanında ahir zamanda gelecek olan bir peygamberin, Hz. İbrahim'in öncüsü olduğu dosdoğru dini tekrar ihya edeceğine dair kutsal kitaplarınızda kesin açıklamalar vardır. Fakat siz yüce Allah'ın bu tanıklığını saklıyorsunuz!?" Buna göre: "Allah tarafından kendisine bildirilen bir gerçeği saklayandan daha zalim kim olabilir?" "İyi bilin ki, gerek uhdenize emanet edilen bu ilâhi şehadeti saklayışınız ve gerekse bu apaçık belgeyi gözlerden saklamak ve belirsiz hale getirmek için giriştiğiniz tartışmaları yüce Allah yakınen biliyor." Başka bir deyimle: "Allah asla yaptıklarınızdan gafil, habersiz değildir" Ayetlerin akışı, susturuculuğun bu doruk noktasına, bu kesin sözlülük sınırına vardıktan; Hz. İbrahim, Hz. İsmail, Hz. İshak, Hz. Yakub ve torunları (selâm üzerlerine olsun) ile Peygamberimizin (salât ve selâm üzerine olsun) zamanındaki yahudiler arasında her bakımdan taban tabana zıtlık olduğunu açıkladıktan sonra Hz. İbrahim ile soyundan gelen müslüman cemaat ile ilgili, az önce okuduğumuz bağlayıcı ifadeyi bir daha tekrarlayarak sözü bağlıyor: 141- Onlar daha önce gelip geçmiş bir ümmettir. Onların kazandıkları kendilerine, sizin kazandıklarınız da sizedir. Siz onların yaptıklarından sorumlu tutulmazsınız Bu ifade, yukarda anlatılan basmakalıp iddialarla ilgili tartışmayı noktalayıcı, konuşmayı bağlayıcı son söz niteliğindedir. BİRİNCİ CÜZ SONU Bakara suresinin bu bölümünde, yani ikinci cüzün başından itibaren dikkatlerin, Medine'deki İslâm cemaatinin büyük emaneti -inanç emaneti ile bu inanç adına yeryüzü halifeliğini üstlenme emanetinin- konusu üzerine yoğunlaştırıldığını görürüz. Gerçi zaman zaman bu cemaatin düşmanları, karşıtları -ki bunların başında yahudiler gelir- ile tartışmaya girildiğine, onların hilelerine, komplolarına, bu inancın özünü ve müslüman cemaatın varlığını hedef alan saldırı girişimlerine yine de rastlarız. Ayrıca düşmanlarının giriştiği çok yönlü saldırılar karşısında müslüman cemaate verilen önemli direktiflere ve daha önce yahudilerin düşmüş oldukları çıkmazlara düşmemelerini hatırlatan uyarılara da rastlarız. Fakat bu Cüz'ün ve Bakara suresinin geride kalan bölümünün ana maddesi, müslüman cemaate halife-ümmet olmanın gerektirdiği özellikleri ve bağımsız kişiliğini kazandırmaktır. Kıblesi ile bağımsız; kendisinden önceki semavi dinlerin şeriatlerini onaylayan ve içeren şeriatı ile bağımsız; geniş kapsamlı, yaygın ve orjinal pratik hayat tarzı ile bağımsız bir kişilik. Bu bağımsız kişilik herşeyden önce bu cemaatin evren ile hayat hakkındaki görüşünde, yüce Allah ile kendisi arasındaki ilişki ile, yeryüzündeki temel görevi ile; bu görevin gerektirdiği can, mal, duygu ve davranış planındaki fedakârlıklar ile ilgili düşüncesinde, Kur'an-ı Kerim'in direktifleri ile Peygamber efendimizin yönlendirmelerinde somutlaşan ilâhi önderliğe kayıtsız-şartsız itaat etme yatkınlığında ve bütün bunları teslimiyet, hoşnutluk, güven ve kesin iman duygusu içinde algılama tutumunda kendini göstermelidir. Bundan dolayı, bu bölümde kıble değiştirilmesi olayı üzerinde durulduğunu göreceğiz. Bundan açıkça anlaşılan şudur: Yüce Allah bu ümmetin orta yolu benimseyen, yani kendi dışındaki tüm insanlığa örnek olurken, kendisine Peygamberimizi örnek edinmiş bir ümmet olmasını istiyor. Buna göre bu ümmet, tüm yeryüzü insanlarına önder, egemen, gözetici ve yönlendirici olmakla görevlidir. Bu arada okuyacağımız ayetlerde bu ümmetin, omuzlarına bindirilen bu görevin yükümlülüklerine katlanmaya, kendisini bütün insanlığa karşı sorumlu kılacak olan bu misyonun zorluklarını göğüslemeye, yüce Allah'ın takdirine razı olarak durum ne olursa olsun her işi O'na havale etmeye çağrıldığını göreceğiz. Daha sonra imana bağlı düşünce tarzının bazı temel ilkelerinin açıklandığını, belirginliğe kavuşturulduğunu göreceğiz. Meselâ iyiliğin, takva ve salih amel demek olduğunun, yoksa yüzleri doğuya ya da batıya döndürmek demek olmadığının vurgulanarak belirtildiğini okuyacağız. Bu açıklama, yahudilerin bu konudaki zihin karıştırıcı propaganda kampanyasına, gerçekleri gizleme ve belirsizleştirme girişimlerine, doğru olduğunu bildikleri konulardaki tartışmacı ve inkârcı tutumlarına cevap olarak yapılıyor. Bu bölümdeki açıklamaların çoğunluğu, kıblenin değiştirilmesi olayı ile bu olay hakkında ileri sürülen asılsız ve yanıltma amaçlı iddialar ile ilgilidir. Okuyacağımız ayetlerin daha sonraki bölümünde ise bu dinin amaçladığı pratik hayat düzeni ile ibadet amaçlı davranışlar sisteminin -ki bu ümmetin hayatı bu iki unsura dayanır- ve toplumu, ümmetin omuzlarına yüklenen görev doğrultusunda yapılandırma işlevinin belirlenmesi konusu ele alınıyor. Bu alanda kısas hukukunun, vasiyyet hükümlerinin, oruç farzının, haram aylarda ve Mescid-i Haram (Kâbe) sınırları içinde savaşma hükümlerinin Hacc farzının, içki ve kumarla ilgili hükümlerin ve aile düzeninin belirlendiğine tanık oluruz. Bütün bu hükümler ve kurumlar inanç bağına bağlanarak ve yüce Allah ile irtibatlandırılarak anlatılıyor. Yine bu Cüz'ün sonlarında canla ve malla cihad edilmesi konusunun işlenişi sırasında yahudilerin, Hz. Musa'dan (selâm üzerine olsun) sonraki tarihlerinden alınmış bir olayı, bir anektodu okuyacağız. Bu olaya göre, o dönemin yahudileri, Peygamberlerinden birine, şöyle demişlerdi: "Bize bir hükümdar gönder de Allah yolunda savaşalım." (Bakara Suresi, 246) Bu olay, daha önceki peygamberlerin mesaj birikimini ve eski ümmetlerin bu mesaj birikimiyle ilgili tecrübelerini miras olarak devralan bu ümmet hesabına birçok ibret alınacak dersler ve düşündürücü telkinler içermektedir. Bu Cüz'ü daha önceki Cüz ile birlikte gözden geçirdiğimizde Kur'an-ı Kerim'in gerek girişmiş olduğu mücadelenin ve gerekse yeni bir müslüman ümmet meydana getirmekten güttüğü amacın karakterini iyi anlarız. Bu mücadele hilelere, fitnelere, oyunlara, yaygaracı propagandalara, yanıltma girişimlerine, yalanlara, insanın yapısından kaynaklanan zayıflıklara, insan psikolojisinin fitnenin girişine ve kışkırtmaların sızmasına açık kanallarına karşı aynı düzeyde verilen büyük bir mücadeledir. Bu mücadele aynı zamanda bütün insanlığın ideal önderliğini üstlenmiş olan yeryüzü halifeliğine getirilmiş olan bir ümmetin dayanabileceği doğru düşünce sistemini geliştirme, bu ümmeti ortaya çıkarma ve yönlendirme mücadelesidir. Kur'an üslubunun icaz özelliğine, yani az söz söyleyerek çok şey ifade etme niteliğine gelince bu özellik, bu iki Cüzîde şöyle meydana çıkıyor: Kur'an-ı Kerim'in bu bölümünde Peygamberimiz zamanındaki ilk müslüman cemaatin oluşması amacı ile gündeme getirilen bu direktifler ve ilkeler, her zaman ve her yerde müslüman bir cemaat oluşturmak için günümüzde de gerekli olan direktifler ve ilkelerdir. Kur'an-ı Kerim'in bu ilk cemaatin düşmanlarına karşı verdiği mücadele her zaman ve her yerde bu uğurda verilebilecek olan mücadelenin aynısıdır. Sadece bu kadar da değil. Hatta Kur'an-ı Kerim'in o zaman karşı karşıya geldiği; hilelerine, tuzaklarına ve komplolarına karşı koyduğu geleneksel İslâm düşmanları günümüzde de aynıdır, kullandıkları metodlar da o günkü metodların aynısıdır; şartların değişmesi ile biçimleri değişmiş, ama sözleri ve karakterleri aynı kalmıştır. Bu yüzden İslâm ümmeti, düşmanlarına karşı vereceği mücadele ve onların şerlerinden korunma tedbirleri konusunda en az ilk İslâm cemaatı kadar, Kur'an'ın bu direktiflerine muhtaçtır. Bunun yanında bu ümmet, sağlam ve doğru bir düşünce tarzı geliştirebilmek, evren ve insan karşısında nasıl bir tutum takınması gerektiğini kavrayabilmek için da aynı temel ilkelere, aynı direktiflere muhtaçtır. Bu ümmet bu ilke ve direktiflerde, yolunun işaret noktalarını başka hiçbir bilgi edinme ve yönlendirme kaynağında bulamayacağı açıklıkta bulacaktır. Böylece Kur'an-ı Kerim, bu ümmetin hayatını düzenleyen, doğru yolunda gerçek kılavuzu olan; ferdî yaşama tarzına, sosyal düzenine, devletlerarası münasebet kurallarına, ahlâki davranışlarına ve pratik uygulamalarına dayanak oluşturucu çok cepheli ve yetkin yasa kaynağı bir kitap olma niteliğini koruyup devam ettirmiş oluyor. İşte icaz, yani az söz söyleyerek çok şey ifade etme sanatı dediğimiz şey budur. KIBLENİN DEĞİŞTİRİLMESİNİN NEDENLERİ Okuyacağımız ayetler demetinde hemen hemen sadece kıble değişimi olayından, bu olayın yolaçtığı gelişmelerden, bu olayı fırsat bilen yahudilerin müslüman birliğini sarsmayı hedef alan oyunlarından, bu konuda ortaya attıkları asılsız iddialardan, bu iddiaların bazı müslümanların vicdanlarında ve genel olarak müslüman cemaatin saflarında açtığı yaraları sarma girişimlerinden sözediliyor. Bu olay hakkında kesin bir rivayete rastlanmıyor. Kur'an'da da olayın tarihi ile ilgili ayrıntılı bir bilgi verilmiyor. Bu olayla ilgili yukardaki ayetler sadece kıble yönünün Beytülmukaddes'ten Kâbe'ye çevrilişini ele alıyor. Olay, Hicret'ten onaltı ya da onyedi ay sonra Medine'de meydana geldi. Bu olayla ilgili rivayetlerïn toplamından çıkarabildiğimiz sonuç özet olarak şudur: Müslümanlar Mekke döneminde namazın farz oluşundan itibaren Kâbe'ye doğru dönerek namaz kılmışlardı. Yalnız bu konuda Kur'an kaynaklı bir nass yoktu. Hicretten sonra yüce Allah'tan Peygamberimize gelen bir emirle namazlar Beytülmukaddes'e doğru dönülerek kılınmaya başladı. Geçerli görüşe göre bu emir de Kur'an'da yeralmış değildi. Sonra bu konuda Kur'an kaynaklı olan şu emir gelerek daha önceki ilâhi emri yürürlükten kaldırdı (neshetti): "Bundan böyle yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. Nerede olursanız olun, yüzlerinizi o tarafa çevirin." Olayın gelişimi nasıl olursa olsun, müslümanların yüzlerini Beytülmukaddes'e doğru çevirmeleri -ki Beytülmukaddes, yahudiler ile hıristiyanların kıblesi idi- yahudilerin bu olayı, İslâm'a girmeyi burun kıvırarak reddetme bahanesi olarak kullanmalarına yolaçtı. Nitekim o sırada Medine halkı arasında şöyle konuştukları duyuluyordu. "Muhammed ile arkadaşlarının onların kıblesine yönelişi, dinlerinin gerçek din, kıblelerinin asıl kıble ve kendilerinin de örnek alınmada öncelikli olduklarını kanıtlardı. Buna göre yapılması uygun olay şey, Muhammed'in, onları kendi dinine çağırması değil, tersine kendisi ile arkadaşlarının onların dinine girmesiydi." Bu arada cahiliye döneminde saygı göstermeye alışmış, orayı geleneksel ziyaret yerleri ve kıbleleri olarak algılaya gelmiş olan müslüman Araplara bu durum ağır geliyordu. Üstelik bu yüzden yahudilerden kulaklarına gelen böbürlenici, hava atıcı laflar ve bu olayı kendilerine karşı koz olarak kullanmaları sıkıntılarını daha da arttırıyordu. Bu arada Peygamberimiz (salât ve selâm üzerine olsun) sık sık yüzünü göğe çevirerek Rabbine yöneliyor, fakat yüce Allah'a karşı duyduğu sonsuz saygının gereği olarak ağzını açıp birşey demiyor, ama kendisini, hoşlanacağı bir kıbleye döndürmesini sabırsızlıkla bekliyordu. İşte bir süre sonra inen şu ayet, Peygamberimizin bu derin özlemini olumlu olarak cevaplandırıyordu: "(Ey Muhammed) senin yüzünü ısrarla göğe çevirdiğini görüyoruz. Seni hoşuna gidecek bir kıbleye kesinlikle döndüreceğiz. Bundan böyle yüzünü Mescidi Haram (Kâbe) tarafına çevir. Nerede olursanız olun, yüzlerinizi o tarafa çevirin." Çeşitli rivayetlerde anlatıldığına göre bu olay, Hicretin onaltıncı ya da onyedinci ayında meydana geldi. Bu arada kıblenin değiştiğini namaz kılarken haber alan bazı müslümanlar, namazları içinde yüzlerini Kâbeye doğru çevirerek namazlarının geride kalan kısmını yeni kıbleye doğru tamamlamışlardı. Bunun üzerine yahudiler yaygaraya başladılar. Peygamberimiz ile müslüman cemaatın kıblelerini bırakıp başka tarafa dönmesi ve bunun sonucu olarak böbürlenmelerinde ve müslümanların kalplerine dinlerinin değeri konusunda şüphe salma girişimlerinde bel bağladıkları önemli kozlarını yitirmiş olmaları gerçekten ağırlarına gitmişti. Bu hayal kırıklığının getirdiği pervasızlıkla müslümanların arasına ve tek tek müslümanların kalplerine yüce liderlerine karşı besledikleri güven ve inançlarının temeli hakkında şüphe tohumları ekmeye koyuldular. Müslümanlara şöyle diyorlardı: "Eğer daha önceki Beytülmukaddes'e yönelişiniz geçersiz ise bu dönem boyunca kıldığınız namazlar boşa gitti. Yok, eğer o yönelişiniz haklı idiyse şimdiki Mescid-i Haram'a dönüşünüz geçersizdir ve buraya doğru dönerek kıldığınız ve kılacağınız bütün namazlar boşa gitmeye mahkumdur. Her iki durumda, bu ayetlerin yürürlükten kàldırılması ve emirlerin değiştirilmesi işlemi, Allah'tan kaynaklanmış olamaz. Bu da, Muhammed'e Allah'tan vahiy gelmediğini kanıtlar." Sözünü ettiğimiz yıkıcı yahudi propagandası, gerek müslümanların vicdanlarında ve gerekse İslâm cemaatinin saflarında son derece büyük bir etki meydana getirmişti. Bu etkinin çapı, yüce Allah'ın "Biz bir ayeti yürürlükten kaldırır ya da unutturursak mutlaka ondan daha hayırlısını veya benzerini getiririz" mealindeki buyruğu ile başlayarak geçen Cüz'ün iki dersini tümü ile kapsayan Kur'an ayetleri yanında bu Cüz'ün az sonra okuyacağımız ayetleri ve bu ayetlerin açıklamaları sırasında ayrıntılı biçimde inceleyeceğimiz vurgulamaları, izahları ve uyarıları gözden geçirirken açıklıkla meydana çıkar. Şimdi kıblenin değiştirilmesi ve müslümanların sırf kendilerinin olan bir kıbleye yöneltilmelerinin hikmeti konusu üzerinde biraz durmak istiyoruz. Bu olay İslâm cemaatinin hayatını geniş çapta etkilemiş, çok önemli bir tarihi olaydır. Başlangıçta kıble yönünün Kâbe'den Mescid-i Aksa'ya döndürülmesi, bu dersin aşağıdaki ayetinin işaret ettiği, eğitim amaçlı bir olaydı: "Biz sırf Peygambere uyanları O'na uymaktan vazgeçenlerden ayırdedelim diye daha önce yöneldiğin kıbleyi tekrar kıble yaptık." Bilindiği gibi Araplar cahiliye dönemlerinde Kâbe'ye saygı beslerler, burayı milli gururlarının somut bir sembolü sayarlardı. Oysa İslâm, kalplerin sırf Allah'a bağlanmasını, yüce Allah dışında kalan her türlü bağımlılıktan arındırılmasını, dolaysız biçimde Allah'la rabıta kurduran İslâm metoduna yabancı olan her türlü yaygara ve taassuptan kurtarılmasını; her türlü tarihî, ırkî ve coğrafi şartlanmalardan soyutlanmasını istiyordu. İşte bu yüzden sürpriz bir kararla müslümanların Kâbe'ye yönelmelerine son verilerek bir süre için Mescid-i Aksa'yı kıble edinmeleri uygun görülmüştü. Böylece vicdanların cahiliye tortularından, cahiliye dönemini çağrıştıran her şeyden tamamen arınması amaçlanmıştı. Ayrıca bu değişiklik dolayısıyla Peygamber efendimize türlü yabancı duygunun etkisinden sıyrılarak güvenli, gönüllü ve teslimiyetçi bir biçimde bağlı olanlar ile ırk, kavim, yurt ve tarih çağrışımlarından kaynaklanan cahiliye yaygaralarının kof gururu ile ya da kalplerin derinliklerinde halâ yaşayan komplekslerin dürtüsü ile inancından dönen kimseler birbirlerinden ayrılabilecekti. Bu arada müslümanlar teslimiyetçiliklerini kanıtlayıp Peygamber efendimizin gösterdiği kıbleye yönelince ve bunun yanında yahudiler bu durumu işlerine yarayacak bir koz olarak kullanmaya başlayınca yüce Allah'ın Kâbe'ye doğru dönmekle ilgili emri geliverdi. Fakat bu yeni emir, müslümanların kalpleri ile başka bir gerçek arasında, İslâm'ın özü ile ilgili tarihi bir gerçek arasında bağ kurdu. Bu gerçek şudur: Bu binayı, yani Kâbe'yi yapan Hz. İbrahim ile Hz. İsmail (selâm üzerlerine olsun) onu sırf Allah'a adayarak, İslâm ümmetinin bir inanç merkezi olsun diye inşa etmişlerdi. Bu İslâm ümmeti de, Hz. İbrahim'in soyundan İslâm'ı yayacak, evlâtlarının ve torunlarının da bağlı oldukları bu dinin etkinliğini devam ettirecek bir peygamberin gelmesini dileyen duasının kabul belirtisi olarak doğup gelişmişti. "Hani Rabbi, İbrahim'i birtakım emirler ile denemiş, o da bunları yerine getirmişti" ayeti ile başlayan geçen derste bu konu ayrıntılı biçimde anlatılmıştı. Aslında Kabe'nin ilk temellerinin atılışından itibaren gelişen olaylar, özellikle Hz. İbrahim, İsmail ve diğer oğulları, onların dini, kıblesi, Allah'a verdikleri söz ve yapılan vasiyyetler hakkında müşrikler ve Ehli Kitap ile müslümanlar arasında çıkan tartışmalar bu surenin daha önceki ayetlerinde anlatıldığı için daha sonra Kıble'nin Mescid-i Aksa'dan Kabe'ye döndürülmesi olayının anlatımına geçilmesi daha uygun oluyor. Zira bütün o olaylarla kıblenin değiştirilmesi olayı arasında yakın bir ilişki ve tarihî bir bağ vardır ve zihinler bu olayı algılamaya hazırdır. Müslümanların kıblesinin, Hz. İbrahim ile Hz. İsmail'in birlikte inşa ettikleri Kabe'ye doğru çevrilmesi ve o sırada Hz. İbrahim'in yapmış olduğu uzun dua, az sonra okuyacağımız ayetlerde müslümanların, Hz. İbrahim dininin varisleri oluşları ve Yüce Allah'ın Hz. İbrahim'e dönük taahhüdü birbirleri ile uyumlu, mantıklı ve tabii gelişmeler olarak ele alınır. Başka bir deyimle bu somut kıble yönelişi ile sözkonusu tarihten kaynaklanan şuur yönelişi arasında koordinasyon ve doğrultu birliği vardır. Yüce Allah -c.c- Hz. İbrahim'den müslüman olması için taahhüt almıştı. Hz. İbrahim de oğullarından, kendisinden sonra İslâm'a bağlı kalmaları taahhüdünü almıştı. "İsrail" lâkabı ile anılan Hz. Yakub da evlâtlarından aynı taahhüdü almıştı. Bu arada Hz. İbrahim zalimlerin, yüce Allah'ın ahdine ve bağışına varis olamayacağını biliyordu. Yüce Allah Hz. İbrahim ile Hz. İsmail'e, "Kâbe'nin temellerini yükseltmeyi", yani bu yapıyı inşa etmelerini emretmişti. Bu yüzden Kâbe onlardan kalan bir mirastır. Bu mirasa ancak yüce Allah'ın, bu ikisinden aldığı taahhüde bağlı kalanlar mirasçı olabilirler. Müslüman ümmet, yüce Allah'ın, Hz. İbrahim ile Hz. İsmail'den almış olduğu taahhüdün ve bu iki peygambere yönelik ilâhi faziletin mirasçısıdır. Buna göre bu ümmeti~, Mekke'deki Beytullah'ın varisi olması ve orayı kıble edinmesi son derece tabii ve mantıkî bir sonuçtur. Gerçi müslümanlar bir süre için, yahudilerin ve hıristiyanların kıblesi olan Mescid-i Aksa'ya yönelmişlerdi. Fakat bu yöneliş, okuduğumuz ayetlerden birinin işaret ettiği daha önce anlattığımız bir hikmete dayanıyordu. Şimdi ise yüce Allah bu varisliği, müslüman ümmete yüklemeyi dilemişti. Ehl-i Kitap, ataları Hz. İbrahim'in dinini, yani İslâm'ı kabul ederek bu mirasa ortak olmayı reddetmişti. Şimdi kıble değişiminin tam zamanı gelmişti. Hz. İbrahim'in inşa ettiği ilk Allah evine doğru yönelmenin tam sırası idi. Böylece müslümanlar bu varisliğin somut ve soyut bütün özellikleriyle donatılmış; din varisliğinin, kıble varisliğinin ve yüce Allah'ın bağışlama varisliğinin ayrıcalığına sahip kılınmış olacaktı. Kendine özgü ve başkalarından farklı olma müslüman cemaat için kaçınılmaz iki sıfattır. Düşünce ve inançta kendine özgü ve ayrıcalıklı olmak... Kıble ve ibadet biçiminde de kendine özgü ve ayrıcalıklı olmak. Kendine özgülük ve ayrıcalık bu alanların her ikisinde de aynı oranda gereklidir. Düşünce ve inanç alanında kendine özgü (orjinal) ve farklı olmanın gereği kolayca anlaşılabilir de bu gereklilik belki de kıble ve ibadet amaçlı davranışlar konusunda o kadar kolay bir şekilde algılanmayabilir. Bu yüzden burada ibadet şekillerinin değeri konusuna bir parça gözatmak istiyoruz. Bu ibadet şekillerine, onları manevi içeriklerinden soyutlayarak ve insan psikolojisinin tabiatı ve onun etkilenme yollarına göz yumarak bakan kimse bunlara titizlikle sarılmayı bir tür kör taassup ya da şekilperestlik olarak görebilir. Fakat daha geniş bir bakış açısı, insan fıtratını tanımayı amaçlayan daha derinlikli bir kavrama gayreti, son derece önemli başka bir gerçeği keşfeder, ki o da şudur: İnsanın somut bir beden ile soyut bir ruhtan oluşmuş olmasının sonucu olarak, insan psikolojisinde fıtrî olarak soyut karakterli iç duyguları somut karakterli görünür şekiller aracılığı ile ifade etme eğilimi vardır. Bu soyut duygular, duyu organları ile algılanabilir zahiri bir şekil bulmadıkça durulup istikrara kavuşamazlar. Bu duygular ancak bu yolla ifade imkanı bulurlar. Böylece iç dünyamızdaki gerçeklikler somut plâna da yansımış olur. Bu duygular ancak o zaman durulup istikrara kavuşabilirler. Ancak o zaman duygusal gerilimin elektriksel yükü tamamen boşalarak duygu dünyamız ile dış alemimiz arasında uyum meydana gelebilir. Ancak o takdirde duyguların esrarlıya ve bilinmeze yönelik ateşli arzusu ile somuta ve şekle dönük ateşli arzusu aynı anda rahatlatıcı bir tatmine kavuşmuş olur. İşte İslâm, bütün ibadet amaçlı davranışlar sistemini, insan psikolojisinin bu fıtrî temeli üzerine oturtmuştur. Bu yüzden bu ibadet amaçlı davranışlar sadece niyetle, sırf ruhi yönelişle yerine getirilemez. Bu ruhî yönelişin, somut bir şekil bulması aranır. Bu somut şekil namaz ibadetinde ayakta durma (kıyam), kıbleye doğru durma, tekbir alma, Kur'an okuma, rükua varma ve secdeye kapanmadır. Hacc'da ise belirli bir yerden sonra ihrama girip belirli bir kılığa bürünme, sa'y etme, dua etme, telbiye getirme, kurban kesme ve traş olmadır. Böylece her ibadetin ayrı bir bütünü olduğu gibi bu hareketlerin her biri de ayrı bir ibadettir. Böylece, insan nefsinin dışı ile içi arasında uyum kurulmuş, onun güç odakları arasında koordinasyon meydana getirilmiş, insan fıtratının istekleri, yapısı ile bağdaşan bir yoldan gidilerek tatmin edilmiş olur. Hiç kuşkusuz yüce Allah, sapıkları doğru yoldan çıkaran asıl sebebin, insanın iç-güçlerinin somut ifade şekilleri arayan fıtrî özlem olduğunu biliyor. Bunun sonucu olarak insanların önemli bir kesimi, duygu dünyalarının aradığı büyük gücü taş, ağaç, çeşitli yıldızlar, güneş, ay, hayvan, kuş gibi somut ve duyu organları aracılığı ile algılanabilir maddi varlıklarla sembolize etmişlerdir. İnsanlar gizli güçlerin somut biçimde ifade edilmesini düzenleyecek ve koordine edecek bir sistemin kılavuzluğundan yoksun kaldıkları dönemlerde bu yanılgıya düşmüşlerdir. İşte bu yüzden İslâm, yüce Allah'ın zatını her türlü somutlaştırma düşüncesinden ve varlığını herhangi bir yöne bağlama varsayımından uzak tutmakla birlikte insan fıtratının sözünü ettiğimiz içgüdülerini, belirli ibadet amaçlı davranışlar aracılığıyla tatmin etmelerini sağlayan uygulamalar içerir. Bunun sonucunda insan kalbi, bedensel ve duygusal bütün varlığıyla, Allah'a yöneldiği sırada, aynı anda Kabe'ye doğru da yöneliyor. Böylece insan her ne kadar O'nun için yeryüzünün belirli bir yerini, kıble edinmiş olsa da mekâna sığması asla sözkonusu olmayan Allah'a yönelme olayında insanın iç ve dış güçleri arasında uyum ve birlik sağlanmış oluyor. Bu arada, müslümanın namazda ve diğer bazı ibadetler sırasında yöneleceği yeri, müslüman olmayanların bu tür yerlerinden ayrı tutup sırf müslümana özgü bir yer olmasını sağlamak gerekli idi. Çünkü bu durum onu düşünce biçimi, hayat tarzı ve geleceğe dönük yönelişleri ile diğerlerinden ayrı ve kendine özgü olmaya itecekti. Bunun sonucunda, bu kıble ayrıcalığı, müslümanda varolan diğerlerinden ayrı ve farklı olma bilincini tatmin ediyordu. Ayrıca bu somut ayrılık da kendi çapında, müslümanın benliğinde bir ayrılık ve farklılık bilinci doğurur. Öteyandan, müslüman olmayanların iç duygularım somut ifadeye kavuşturan kendilerine özgü karakteristiklerine özenme yasağı da bu sebebe dayanır. Onlara özgü hem duygusal hem de davranış plânındaki tutum ve gelenekleri taklit etmenin aynı ölçüde yasak olması gibi. Bu yasak ne kör bir taassup ve ne de basit bir şekil tutkunluğudur. Tam tersine şekilciliğin ötesini kavrayan derin bir bakış açısıdır; somut şekillerin arkasında saklanan iç faktörlere önem veren bir bakış açısıdır. Herhangi bir kavmi diğer bir kavimden, herhangi bir zihniyeti diğer bir zihniyetten, herhangi bir düşünce tarzını diğer düşünce tarzından, herhangi bir duygu bütününü diğer bir duygu bütününden, herhangi bir ahlâkı başka bir ahlâktan ve herhangi bir yaşama anlayışını diğer bir hayat anlayışından ayıran, farklı yapan şey işte bu temel iç faktörlerdir. Nitekim Hz. Ebu Hureyre'den (Allah ondan razı olsun) bildirildiğine göre Peygamberimiz şöyle buyuruyor: "Yahudiler ile hıristiyanlar (ağaran saçlarını ve sakallarını) boyamazlar. Siz onların yaptıklarının tersini yapınız." (İmam-ı Malik, Buhari, Müslim, Ebu Davud) Yine Peygamberimiz yanlarına vardığı bir grubun ayağa kalkmaları üzerine şöyle buyurmuştur: "Acemlerin birbirlerine saygı göstermek amacı ile ayağa kalktıkları gibi siz de ayağa kalkmayınız." (Ebu Davud, İbn-i Mace) Peygamber efendimizin bir başka hadisi de şöyledir: "Hıristiyanların Meryem oğlu İsa önünde eğildikleri gibi siz de benim önümde eğilmeyiniz. Ben de bir kulum. Buna göre bana `Allah'ın kulu ve Resulü' deyiniz" (Buhari) İslâm, dış görünüş ve kıyafette başkalarına özenmeyi, hareketlerde ve davranışlarda taklitçiliği, konuşmada ve edep kuralları alanında yabancılara benzemeye kalkışmayı yasaklıyor. Çünkü bütün bu saydıklarımızın arkasında, bir düşünce tarzını öbüründen, bir hayat biçimini diğer hayat biçiminden ve bir toplumsal karakteristiği başka bir toplumsal karakteristikten ayıran o deruni bilinç saklıdır. Yine İslâm, Allah'tan gelen ve bu ümmetin uygulamakla yükümlü olduğu ilahi sistemin dışında bir başka kaynaktan düşünce ve sistem unsuru iktibas etmeyi yasakladığı gibi; yeryüzünde yaşayan milletlerin ve toplumların herhangi biri önünde psikolojik bozguna, iç yıkıma uğramayı da yasakladı. Çünkü insanı belirli bir toplumu taklit etmeye sürükleyen faktör, o toplum karşısında uğranılan psikolojik bozgun, ruhi çözülmedir. Müslüman cemaat ise, insanlığın önderi konumunda bulunmak üzere ortaya çıktı. Buna göre inanç sistemini olduğu gibi, gelenek ve göreneklerini de kendisini liderliğe seçmiş olan kaynaktan almalıdır. Müslümanlar üstün insanlardır, orta yolu izleyecek, insanların karşısına çıkarılmış en hayırlı ümmettirler. Buna göre düşüncelerini ve sosyal düzenlerini hangi kaynağa dayandıracaklardır? Geleneklerini ve toplumsal kurumlarını nereden alacaklardır? Eğer bunları yüce Allah'tan almazlarsa düzeylerini yükseltmek için görevlendirildikleri, kendilerinden aşağı konumda olan insanlardan ve toplumlardan almak durumunda kalacaklardır! İslâm, insanlığa en yüce düşünce ufkunu ve sağlıklı sosyal düzeni garanti etmiştir. Buna dayanarak bütün insanlığı kendini benimsemeye çağırıyor. İslâm'ın başka bir temel üzerinde değil de kendi esasları üzerinde, başka bir sosyal düzen etrafında değil de kendi sosyal düzeni etrafında, başka bir bayrak altında değil de kendi sancağı altında tüm insanlığın birleşmesini istemesi taassup değildir. İnsanlığı yüce Allah'a yönelmeye, en yüksek düşünce ve en sağlıklı sosyal düzen etrafında birleşmeye çağıran, ilahi nizamdan sapmış cahiliye bataklığında debelenmekte olan insanların oluşturacağı bir birliğe karşı çıkan kişi ya da sistem taassupla suçlanamaz; mutaassıp olarak görülse bile iyinin, doğrunun ve yararlının peşinde koşan bir taassuptur bu. Sırf kendisine ait olan ayrı bir kıbleye yönelen müslüman cemaat, bu yönelişin anlamını kavramak zorundadır. Kıble, bu cemaatin namaz kılarken tarafına döneceği basit bir yön ya da basit bir mekân değildir. Çünkü bu mekân ya da bu yön bir sembolden, bir simgeden başka birşey değildir; başkalarından ayrı ve kendine özgü olmanın sembolünden... Düşüncede ayrılığın, kişilikte ayrılığın, amaçta ayrılığın, endişe ve ideallerde ayrılığın ve yapıda ayrılığın sembolü yani. Günümüzün İslâm ümmeti; yeryüzünün her yanını sarmış bulunan çeşitli cahiliye ürünü zihniyet ve ideolojinin, cahili hedeflerin, insanlığın zihnini bulandıran cahili ideal ve beklentilerin ve dalgalandırılan çeşitli cahiliye bayraklarının arasında kendini korumaya çalışıyor, bocalıyor. İşte bu ümmet, egemen cahiliye toplumlarından farklı bir kişilik kazanmaya, cahiliye ideolojilerinden esinlenmemiş kendine özgü bir evren ve sosyal hayat düşüncesi benimsemeye, bu düşünce doğrultusunda farklı hedef ve idealler seçmeye, üzerinde yalnızca yüce Allah'ın adının yazılı olduğu, kendine özgü bir sancak ayrıcalığı sağlamaya, yüce Allah tarafından bu inanç emanetini ve mirasını taşımak üzere insanlığın önüne çıkarılmış, orta yol yolcusu, örnek bir ümmet olduğunu bilmeye muhtaçtır. Bu inanç sistemi, eksiksiz ve kapsamlı bir hayat düzenidir. Bu inanç mirasının varisi, yüce Allah'ın yeryüzündeki halifesi, insanların örneği ve bütün insanlığı Allah'a ulaştıran yolda kılavuz olmanın yükümlüsü olan bu ümmeti, diğerlerinden ayrı ve farklı yapacak olan şey bu hayat tarzıdır. İslâm ümmetine kişilik, yapı, hedef, ideal, bayrak ve kimlik ayrıcalığı sağlayacak olan, ona uğrunda yaratılarak insanlığın önüne çıkarıldığı dünya liderliği konumunu kazandıracak olan faktör, bu ilâhi düzeni sosyal hayatında gerçekleştirmek, uygulamaktır. Bu ümmet, bu sosyal düzeni pratik hayata geçirmedikçe hangi yaldızlı kılığa bürünürse bürünsün, hangi ideolojiye sarılırsa sarılsın, hangi bayrak peşinde koşarsa koşsun, karanlıklar içinde kaybolmaya, özelliklerini belirsizleştirmeye ve karakteristiklerini bilinmezliğin kucağına atmaya mahkûmdur! Şimdi Kıble değişimi olayının çağrıştırdığı bu ara açıklamayı burada noktalayarak bu konudaki ayetleri ayrıntılı biçimde incelemeye geçelim: | |
16 Eylül 2008, 00:23 | Mesaj No:13 |
Cvp: Fizilalil Kuran Bakara Suresi Tefsiri 142- İnsanlardan bazı beyinsizler; "Onları daha önce yöneldikleri kıbleden çeviren sebep nedir?" diyecekler. De ki; "Doğu da Batı da Allah'ındır. O dilediğini doğru yola iletir. " 143- Böylece sizi orta yolu benimseyen bir ümmet yaptık ki, siz insanlara örnek olasınız ve peygamber de size örnek olsun. Biz sırf Peygambere uyanları, bağlı kalanları O'na uymaktan vazgeçenlerden ayırdedelim diye daha önce yöneldiğin kıbleyi tekrar kıble yaptık. Bu değişiklik, Allah'ın doğru yolu gösterdiği kimselerden başkasına elbette ağır gelir. Allah sizin imanınızı boşa çıkaracak değildir. Hiç şüphesiz, Allah insanlara karşı şefkatli ve merhametlidir. Gerek ayetlerin akışından ve gerekse Medine'deki olayların gelişiminden açıkça anlaşılıyor ki, buradaki "beyinsizler" deyimi ile yahudiler kasdedilmiştir. Çünkü daha önce gördüğümüz gibi, kıble değiştirilmesi olayı münasebetiyle estirilen yaygarayı onlar kopardıkları gibi, Mescid-i Aksa'yı kasdederek "Onları daha önce yöneldikleri kıbleden çeviren sebep nedir?" sorusunu ortalığa yayanlar da onlardı. Nitekim sahabilerden Berae b. Azib (Allah ondan razı olsun) Peygamberimizin (salât ve selâm üzerine olsun) Medine'ye geldiği ilk günlerde Ensar'dan olan dedelerinin -ya da dayılarının- yanında misafir kaldığını belirttikten sonra sözlerine şöyle devam ediyor; "Peygamberimiz, onaltı ay ya da onyedi ay kadar Beytulmukaddes'e doğru namaz kıldı. Fakat kıblesinin Beytullah'a doğru olmasını çok istiyordu. Beytullah'a dönerek kıldığı ilk namaz bir ikindi namazı idi. Bu namazda onunla birlikte birkaç kişi daha vardı. Onun yanında bu namazı kılanlardan biri oradan ayrıldıktan sonra yolda bir mescit halkı ile karşılaştı. Cemaat o sırada ruküa varmıştı. Adam `Allah adına şehadet ederim ki, ben Peygamberimiz ile birlikte Kâbe'ye doğru namaz kıldım' dedi. Bunun üzerine o mescidde namaz kılanlar oldukları gibi (namazlarını bozmadan, derhal) Kâbe'ye doğru döndüler. Peygamberimiz Beytülmukaddes'e doğru namaz kılarken bu durum yahudilérin hoşuna gidiyordu. Fakat yüzünü Beytullah'a döndürünce buna canları sıkıldı. Bunun üzerine `(Ey Muhammed) senin yüzünü ısrarla göğe çevirdiğini görüyoruz..: diye başlayan ayet indi. Bu sırada beyinsizler -ki onlar yahudilerdi`Müslümanları daha önce yöneldikleri kıbleden çeviren sebep nedir?' dediler."(İmam-ı Malik Buhari, Müslim, Tirmizi) Daha sonra inceleyeceğimiz üzere gerek yahudiler tarafından halk arasına yayılan bu soruya ve gerekse bu fitneye karşı Kur'an-ı Kerim'in takınmış olduğu tavır, sözkonusu propaganda kampanyasının o günlerde müslümanların vicdanlarında ve müslüman safları arasında meydana getirdiği yıkıcı etkinin ne kadar büyük olduğunu ima eder niteliktedir. Bu ayetlerin baş tarafını bir daha okuyalım: "İnsanlardan bazı beyinsizler `Onları daha önce yöneldikleri kıbleden çeviren sebep nedir?' diyecekler." Bu cümlede kullanılan zaman kipinden şu nokta anlaşılabilir: Bu cümle birkaç ayet sonra ilân edilecek olan kıble değiştirme olayına zihinleri hazırlayıcı bir giriş ve yüce Allah'ın "beyinsizler" tarafından ortaya atılacaklarını önceden bildiği söylentilerin ve soruların daha baştan yolunu kesme girişimidir. Diğer bir ihtimale göre bu ayet, az önce okuduğumuz hadiste belirtilen bu söylenti ve sorulara, bunlar ortaya atıldıktan sonra verilen cevap olabilir. O zaman da sözkonusu beyinsizler tarafından söylentiler yayılacağının daha önceden takdir edildiğini, bu plânın önceden bilindiğini ve cevabının peşin olarak hazırlandığını düşündürmek için gelecek zaman kipi kullanılmış olur ki, bu normalinden daha etkili bir cevap verme yoludur. Bu ayette sözkonusu söylenti ve soruların etkileri giderilmeye çalışılmakta, Peygamberimize yaygaracılara nasıl karşılık vereceği ve gerçeği bütün boyutları ile nasıl belirleyeceği telkin edilmekte, aynı zamanda bu konudaki yaygın düşüncenin yanılgıları düzeltilmektedir: "De ki; Doğu da Batı da Allah'ındır. O dilediğini doğru yola iletir" Evet, Doğu da Batı da Allah'a aittir. Buna göre ne tarafa dönülmüş olursa olsun, gerçekte O'na dönülüyor. Aslında yönlerin ve mekânların kendileri hiçbir üstünlük taşımazlar. Onları üstün yapan, onlara özellik kazandıran faktör, yüce Allah'ın onları seçmesi ve insanları onlara doğru yöneltmesidir. Allah dilediğini doğru yola iletir. Yüce Allah herhangi bir yönü kulları için seçip kıble olarak belirleyince o yön o zaman seçkinlik kazanır ve kullar ancak o yöne dönerek doğru yola varabilirler. Böylece yüce Allah mekânlar ve yönler ile ilgili doğru düşünceyi, insanların direktiflerini hangi kaynaktan alması gerektiğini ve her durumda yüce Allah'a yönelmekten ibaret olan doğru yönelişin mahiyetini belirlemiş oluyor. Ayetlerin devamında, bu ümmete evrendeki son derece önemli konumu ve yeryüzündeki halifelik görevinden dolayı özel bir kıblesi ve kendine özgü bir kişiliği olması telkin edilirken kendisini bu göreve layık gören Rabbi dışında hiç kimsenin sözünü dinlememesini gerektiren insanlığın tümüne yönelik temel fonksiyonu hatırlatılıyor: "Böylece sizi orta yolu benimseyen bir ümmet yaptık ki, siz insanlara örnek olasınız ve Peygamberde size örnek olsun." Bu ümmet, bütün insanlığa örnek olan orta yolu benimsemiş bir ümmettir. Buna göre, insanlar arasında adaleti ve hakkaniyeti egemen kılar, onların benimseyecekleri kriterleri ve değer hükümlerini ortaya koyar, onlar arasında görüşünü açıklayınca esas alınan görüş bu olur, insanların değer yargılarını, düşüncelerini, geleneklerini ve sloganlarını ölçüye vurur ve bunlar hakkında "Bu doğrudur, bu yanlıştır" diyerek son ve kesin sözü söyler. Yoksa bu ümmet, insanların tümüne örnek olması, onlar arasında adaleti hakim kılması gerekirken düşüncelerini, değer yargılarını ve kriterlerini yönlendirmekle yükümlü olduğu diğer insanlardan biri olamaz Bu ümmet böylece bütün insanlığa örnek olurken kendi örneği de Allah Resulü olacaktır. Buna göre Peygamber, onun kriterlerini, değer yargılarını belirleyecek, davranışlarını ve geleneklerini hükme bağlayacak, yaptığı her işi tartıya vurarak onun hakkında son sözü söyleyecektir. Bu ayet bu ümmetin mahiyetini ve görevini böylece belirliyor ve kendisine görevini ve konumunu tanımayı, büyüklüğünün bilincine varmayı, rolünü gerçek boyutları ile değerlendirmeyi ve bu rolü oynamaya yaraşır biçimde hazırlıklı olmayı öneriyor. Bir de bu ümmet "vasat (orta yol)" bir ümmettir, hem de kelimenin tam anlamıyla "vasat" bir ümmet. Bu kelime ister "iyilik, üstünlük" anlamlarına gelen "vesadet" kökünden türemiş sayılsın, ister "itidal ve orta yolculuk" anlamına alınsın ve isterse bu kelimenin maddi ve somut anlamı kastedilmiş olsun. Düşünce ve inanç alanlarında "vasat (orta yolu benimseyen)" bir ümmet. Yani ne maddeden soyutlanmış bir maneviyatçılık ne de maddeyi tek gerçek olarak gören materyalizm gibi dengesiz bir aşırılığa girmez. Bunun yerine "ruha sarılmış ceset" ya da "cesede yapışmış ruh" esprisinde sembolleşen fıtri dengeye bağlı kalır. Enerji odakları çift kutuplu yapıya her çeşitten gıdasını tam olarak verir. Bir yandan hayatı koruyup devam ettirmeye çalışırken aynı zamanda ruhen geliştirip düzeyini yükseltmeye çabalar. Arzular ve eğilimler dünyasındaki her gelişmeyi ifrata ve tefrite (başıboşluğa ve aşırı baskıya) kaçmadan ölçülü, uyumlu ve dengeli bir biçimde serbest bırakır. Sosyal düzenleme ve koordinasyon alanında "vasat (orta yolu benimsemiş) bir ümmet. Yani, hayatı tümü ile ne duygulara ve içgüdülere ve ne de kanunlara ve cezalara bırakır. Bunun yerine bir yandan eğitim ve yönlendirme yolu ile insan duygularının düzeyini yükseltirken öte yandan da kanunlar ve cezalar aracılığı ile toplum düzenini güvenceye bağlar. İnsanlar arasında bir denge kurar. Bunun sonucu olarak insanları ne sultanın, diktatörün kamçısına ve ne de vicdanlarının başıboş sesine teslim eder, bunun yerine bu ikisi arasında uyumlu bir sentez kurar. İnsanlararası ilişkiler ve karşılıklı bağlar alanında "vasat (orta yolu benimsemiş) bir ümmet". Yani ne ferdin kişiliğini ve bu kişiliğin dayanaklarını ortadan kaldırarak onun benliğini toplumun ya da devletin kişiliğinde eritir ve ne de ferde kendinden başka hiç kimseyi düşünmeyen, bencil ve muhteris bir kişi olma serbestliği tanır. Bunun yerine, toplumda hareketliliği ve gelişmeyi sağlayan bireysel enerjileri ve iç dürtüleri, aynı zamanda ferdin kişiliğini ve kendine özgü yapısını gerçekleştirmeye yarayan içgüdüleri ve yetenekleri serbest bırakır. Sonra da aşırılıklara, set çeken tedbirlerini yürürlüğe koyar. Fertte topluma hizmet etme arzusu uyandıran iç özlemleri teşvik eder; hatta ferde, topluma hizmet etmeye zorlayan yükümlülükler ve görevler belirler. Kısacası bu ümmetin oluşturduğu toplum uyum ve koordinasyon halinde ferde güvence sağlar. Dünyada, yeryüzünün göbeğinde ve yerkürenin orta kuşağındaki fonksiyonu itibariyle "vasat (orta yolu benimseyen) bir ümmet"!. Toprakları üzerinde İslâm'ın egemen olduğu bu ümmet, uzun yüzyıllardan beri şu ana kadar yeryüzünün Doğusu ile Batısı, Güneyi ile Kuzeyi arasında bir köprü durumundadır. Yüzyıllardan beri elinde bulundurduğu bu konumu ile tüm insanlığı gözlemekte, bütün insanlara örnek olmaktadır. Elinde olan her şeyi bütün yeryüzü halkı ile paylaşmakta; tabiî, ruhî ve manevî ürünler, hudutlarından geçerek dünyanın şurasına-burasına dağılmakta ve bu ümmet sözünü ettiğimiz maddî ve manevî trafiğe hakemlik etmekte, onun düzgün işlemesini sağlamaktadır. Zaman perspektifi konusunda "vasat (orta yolu benimsemiş) bir ümmet"!. İnsanlığın, kendisinden önceki çocukluk dönemini noktalayarak, kendisinden sonraki aklî gelişme çağına bekçilik ve koruculuk yapmaktadır. İnsanlığın bu iki dönemi arasında durarak bir yandan insanın gelişmesine ayak bağı olan çocukluk döneminden kalma saplantıları ve hurafeleri silkeleyip atarken, öteyandan insanlığı aklın ve nefsini arzuların fitnesinden uzak tutmaya çalışmaktadır. Peygamberler döneminden kalma ortak manevi miras ile sürekli gelişen aklın birikimi arasında sentez kurmakta, bu ikisini uyumlu bir şekilde bağdaştırmakta, insanlığı bu iki uygarlık kaynağı arasında yeralan doğru yolda yürütmeye çabalamaktadır. Bu ümmetin, kendisine yüce Allah tarafından bağışlanmış olan bu konumunu günümüzde de sürdürmesinin önüne dikilen tek engel, yüce Allah'ın kendisi için seçmiş olduğu hayat tarzını bir yana bırakarak, yüce Allah'ın seçtiği ile hiç ilgisi olmayan çeşitli yaşama biçimlerini benimsemiş olması; yüce Allah, onun sırf kendi rengine boyanmasını istemesine rağmen, aralarında ilâhi rengin daha işin başında dışlandığı birçok renklerle boyanmış olmasıdır. Böyle bir görevi ve rolü omuzlarında taşıyan bir ümmetin birtakım sıkıntılara katlanması, birtakım fedakârlıklarda bulunması son derece normaldir. Çünkü önderliğin kendine özgü yükümlülükleri, öncülüğün kaçınılmaz sıkıntıları vardır. Onun için bu ümmetin, yüce Allah'a içten bağlılığın ve ilâhi önderliğe kayıtsız şartsız itaatkar olmaya hazır olduğunun kesinlikle kanıtlanması için görevine atılmadan önce sınavdan geçirilerek denenmesi gerekir. Bunun sonucu olarak yukardaki ayetin devamında yüce Allah müslümanlara şimdiki kıble değişimi olayı vesilesi ile kendileri için neden daha önceki kıblelerini tekrar seçmiş olduğunu şöyle anlatıyor: "Biz sırf peygambere uyanları (bağlı kalanları) O'na uymaktan vazgeçenlerden ayırdedelim diye daha önce yöneldiğin kıbleyi tekrar kıble yaptık." Yüce Allah'ın doğru inancın varisi ve bu inanç bayrağını dalgalandıracak olan O'nun yeryüzündeki halifesi olmasını istediği bu genç ümmete uyguladığı eğitim metodu bu ayetten açıkça anlaşılıyor. Yüce Allah bu ümmetin sırf kendisine bağlanmasını, cahiliye döneminin bütün ilişkilerinden ve kalıntılarından kurtulmasını, bütün eski özelliklerinden ve bütün maziye gömülmüş arzularından arınmasını; cahiliye döneminde giydiği bütün şatafatlı kılıklardan, o günlerde taşıdığı bütün ideallerden sıyrılarak içinde sadece İslâm idealinin kalmasını, bu ideale başka herhangi bir idealin karışmamasını, bilgi kaynağının teke inmesini ve bu kaynağa başka hiçbir kaynağın ortak olmamasını istiyor. Oysa Beytulharam'a dönmek, Arapların vicdanlarında inanç endişesinden başka bir endişe ile karışık hale gelmiş, ataları Hz. İbrahim'in inanç sistemine müşriklik ve ırk taassubu lekeleri bulaşmıştı. Çünkü Beytullah, o günlerde Araplara ait bir utsal merkez sayılıyordu. Oysa Allah, oranın sadece kutsal bir "Allah evi" olmasını diliyor, bu ünvanına başka bir ünvanın eklenmesini, bu niteliğine başka bir niteliğin karıştırılmamasını istiyordu. Fakat Beytullah'a doğru dönme eylemine, Araplar tarafından sözünü ettiğimiz başka nitelikler eklenince, yüce Allah müslümanları bu kıbleden ayırarak Beytülmukaddes' e doğru yöneltti. Böylece birinci derecede, müslümanların duygularını geçmiş dönemlerinin çağrışımlarından arındırmayı ve ikinci derecede de, Peygambere teslimiyet ve itaat derecelerini deneyden geçirmeyi amaç edinmişti. Başka bir deyimle, acaba kimler O'na Allah'ın Resulü olduğu için uyuyor ve kimler Beytülharam'ın kıble olma niteliğini sürdürdüğü ve böylece ırk, kavim, eski mukaddesat bilincinin etkisi altında bulunanların vicdanlarını rahatlattı diye peşinden gidiyor? Allah, bu iki zümreyi birbirinden ayırd etmeyi dilemişti. Üzerinde durduğumuz bu nokta son derece ince ve duyarlı bir noktadır. İslâm inancı, kalpde herhangi bir ortağın varlığına katlanamaz; kendi tek ve belirgin idealinden başka hiçbir ideali kabul etmez; ne şekilde olursa olsun, cahiliye döneminin, büyük-küçük, herhangi bir kalıntısı, kırıntısı ile birarada bulunmaya razı olmaz. İşte bu ayette yeralan "Biz sırf Peygamber'e uyanları (bağlı kalanları) O'na uymaktan vazgeçenlerden ayırdedelim diye daha önce yöneldiğin kıbleyi tekrar kıble yaptık." cümlesinin bize düşündürmek istediği gerçek budur. Hiç kuşkusuz yüce Allah bütün olup bitenleri daha olmadan önce bilir. Fakat insanların yaptıklarının ortaya çıkmasını ve buna dayanarak onları hesaba çekip sorumlu tutmayı diler. O, insanlara karşı merhametli olduğu için, yapacaklarını önceden bildiği eylemlerinden dolayı onları hesaba çekmiyor, sadece bilfiil işledikleri eylemlerden ve sadece ortaya koydukları uygulamalardan dolayı kendilerini hesaba çekiyor. Ayrıca yüce Allah duygusal kalıntılardan sıyrılmanın, insan nefsi ile bağı bulunan her türlü özellikten ve idealden arınmanın son derece zor bir iş, ağır bir girişim olduğunu, bunu yapabilmek için imanın kalbi kayıtsız-şartsız egemenlik altına alması gerektiğini ve bunlara ek olarak bizzat kendisinin, bu girişiminde kalbe yardım ederek onu bu hedefe iletmesinin, bu başarıya ulaştırmasının şart olduğunu, kuşkusuz bilmektedir. "Bu durum, Allah'ın yol gösterdiği kimselerden başkasına elbette ağır gelir." Fakat, yüce Allah yol gösterince, insan nefsinin sözkonusu ideallerden sıyrılması, o kalıntıları ve tortuları içinden söküp atması, sırf Allah'a yönelerek sadece O'nun sözünü dinleyip sadece O'na itaat etmesi, kendisine hangi yönü gösterirse o tarafa dönmesi ve Allah'ın Resulü nereye iletirse peşinden gitmesi, zor ve sıkıntılı bir iş olmaktan çıkar. Bu ayetin daha sonraki cümlesinde yüce Allah müslümanları, imanları ve o güne kadarki namazları hususunda gönül rahatlığına kavuşturuyor. Onlar sapık yolda değillerdi ve namazları da boşa gitmiş değildi. Çünkü yüce Allah kullarını zora koşmaz, kendisine yöneltmiş oldukları ibadeti boşa çıkarmaz, imanını katmerlendirip arttırdığı güçlerini aşacak bir yükümlülükle kendilerini sıkıntıya sokmaz. "Allah sizin imanınızı boşa çıkaracak değildir. Hiç şüphesiz, Allah insanlara karşı şefkatli ve merhametlidir." Allah, kullarının sınırlı olan güçlerinin kapasitesini bilir ve onlara güçlerinin kapasitesi dışında bir yükümlülük bindirmez. Müminler, samimi niyetli ve doğru kararlı olunca yüce Allah onları doğru yola iletir ve karşılarına çıkan imtihanı başarı ile aşmalarına, kendi desteğini göndererek yardımcı olur. Sıkıntı ve imtihan O'nun hikmetinin göstergesi olduğuna göre, bu sıkıntıyı ve imtihan engelini aşmak da O'nun rahmetinden kaynaklanan bir bağışıdır. Çünkü "Hiç şüphesiz Allah, insanlara karşı şefkatli ve merhametlidir." Böylece müslümanların kalplerine ferahlık serpiliyor, gönüllerindeki endişe gideriliyor ve yerine hoşnutluk, güven duygusu ve kesinlik aşılanıyor. Ayetlerin bundan sonraki akışı içinde Peygamberimizin (salât ve selâm üzerine olsun) kıble konusundaki isteğinin yüce Allah tarafından kabul edildiği açıklanarak bu yeni kıblenin yönü ilân ediliyor. Bunun hemen arkasından müslümanlar, yahudi fitnesi karşısında uyarılıyor, onların saldırı ve komplolarının arkasında yatan gizli ve gerçek faktörler açığa çıkarılıyor. Yüce Allah bu açığa vurmayı, bu müslüman cemaati geleceğe hazırlamak, onu yahudinin fitne ve yıkımından korumak için ne kadar büyük bir gayret harcandığını vurgulayan bir üslup ile yapıyor: 144- (Ey Muhammed) senin yüzünü ısrarla göğe çevirdiğini görüyoruz. Seni hoşuna gidecek bir kıbleye kesinlikle döndüreceğiz. Bundan böyle yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. Nerede olursanız olun, yüzlerinizi o tarafa çevirin. Hiç şüphesiz kendilerine kitap verilenler, bu kıble değişiminin Rabblerinin buyruğuna dayanan bir gerçek olduğunu biliyorlar. Allah onların neler yaptıklarından habersiz değildir. 145- Kendilerine kitap verilenlere sen her türlü ayeti (delili) göstersen bile onlar yine senin kıblene uymazlar. Sen de onların kıblesine uyacak değilsin. Onlar birbirlerinin kıblelerine de uymazlar. Sana gelen bilgiden sonra eğer onların keyiflerine, arzularına uyacak olursan, o zaman, kesinlikle zalimlerden olursun. 146- Kendilerine kitap verdiklerimiz O'nu (Muhammed'i) oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Fakat onlardan bir grup, bile bile gerçeği gizler. 147- Bu, Rabbinden gelen bir gerçektir. Bu konuda sakın kuşkuya kapılanlardan olma. 148- Herkesin yöneldiği bir yön vardır. Buna göre, hayırlı işlerde birbirinizle yarışa girin. Nerede olursanız olun, Allah sizi bir yere getirecek (toplayacak)tır. Hiç şüphesiz, Allah herşeye kadirdir. 149- Nereden yola çıkmış olursan ol, yüzünü Mescid-i Haram`a doğru çevir. Bu kesinlikle Rabbinden gelen bir gerçektir. Hiç şüphesiz, Allah neler yaptığınızdan habersiz değildir. 150- Nereden yola çıkmış olursan ol, yüzünü Mescid-i Haram`a doğru çevir. Nerede olursanız olun, yüzünüzü o tarafa çevirin ki, insanların elinde aleyhinizde kullanacakları bir bahane bulunmasın. Yalnız, zalimler başka. Onlardan da korkmayın, benden korkun. O tarafa dönün ki, size vereceğim nimeti tamama erdireyim ve böylece doğru yolu bulasınız. Bu ayetlerin girişinde, Peygamberimizin içinde bulunduğu durumu son derece canlı bir biçimde tasvir eden bir ifade ile karşılaşıyoruz. İlk cümleyi tekrar okuyalım: "(Ey Muhammed) senin yüzünü ısrarla göğe çevirdiğini görüyorum." Yahudilerin yoğun saldırıları ve müslümanların kendi kıblelerine yönelmelerini, onların yanıltma, yaygara ve şaşırtma kampanyalarının vesilesi olarak kullanmaları üzerine Peygamberimizde uyanan, o güne kadar yöneldiği kıblenin yüce Allah tarafından değiştirilmesi ile ilgili güçlü arzuyu, bu ifade son derece çarpıcı bir biçimde anlatıyor. Peygamberimiz o günlerde ısrarla bayı göğe doğru çeviriyor, fakat Rabb'ine karşı saygısızlık olur, O'na birşey önermek, huzuruna bir teklif sunmak gibi bir yersizlik olur diye çekinerek bu konuda açıkça dua etmekten kaçınıyordu. Fakat yüce Allah O'nun sessiz dileğini hoşuna gidecek şekilde cevaplandırmakta gecikmedi. O'nun dileğinin kabul edildiğini belirten ilahi ifade, Allah ile arasındaki merhamet yüklü, cana yakın ve sevgi dolu ilişkiyi çarpıcı biçimde açığa vurur niteliktedir: "Seni hoşuna gidecek bir kıbleye kesinlikle döndüreceğiz" Yüce Allah bu cümlenin hemen arkasından Peygamberimizi hoşnut edeceğini bildiği kıbleyi belirliyor: "Bundan böyle yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir." O'nun ve ümmetinin kıblesi olacak burası... O anda çevresinde bulunan sahabilerin, onlardan sonra gelecek olanların; kısaca yeryüzünde Allah'ın tek başına kalacağı güne kadar yeryüzünde gelip geçecek olan bütün müslüman kuşakların ortak kıblesi olacak burası. Devam ediyoruz: "Nerede olursanız olun, yüzlerinizi o tarafa çevirin." Yani; "Yeryüzünün neresinde bulunursanız bulunun Kabe'ye çevirin yüzünüzü." Yurtlarının farklılığına, yönlerinin değişikliğine; ırklarının, dillerinin ve deri renklerinin başkalığına rağmen, bu ümmeti aynı noktada toplayıp birleştiren tek bir kıble. Doğusundan Batısına kadar yeryüzünün her tarafına yayılmış tek bir ümmetin yöneldiği, bunun sonucu olarak kendisini aynı hedefe yönelmiş, aynı yaşama düzeninin egemenliğini gerçekleştirmeye çalışan bir tek organizma ve bir tek varlık olarak hissetmesini sağlayan tek bir kıble. Gerçekleştirilmesine çalışılan bu hayat düzeni; bu ümmetin tümü ile tek bir İlâha kulluk etmesinin, tek bir peygambere inanmasının ve tek bir kıbleye yönelmesinin ürünüdür. İşte yüce Allah bu ümmeti bu şekildeki bağlarla birleştirdi. Onu İlâhında, peygamberinde, dininde ve kıblesinde birleştirdi. Yurt, ırk, deri rengi ve dil farklılıklarına rağmen bu birliği meydana getirdi. O, bu ümmetin birliğini, son olarak saydığımız bu sosyal etmenlerden hiçbiri üzerine oturtmadı; tersine bu birliği inanç sistemi ve kıble ortaklığı üzerine oturttu; yurt, ırk, deri rengi ve dil farklılığını bu birliğe engel saymadı. İnsanoğluna yaraşan birlik budur. İnsanlar kalplerindeki inancın ürünü olan ibadetleri sırasında yöneldikleri kıble üzerinde birleşirler. Oysa hayvanlar merada, çayırda ağıllarda ve ahırda biraraya gelirler! Sonra... Acaba Kitap Ehlinin bu yeni kıble ile ilgili durumu nedir? "Hiç şüphesiz, kendilerine kitap verilenler bu kıble değişiminin Rabblerinin buyruğuna dayanan bir gerçek olduğunu bilirler." Onlar Kâbe'nin, hem bu doğru yol mirasçısı ümmetin ve hem de tüm müslümanların ortak atası olan Hz. İbrahim tarafından yapılmış ilk Allah evi olduğunu ve buraya yönelmenin yüce Allah'ın emrine dayalı, tartışma götürmez kesin bir gerçek olduğunu kesinlikle biliyorlar. Fakat onlara bu kesin bilgilerine rağmen, bu bilgilerinin gereği ile bağdaşmayan yıkıcı girişimlere kalkışacaklardır. Ama müslümanlara zarar dokunduramayacaklardır. Çünkü yüce Allah müslümanların vekilidir, onların oyunlarını ve tuzaklarını boşa çıkarmayı bizzat üstlenmiştir. "Allah onların neler yaptıklarından habersiz değildir" Onlar hiçbir delil ile ikna olmazlar. Çünkü onların yoksunu oldukları şey delil değil samimiyet, nefsin arzularından arınmışlık ve öğrenecekleri gerçeğe teslim olma yeteneğidir. "Kendilerine kitap verilenlere sen her türlü ayeti (delili) göstersen de onlar yine senin kıblene uymazlar." Yani onlar, nefsin arzularının yönlendirdiği, menfaatlerinin körüklediği ve kinlerinin bilediği kör bir inatçılığın tutsağıdırlar. Çoğu saf kimseler, yahudiler ile hıristiyanların, İslâm'ı bilmedikleri ya da bu din onlara inandırıcı bir biçimde sunulmadığı için ona inanmadıklarını sanırlar. Bu asılsız bir vehimdir. Tersine onlar İslâm'ı bildikleri için onu istemiyorlar. İyi bildikleri bu dinin, onların rnenfaatlerine ve saltanatlarına dokunacağından korktukları için ona karşıdırlar. İslâm'a karşı bunca ardı-arkası gelmez, sürekli oyunlar ve komplolar düzenlemeleri, bunun için değişik yollar ve usuller denemekten geri durmayışları, kimi zaman doğrudan kimi zaman da dolaylı yollardan giderek bu kirli oyunlarını ve düşmanlıklarını sürdürmelerinin nedeni budur. Bu yüzden de İslâm ile yaptıkları savaşı bazen karşı karşıya gelerek bazan da perde arkasından sürdürüyorlar. Kimi zaman bizzat kendileri savaşa giriyorlar, kimi zaman da herhangi bir bahane ile İslâm'a karşı savaşa girişerek kendilerine uşaklık eden sözde müslümanları piyon olarak kullanıyorlar. Onların tüm saldırıları her zaman ve her yerde yüce Allah'ın Peygamber efendimize yönelik şu uyarısının işaret ettiği nokta doğrultusundadır: "Kendilerine kitap verilenlere sen her türlü ayeti (delili) göstersen de onlar yine senin kıblene uymazlar." Yahudiler ile hıristiyanların İslâm'ın önerdiği hayat tarzını ve bu hayat düzenini sembolize eden İslâm kıblesini böylesine ısrarla reddetmeleri karşısında, yüce Allah Peygamberimizin (salât ve selâm üzerine olsun) normal olarak takınması gereken tutumu ve tavrını şu şekilde belirliyor: "Sen de onların kıblelerine uyacak değilsin." Sen asla onların kıblesine uyacak durumda ve konumda değilsin. Burada olumsuz bir isim cümlesinin kullanılmış olması, bu konudaki Peygamberimizin değişmesi söz konusu olmayan sürekli tutumunu daha etkili şekilde belirtir ve O'nu izleyen müslüman cemaate dönük telkine daha güçlü bir vurgu katar niteliktedir. Buna göre bu ümmet, yüce Allah tarafından sevgili Peygamberi için seçilen, O'nu hoşnut etmek için beğenilen kıbleden başka bir kıbleye asla yönelmeyecektir; kendisini yüce Allah'a bağlayan sancağı dışında başka hiçbir bayrak taşımayacak, dalgalandırmayacaktır; Allah tarafından belirlenen bu kıblesinin sembolize ettiği ilâhi düzenden başka hiçbir düzenin peşinden gitmeyecektir. Müslüman kaldıkça takınabileceği tutum budur. Eğer böyle yapmazsa İslâm ile hiçbir ilgisi kalmaz; o zaman "müslümanı m" demesi kuru bir iddiadan ibaret kalır. Bu ayetin devamında kitap ehlini oluşturan grupların birbirlerine karşı olan tutumları açıklanıyor. Bu gruplar arasında uyum ve dirlik yoktur. Çünkü nefislerinin arzuları ve ihtirasları onları birbirinden ayrı düşürür. İşte ayet: "Onlar birbirlerinin kıblelerine de uymazlar." Gerek yahudiler ile hıristiyanlar arasında, gerek yahudilerin değişik mezhepleri arasında ve gerekse farklı hıristiyan mezhepleri arasında son derece amansız bir düşmanlık hüküm sürer. Peygamberimizin durumu bu, Kitap Ehlinin durumu da böyleyken ve bu konuda doğrunun ne olduğunu öğrenmişken, Peygamberimizin kendisine gelen bu bilgiden sonra Kitap Ehlinin arzu ve ihtiraslarına uyması düşünülemezdi. "Sana gelen bu bilgiden sonra eğer onların keyiflerine, arzularına uyacak olursan, o zaman, kesinlikle zalimlerden olursun." Yüce Allah'ın Peygamberimize yönelttiği az önceki yumuşak ve sevgi dolu sözlerin hemen arkasından gelen yine O'na dönük bu sert ve kesin ilâhi ifade üzerinde bir parça durmak gerekiyor. Burada sözkonusu olan şey; 'yüce Allah'ın hidayetine ve yönlendirmesine bağlı kalmak, başkalarından farklı olmak, Allah'a itaatten ve O'nun önerdiği yaşama düzeninden başka her şeyden sıyrılmak, uzak kalmaktır. İlâhî hitabın bu kadar kesin, sert, açık-seçik ve uyarıcı olması bundan dolayıdır. "O zaman kesinlikle zalimlerden olursun." Gidilecek olan yol gayet belirli ve dosdoğrudur. Ya yüce Allah'ın katından gelen bilgiye ya da -kim olursa olsun- O'nun dışındakilerin arzu ve ihtiraslarına uyulacak. Müslüman, Allah'tan başkasından direktif alamaz... Müslüman, kesin bilgiyi bir yana bırakarak değişken arzu ve ihtiraslara uyamaz... Allah'tan gelmeyen her direktif, hiç tereddütsüz, arzu ve ihtirastır. Hiçbir zaman unutmamamız gereken bu uyarının şiddeti bize aynı zamanda şunu da düşündürüyor: Müslümanlar, yahudilerin yanıltıcı propaganda ve çeşitli sinsi oyunlarından o derece etkilenmişlerdi ki yüce Allah bu derece sert bir uyarıda bulunma gereği duydu. Bu kısa açıklamalardan sonra tekrar ayetlerin akışına döndüğümüzde gerek bu konudaki ve gerekse diğer bütün konulardaki gerçeğin Kur'an-ı Kerim'de belirtildiği ve Peygamberimizin emrettiği gibi olduğunu, yahudi ve hıristiyanların gerçeği bilmelerine rağmen, içlerindeki arzu ve ihtirasların dürtüsü ile bu gerçeği gizlediklerinin ifşa edilmesine devam edildiğini görüyoruz: "Kendilerine kitap verdiklerimiz O'nu (Muhammed'i) oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Fakat onlardan bir grup bile bile gerçeği gizler." İnsanların evlâtlarını tanımaları, tanıma kavramının doruğunu, son noktasını oluşturur. Bu söz, Arap dilinde hiç kuşku kaldırmayan kesinlikleri ifade etmek için kullanılan bir deyimdir. Yahudiler ile hıristiyanlar, Peygamberimizin getirdiği mesajların kesinlikle doğru olduğunu, kıble değişimi ile ilgili mesajının da bu nitelikte olduğunu bildiklerine, fakat onlardan bir grubun kesinlikle bildikleri bu gerçeği saklı tuttuklarına göre, bu durum karşısında müslümanların tutacağı yol, yahudiler ile hıristiyanların yaydıkları asılsız söylentilerin ve yalanların etkisi altında kalmak değildir. Yine müslümanlar sadık ve güvenilir Peygamberleri tarafından kendilerine tebliğ edilen dinlerinin herhangi bir meselesinde ağızlarına bakacakları kişiler kesin olduğunu bildikleri gerçeği gizleyen hıristiyan ve yahudiler olamaz!.. Yahudiler ile hıristiyanların bu tutumu açıklandıktan sonra, yüce Allah Peygamberimize dönerek O'na şöyle buyuruyor: "Bu, Rabbinden gelen bir gerçektir. O halde sakın kuşkuya kapılanlardan olma." Aslında Peygamber efendimiz hiçbir gün ne kuşkulandı, ne şüpheye düştü. Nitekim yüce Allah kendisine başka bir ayette "Eğer sana indirdiklerimiz hakkında kuşkulu isen senden önce inen kitapları okuyanlara sor." buyurunca; "Hayır, ne kuşkum var ve ne de sorarım." diye cevap vermişti.(Yunus Suresi, 94) Fakat hitabın bu şekilde Peygamberimizin şahsına yöneltilmesi, O'nun arkasındaki müslümanlara güçlü bir telkin, sert bir tenbih anlamı taşır. Hem Peygamberimizin zamanındaki yahudi söylentilerinden ve kandırmacalarından etkilenen müslümanlar ve hem de daha sonraki dönemlerde yaşayan ve kendi dönemlerinin yahudi ya da diğer kâfirlerin asılsız propagandalarından etkilenen müslümanlar bu kategoriye girer. Bugün herkesten çok bizler bu uyarıya kulak vermek mecburiyetindeyiz. Zira -eşine rastlanmamış bir aptallıkla gidiyor, yahudi, hıristiyan veya komünist kâfirlerin müsteşrik (Doğu bilimciler) denen İslâm düşmanlarından dinimizin meseleleri hakkında fetva soruyor, tarihimizi öğreniyor, kültürümüz hakkında söylediklerine inanıyoruz; gerek Kuran'ımız, gerek Peygamberimizin hadisleri ve gerekse büyüklerimizin hayat hikâyeleri ile ilgili araştırmalarına sokuşturdukları sinsi kuşkulara kulak veriyoruz; Onlara, İslâm bilimleri öğrenerek üniversitelerinden mezun olduktan sonra kafaları ve kalpleri zehirlenmiş olarak tekrar bize dönsünler diye grup grup öğrenci gönderiyoruz. Bu Kur'an, bizim Kur'an'ımızdır... İslâm ümmetinin Kur'anı! Yüce Allah bu kitapta, bu ümmetin yapacağı ve sakınacağı şeyleri açıklıyor. Ehl-i Kitap; aynı Ehl-i Kitap, kâfirler; aynı kâfir ve din de aynı dindir! Tekrar ayetlerin akışına dönüyor ve şunları görüyoruz: Kur'an-ı Kerim, müslümanları, yahudiler ile hıristiyanların sözlerine kulak asmamaya, onların yönlendirme girişimleri ile oyalanmamaya çağırıyor; onlara kendilerine özgü yolda sebatla ilerlemeyi ve yöneldikleri kendilerine has yoldan geriye dönmemeyi, her zümrenin seçtiği bir yön olduğuna göre hiç kimsenin oyalama taktiklerine aldırmaksızın hayırlı işlerde birbirleriyle yarışmayı telkin ediyor. Zira sonunda hepsi kendilerini biraraya toplayıp davranışlarının karşılığını vermeye kadir olan yüce Allah'ın huzuruna varacaklardır. "Herkesin yöneldiği bir yön vardır. Buna göre hayırlı işlerde birbiriniz ile yarışa girişin. Nerede olursanız olun, Allah sizi bir yere getirecektir. Hiç şüphesiz, Allah herşeye kadirdir." Böylece bu ayet, müslümanları, yahudiler ile hıristiyanların körükledikleri fitnelerle, oyunlarla, yanıltıcı yorumlar ve asılsız söylentilerle oyalanmaktan men ediyor; bunun yerine kendilerini çalışmaya ve hayırlı işlerde birbirleri ile yarışmaya yöneltiyor. Bu arada onlara varacakları son yerin yüce Allah'ın huzuru olduğunu, O'nun her şeyi yapmaya gücünün yettiğini, hiçbir şeyin O'nu aciz düşüremeyeceğini ve hiçbir şeyin bilgisi dışında kalamayacağını hatırlatıyor. Bu ciddi realite karşısında bütün kof iddialar, bütün yanıltma amaçlı yorumlar küçük kalır. Daha sonra yeni seçilmiş kıbleye yönelme emri, devamını oluşturan yukardakinden farklı açıklamaların eşliğinde tekrar vurgulanıyor: "Nereden yola çıkmış olursan ol, yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. Bu kesinlikle Rabbinden gelen bir gerçektir. Hiç şüphesiz, Allah neler yaptığınızdan habersiz değildir." Bu defaki yeni kıbleye yönelme emrinde yahudiler ile hıristiyanlardan ve onların tutumlarından sözedilmiyor. Bunun yerine hitap, Peygamberimizin nereden yola çıkmış olursa olsun ve nerede bulunursa bulunsun Kâbe'ye yönelmesini içeriyor. Ayrıca bu kıble değişiminin yüce Allah'dan gelen bir gerçek olduğu vurgulanarak bu gerçeğe kesinlikle uyulması konusunda gizli bir uyarıya yer veriliyor. "Hiç şüphesiz, Allah neler yaptığınızdan habersiz değildir." cümlesinin içerdiği bu gizli uyarıdan, Peygamberimizin yanındaki bazı müslümanların kalplerinde bu vurgulamayı ve bu ağır uyarıyı gerektiren bir durum olduğunu seziyoruz. Arkasından aynı emir başka ve yeni bir maksatla bir kere daha vurgulanıyor. Buna göre; yahudiler müslümanların kendileriyle aynı kıbleye yöneldiklerini görünce kendi dinlerinin bu yeni dinden daha üstün ve gerçek kıblenin kendi kıbleleri olduğunu ayrıca bunun sonucu olarak da hayat düzenlerinin daha üstün olduğunu iddia etmeye başladılar. Buna ek olarak, Kabe'yi öteden beri kutsal bir dini merkez olarak kabul eden Araplar, müslümanların bir süre Yahudilerin kıblesi olan Mescid-i Aksa'yı kıble olarak benimsemelerini fırsat bilerek yandaşlarını etkilemek, onların müslüman olmasını engellemek için müslümanların Kabe'ye yönelmemelerini öne sürerek bu olayı koz olarak kullanıyorlardı. Bu ayetler hem yahudilerin propagandasının önünü alıyor hem de müşrik Arapların kozlarını etkisiz hale getiriyor. "Nereden yola çıkmış olursan ol, yüzünü Mescid-i Haram'a çevir. Nerede olursanız olun, yüzünüzü o tarafa çevirin ki, insanların elinde aleyhinizde kullanacakları bir bahane bulunmasın." Bu ayette Peygamberimize (salât ve selâm üzerine olsun) nereden yola çıkmış olursa olsun, yüzünü Kâbe'ye doğru döndürmesi ve bütün müslümanlara, nerede bulunurlarsa bulunsunlar, oraya yönelmeleri emredildikten sonra bu yeni yönelişin gerekçesi, "İnsanların elinde aleyhinizde kullanacakları bir bahane bulunmasın" cümleciği ile açıklanıyor. Ayetin bundan sonraki bölümünde delil ve mantık önünde eğilmeyerek, kör inatlarının ve bağnazlıklarının peşinden sürüklenmeyi tercih eden "zalimler."in iddiaları küçümseniyor. Böylelerini susturmanın hiçbir yolu yoktur. Onlar bağnazlıklarını sürdüreceklerdir. Fakat müslümanlara zarar dokundurmaları sözkonusu değildir. "Onlardan korkmayınız, benden korkunuz." Yani "Ey müslümanlar, böylelerinin üzerinizde hiçbir egemenlikleri yoktur; size hiç bir şey yapamazlar. Buna göre onların sözlerini kafanıza takarak benim size gönderdiğim talimatlardan sapmaya kalkışmamalısınız; çünkü dünya ve Ahiretinize yön vermek benim elimde olduğu için benden korkmanız gerekir, başkalarından değil." Ayetin bu bölümünde "zalimler"in konumu hafife alındıktan ve yüce Allah'ın azabı konusunda uyarı yapıldıktan sonra O'nun nimetleri hatırlatılmakta ve ilâhi çağrıya olumlu cevap verip bu yolda sebat ettiği takdirde, müslüman ümmete, bu nimetlerin arttırılarak devam ettirileceği ümidi aşılanmaktadır: "O tarafa yönelin ki, size vermiş olduğum nimeti tamama erdireyim ve böylece doğru yolu bulasınız." Bu ifade hayal gücünü kamçılayıcı bir hatırlatma, atılımcı bir ümitlendirme, büyük bir bağışın ardından gelen yeni bir büyük bağışın haberci pırıltısıdır. Yüce Allah'ın müslümanlara hatırlattığı nimet somut biçimde karşılarında duruyordu. Onu kendi üzerlerinde algılayabiliyor, pratik hayatlarında algılayabiliyor, toplum yapılarında algılayabiliyor, yeryüzündeki durumlarında algılayabiliyor ve evrendeki konumlarında algılayabiliyorlardı. Çünkü onlar, karanlığı, iğrençliği ve cehaleti ile daha önceki cahiliye dönemini kendileri yaşamışlar, arkasından imanın aydınlığına, temizliğine ve bilgisine geçmişlerdi. Bu yüzden bu yeni nimetin üzerlerindeki etkisini, belirgin ve köklü biçimde görüyorlardı. Onlar cahiliye döneminde birbirinin kanına susamış, bölük-pörçük kabileler halinde yaşıyorlardı. Hedefleri basit, idealleri sınırlı idi. Sonra bu inanç sisteminin sancağı altında birliğe, güçlülüğe, Sarsılmazlığa, yüce amaçlara, rakip kabileden öç almaya değil, bütün insanlığın geleceği ile ilgili büyük ideallere geçtiler. Buna göre, Allah'ın bağışladığı nimetin izlerini, etkisini kendi üzerlerinde olduğu kadar çevrelerinde de görüyorlardı. Onlar cahiliye döneminde yıkılış halinde, kirli, düşünceleri karma-karışık ve değer yargıları sarsılmış bir toplumda yaşamış kimselerdi. Sonra temiz, yüce, düşünce ve inançları belirgin, değer yargıları ve kriterleri oturmuş İslâm toplumuna geçtiler. Bu yüzden sözkonusu nimetin izlerini, etkisini kalplerinde ve komşuları olan milletler arasındaki yeni konumlarında olduğu kadar, sosyal hayatlarında da görüyorlardı. Bu yüzden yüce Allah müslümanlara "Size vermiş olduğum nimeti tamama erdireyim" buyururken, onlara hayal gücünü kamçılayıcı bir hatırlatma, atılımcı bir ümitlendirme ve büyük bir bağışın arkasından gelen yeni bir büyük bağışın haberci pırıltısını sunmaktadır. Kıble ile ilgili emrin bu ayetlerdeki her tekrarlanışında yeni bir mana ile karşılaşıyoruz. Mescid-i Haram'a doğru dönmeyi buyuran ilk emir, bakışlarını ısrarla göğe çevirme ve Rabbine sessizce yakarma döneminin arkasından Peygamberimizin arzusunun yerine getirilmesi anlamı taşırken, bu emrin ikinci kez tekrarlanışı, bu kıble değişikliğinin O'nun arzu ve yakarışı ile uyumlu, Rabbinden kaynaklanan bir gerçek olduğu anlamına geliyor. Bu emrin üçüncü kez tekrarlanışının altında ise müslüman olmayanların olumsuz propaganda gerekçelerini ortadan kaldırma, gerçek ile delil önünde durmayan pervasızların tutumunu kınama amacı yatmaktadır. Ayrıca biz bu emir tekrarının arkasında şöyle bir amacın da güdüldüğünü seziyoruz: Anlaşılan müslümanların içine düştükleri psikolojik durum bu tekrarlamayı, bu vurgulamayı, bu açıklama girişimini ve bu gerekçelendirmeyi gerektirir nitelikteydi. Bu da kafaları karıştırıcı söylenti ve asılsız iddia kampanyasının büyük çapta olduğunu ve bir kısım müslümanların vicdanları ile kalplerini etkilediğini kanıtlar. İşte Kur'an-ı Kerim o günlerde bu etkiyi silmeye çalışıyordu. Nitekim, daha sonra günümüze kadar uzanan zaman boyunca durulma, yumuşama ve gevşeme nedir bilmeksizin devam eden bu amansız savaşta müslümanların içine düştükleri benzer psikolojik sarsıntıların tedavisini de sürekli olarak elimizdeki aynı Kur'an ayetleri üstlenmiş, gerçekleştirmiştir. PEYGAMBER, GÖNDERİLDİĞİ TOPLUMUN ARASINDAN ÇIKAR Ayetlerin devamında yukardaki amaçla uyumlu olarak müslümanlara; kendilerinden olan bir peygamber gönderme biçiminde ortaya çıkan ilâhi nimetin hatırlatıldığını, bu nimetin, müslümanların kıblesi olan Kâbe'nin bakım ve gözetimini üstlenmiş olan ataları Hz. İbrahim'in (selâm üzerine olsun) duasının kabul edilmesi sonucu olduğunun anlatıldığını ve ayetin sonunda müslümanlar ile bizzat yüce Allah arasında dolaysız ilişki kurulduğunu görüyoruz: | |
16 Eylül 2008, 00:24 | Mesaj No:14 |
Cvp: Fizilalil Kuran Bakara Suresi Tefsiri 151- Nitekim kendi içinizden size ayetlerimizi okuyan, sizi kötülüklerden arındıran, size Kitab'ı, hikmeti ve daha önce bilmediğiniz birçok şeyi öğreten bir peygamber gönderdik. 152- O halde siz beni hatırlayın ki, ben de sizi hatırlayayım. Bana şükredin, sakın nankörlük etmeyin. Bu ayette dikkatlerimizi en çok çeken nokta şudur: Burada Hz. İbrahim'in, Hz. İsmail ile birlikte Kâbe'yi inşa ederken yapmış olduğu ve bu surenin daha önceki ayetlerinden birinde açıklanan dua aynı sözlerle tekrar ediliyor. (Hz. İbrahim'in, soyundan gelecek olanlara kendi ailesinden bir peygamber göndermesini, bu peygamberin onlara Allah'ın ayetlerini okumasını, onlara Kitab'ı ve hikmeti öğretmesini, kendilerini kötülüklerden arındırmasını dileyen duasını kasdediyoruz.) Bu tekrarlama, müslümanlara kendi aralarından bir peygamber gönderilmesinin ve onların müslüman olarak varolmalarının, ataları Hz. İbrahim'in bu duasının dolaysız ve eksiksiz biçimde Allah tarafından kabul edilişi anlamına geldiğini hatırlatma amacı taşır. Hz. İbrahim'in duası ile Peygamberimiz dönemindeki İslâmi hareket arasında kurulan ilişki çok derin ve düşündürücü anlamlar içerir. Bununla müslümanlara anlatılmak isteniyor ki; varoluşları ve hareketleri sonradan ortaya çıkma birşey değil, tersine eskiye dayalı ve köklü bir olaydır. Kıbleleri de türedi bir kıble değil, ataları Hz. İbrahim'in kıblesidir. Yüce Allah'ın kendilerine yönelik bu kapsamlı, nimetine gelince bu da O'nun bizzat dostu Hz. İbrahim'e vaadetmiş olduğu ve o çok eski tarihte vermeyi taahhüt etmiş bulunduğu nimettir. Yani "Ey müslümanlar, sizi yeni kıblenize yönelterek farklı bir kişilikle donatma nimeti, daha önce aranızdan bir peygamber gönderme nimetinin devamı olan kesintisiz ve ardarda gelen ilâhi nimetlerden biridir." Tekrarlıyoruz: "Nitekim kendi içinizden size bir peygamber gönderdik." Yani "Peygamberlik misyonunun sizin toplumunuza sunulması, son peygamberin sizin aranızdan seçilmesi, yüce Allah'ın size yönelik onurlandırıcı bir bağışıdır. Bildiğiniz gibi yahudiler, kendilerinden geleceğini bekledikleri bu son peygamber aracılığı ile size karşı üstünlük sağlamayı hesaplıyorlardı." Okumaya devam ediyoruz: "(Bu peygamber) size ayetlerimizi okuyor." "Buna göre o size ne okuyorsa haktır, gerçektir." Bu cümleciğin bize düşündürdüğü diğer bir incelik, yüce Allah'ın kullara kendi kelâmı ile, bu kelâmın onlara peygamberi tarafından okunması sureti ile hitap etmesinin ne büyük bir bağış olduğuna dolaylı biçimde değinilmiş olmasıdır. Gönül, bu bağışın derinliğine inebildiği takdirde karşısında tiril tiril titrer. Kimdir bu insanlar? Necidirler ve nedirler ki, yüce Allah onlara kendi kelimeleri ile hitap ediyor, onlarla kendi sözleri ile konuşuyor, kendilerine bu yüksek ilgiyi lâyık görüyor? Eğer yüce Allah'ın bağışlayıcılığı olmasaydı, eğer bu bağışlayıcılık sürekli akan bir nehir gibi kesintisiz olmasaydı ve eğer Allah, başlangıçta onların yaratılış hamuruna ruhundan bir soluk üfleyerek kendilerini bu nimete yetenekli, bu bağışa kucak açan bir oluşumla donatmamış olsaydı bu insanlar kim ve neci olabilirdi ki? Tekrarlayalım: "(Bu peygamber) sizi kötülüklerden arındırıyor." Eğer Allah'ın rahmeti olmasaydı, bu insanların bir teki bile kötülüklerden arınamaz, temizlenemez ve yücelemezdi. Fakat yüce Allah'ın gönderdiği peygamber bu insanları temizliyor. Bu peygamber onların ruhlarını Allah'a ortak koşma (müşriklik) lekesinden, cahiliye pisliğinden, insan ruhunu baskısı altında ezen, onu çürüten sakat düşüncelerin kirinden arındırıyor. Bu peygamber, insanları aşırı arzuların, doyumsuz ihtirasların ve içgüdülerin iğrençliklerinden kurtarıyor da bu sayede ruhları yaratılış mayalarını oluşturan çamura geri dönmüyor. Dünyanın neresinde ve tarihin hangi döneminde yaşarlarsa yaşasınlar, İslâm tarafından ruhları arındırılmamış olan insanlar, tümü ile doyumsuz ihtirasların ve içgüdülerin, kokuşmuş, insanın insanlığı ile alay eden ve doğuştan aşağılığa mahkûm olan hayvanlardan daha aşağı bir durumda oldukları halde leş bataklığına doğru yuvarlanırlar. Hayvan bile imansız insanın yuvarlandığı bu kokuşmuş bataklıktan daha temiz bir düzeydedir. Öteyandan bu peygamber, insanların oluşturduğu toplumu faizden, haramdan, hileli kazançtan, soygunculuktan ve yağmacılıktan arındırıyor. Bu saydıklarımızın hepsi ruhları ve duyguları kirleten, toplumu ve sosyal hayatı lekelendiren birer pisliktir. Bu peygamber insanların hayatını zulümden, haksızlıktan arındırarak insanlar arasında pırıl pırıl ve berrak adaleti yayıyor. O adalet ki, insanlık ondan, İslâm egemenliği ve himayesi altında, İslâmî bir toplum düzeni içinde yararlandığı kadar hiçbir düzende ve ortamda yararlanmış değildir. Yine bu peygamber insanları çevrelerindeki her yörede ve İslâm ruhu, temiz-pak İslâm düzeni ile arınmamış her toplumda egemen olan cahiliyenin yüzünü karartan diğer bütün pisliklerden ve iğrençliklerden temizliyor. Tekrarlayalım: "(Bu peygamber) size daha önce bilmediğiniz birçok şeyi öğretti" Bu realite, müslüman cemaatin hayatında fiilen gerçekleşmiş bir olgudur. İslâm, bu cemaatı, sadece çölde geçen kabile hayatına elverişli ya da çölün uzak köşelerinde dünyadan kopuk olarak varlığını sürdüren küçük yerleşim merkezlerine yaraşan, dağınık bilgi kırıntılarından başka hiçbir şeyin bilinmediği bir ortamda devşirerek, onu, bütün insanlığı hikmetle, beceri ile, basiretle ve bilgi ile yöneten bir düzeye çıkarmıştı. Bu Kur'an, -Peygamberimizin ondan kaynaklanan direktifleri ile birlikte- bu eğitim ve yönlendirme sürecinin ana maddesini oluşturmuştu. İçinde Kur'an-ı Kerim ile birlikte peygamberimizin yine bu Kur'an'dan kaynaklanan direktiflerinin okunup anlatıldığı Peygamber mescidi, bütün insanlığı maharetli ve başarılı biçimde yöneltmiş olan ilk müslüman kuşağı eğitip mezun eden büyük bir üniversite idi. O yönetim ki, insanlık bunun bir benzerini uzun tarihinin ne geçmiş ve ne de daha sonraki hiçbir döneminde görmüş değildi. Sözünü ettiğimiz kuşağı ve o yönetici kadroyu yetiştirip mezun etmiş olan bu sistem, her zaman için böyle kuşaklar ve yönetim kadroları yetiştirip mezun etmeye sürekli olarak hazırdır. Yalnız bunun için, müslüman ümmetin bu kaynağa dönmesi, Kur'an'a gerçek anlamı ile inanması, onu kulağa hoş gelen müzikal kelime yığını olarak değil de uygulanacak bir hayat düzeni olarak algılaması şarttır. Bu ayetlerin sonunda, müslümanları kendisine şükretmeye çağıran ve nankör olmaktan sakındıran yüce Allah onlara başka bir bağış sunuyor. Bu bağış, eğer onlar kendisini hatırlarsa O'nun da onları hatırlayacağı garantisidir. Tekrarlıyoruz: "O halde beni hatırlayın ki, ben de sizi hatırlayayım. Bana şükredin, sakın nankörlük etmeyin." Aman Allah'ım, müşfik ve yüce Rabbimizin sunduğu ne büyük bir bağış bu! Düşünelim ki, yüce Allah bu kulları hatırlamasını, onların küçücük dünyalarında kendisini anmasına denk sayıyor. Kullar, Rabblerini anarken O'nu bu küçük yeryüzünde anıyorlar. Onların kendileri ise üzerinde yaşadıkları bu küçük yeryüzünden çok daha küçücük! Oysa Allah onları anarken şu kocaman evrende anıyor. Üstelik O, yüce ve büyük olan Allah'tır. Ne büyük bir bağış, ne büyük bir lütuf, ne engin bir cömertlik ve özveri! "Beni hatırlayın ki, bende sizi hatırlayayım." Bu öyle büyük bir bağış ki, onu sadece yüce Allah sunabilir. O Allah ki, O'nun hazinelerinin ne bekçisi ve ne de bağışlarının muhasebecisi vardır. Bu bağış, sebepsiz ve gerekçesiz olarak sırf kendi zâtından kaynaklanıyor. Bu bağışın tek sebebi, biricik gerekçesi, O'nun bu şekilde bağışlayıcı ve bol bol ihsan sahibi olmasıdır. Nitekim Müslim'de geçen Kutsî bir hadise göre yüce Allah şöyle buyuruyor: "Kim beni içinden anarsa, ben de onu içimden anarım. Kim beni bir topluluk içinde zikrederse, ben de onu ondan daha hayırlı bir topluluk içinde zikrederim."' Yine Müslim'de yeralan bir başka Kutsî hadise göre de Peygamber efendimiz şöyle buyuruyor: "Yüce Allah diyor ki: `Ey Ademoğlu, eğer sen beni içinden anarsan, ben de seni içimden anarım. Eğer sen beni bir topluluk içinde anarsan ben de seni bir melek topluluğu -ya da ondan daha hayırlı bir topluluk- içinde anarım. Eğer sen hana bir karış yaklaşırsan ben de sana bir dirsek boyu yaklaşırım. Eğer sen bana bir dirsek boyu yaklaşırsan ben de sana bir arşın yaklaşırım. Eğer sen bana yürüyerek gelirsen ben sana koşarak gelirim." Bu bağış, hiçbir sözün anlatamayacağı ve kalbin secdeye varmasından başka hiçbir şekilde şükrünün ifade edilemeyeceği bir bağıştır. Öteyandan, Allah'ı zikretmek (anmak) sadece O'nun adını dile getirmek değildir. Allah'ı zikretmek; dilin zikri ile birlikte kalbin ya da tüm bedenin reaksiyona girmesidir. Allah'ı zikretmek; O'nun varlığının bilincine varmak ve bu bilincin etkisi ile asgarî derecede O'na ortak koşmaksızın kulluk etmek, azami derecede ise O'nu görmektir. Yüce Allah'ın vuslat bağışladığı, buluşma hazzı tattırdığı kimse için bunun dışında kalan her şey anlamsızdır ve boştur. Okuyoruz: "Bana şükredin, sakın nankörlük etmeyin." Yüce Allah'a şükretmenin bir çok dereceleri vardır. Bu eylem, Allah'ın bağışlarını itiraf ve O'na karşı gelmekten utanmakla başlar ve insanın varlığını sırf O'na şükretmeye adaması, bedenin her hareketinde, dilin her dönüşünde, kalbin her çarpışında ve duyguların her titreşiminde O'na şükretmenin amaç edinilmesi ile son noktasına varılır, doruğuna ulaşılır. Bu ayette dile gelen nankörlük yasağı, bir yandan zikir ve şükür alanındaki umursamazlığın götüreceği kötü sonuca dikkat çekerken diğer yandan sözü edilen bataklığa götürücü yolun ısrarla izlenmesi halinde -Allah korusun- ulaşılabilecek en uç nokta (yani bildiğimiz kâfirlik sınırı) hakkında müslümanları uyarmaktadır. Bu uyarılar ve direktifler ile kıble konusu arasındaki ilişki açıktır. Çünkü kıble, karşısında yüce Allah'a ibadet etmek. O'na bağlılığın farklılığını ve kendine özgülüğünü kanıtlamak amacı ile kalplerin buluştuğu bir yeryüzü noktasıdır. Bu uyarıcılar ve direktifler ile yahudî komplolarına kapılmama ve tuzaklarına düşmeme telkinleri arasındaki ilişki de son derece açıktır. Çünkü daha önce vurgulandığı gibi onların bütün yıkıcı çabalarının nihaî amacı, müminleri tekrar kâfirliğe döndürmek, onları yüce Allah'ın karşılıksız bağışı olan bu nimetten, yani yüce Allah'ın herhangi bir ferde ya da topluma sunduğu nimetlerin en büyüğünü oluşturan iman nimetinden yoksun bırakmaktır. Bu nimet özellikle Araplar için daha hayatidir. Çünkü Arapları yepyeni bir varoluşa kavuşturan, onların tarihte rol oynamalarını sağlayan, isimleri ile tüm insanlığa yönelik liderlik fonksiyonunu yanyana getiren biricik faktör bu iman nimetidir. Eğer İslâm olmasaydı Araplar bir hiçti, hiç olmaya devam edeceklerdi ve her zaman hiç kalacaklar, hiçbir zaman varlık kazanamayacaklardı. Çünkü, İslâm kaynaklı düşünceden başka dünya üzerinde rol oynamalarını sağlayacak bir düşünce birikimleri yoktu. Oysa sosyal hayatı yönlendirip geliştirecek bir düşünce birikimi olmayan bir millete insanlığın boyun eğmesi düşünülemez. İslâm düşüncesi ise eksiksiz bir yaşama programıdır, yoksa müslümanlarca okunan bu büyük ve saygın kelimeleri onaylayıcı hiçbir yapıcı davranış ve pratik başarı birikimi olmayan sadece dillerde gevelenen bir kelime yığını değildir. Müslüman ümmetin, yüce Allah'ın kendisini hatırlaması, onu unutmaması için bu gerçeği hatırında tutması, aklından hiç çıkarmaması gerekir. Yüce Allah kimi unutursa, o belirsizlik sislerinin tutsağıdır, hiçtir, adı ne yeryüzünde ve ne de yüce ruhlar aleminde anılır. Kim Allah'ı anarsa Allah da kendisini anar, şu uçsuz-bucaksız evrende onun varlığını ve adını yüceltir. Müslümanlar, bir zamanlar, Allah'ı andıkları, O'nu zikrettikleri için Allah da onları andı, adlarını yüceltti, kendilerine başarılı bir insanlık önderliği nasip etti. Sonra onlar Allah'ı unutunca Allah da onları unuttu. Bunun üzerine başıboş bir hiç, herkes tarafından hor görülen sünepe bir kuyruk oldular. Oysa kurtuluş yolu her zaman açık ve gidişe elverişlidir. Çünkü yüce Allah onlara şu çağrıyı yöneltiyor: "Beni hatırlayın ki, ben de sizi hatırlayayım." Kıblenin belirlenişinden ve böylece müslüman ümmete, başkalarınkinden ayrı olan bir düşünce sistemi ile uyumlu, kendine özgü, bağımsız bir kişilik kazandırıldıktan hemen sonra bu bağımsız kişilikli, özgün yapılı ve tüm insanlığa örnek oluşturan bu orta yol takipçisi ümmete yöneltilen ilk direktif, sabrederek ve namaz kılarak bu son derece önemli rolünün yükümlülüklerine katlanmasıdır; bu önemli rolünün gerektirdiği fedakârlıklarda bulunmaya hazır olmasıdır. Bu fedakârlıklar şehit verme; can, mal ve ürün kayıplarına uğrama; korku ve açlık musibetleri ile karşılaşma gibi çeşitli biçimlerde ortaya çıkabilirler. Bu direktifin devamı olarak bu ümmetten yüce Allah'ın nizamını vicdanlara yerleştirmek ve yeryüzünde insanlar arasında egemen kılmak amacı ile girişeceği cihadın ürkütücü zorluklarına dayanması, kalplerini yüce Allah'a bağlaması, varlığını tümü ile O'na adaması ve her işin akıbetini O'na havale etmesi istenmektedir. Bütün bu fedakârlıklar yüce Allah'ın rızası, rahmeti ve hidayeti karşılığında yapılacaktır. Bu da bu karşılığın değerini kavrayabilecek yetenekte olan mümin kalp için başlı başına çok büyük bir mükâfattır. 153- Ey müminler, sabırla ve namazla Allah'tan yardım isteyin. Hiç şüphesiz Allah, sabredenler ile beraberdir. SABIR VE NAMAZ Sabır, Kur'an-ı Kerim'de sık sık tekrarlanır. Çünkü yüce Allah çeşitli içgüdüler ve ket vurucu psikolojik faktörler arasında doğru yolda yürüyebilmenin ve binbir türlü çatışmalar ve engeller arasında yeryüzünde insanları Allah'a çağırma görevini yürütmenin ne kadar büyük bir gayret gerektirdiğini herkesten iyi bilir. Bu gayret insandan, sinir sağlamlığı, olağanüstü bir soğukkanlılık, güç kaynaklarının sürekli seferberliği, sızma ve kaçış noktaları karşısında kesintisiz bir uyanıklık ister. Bütün bunlar karşısında mutlaka sabırlı olmak gerekiyor. İbadetlere devam etmek için sabır... Günahlardan uzak durmak için sabır... Allah'a ulaştıran yolu kesmek isteyenlere karşı girişilecek cihadı devam ettirmek için sabır... Türlü türlü düşman tuzaklarına, komplolarına karşı sabır... Zaferin ve başarının gecikmesi Karşısında sabır... Aşılması gereken mesafenin uzunluğuna sabır... Bâtılın yayılıp güçlenmesi karşısında sabır. Dostun, destekçinin azlığına sabır... Gidilecek yolun uzun ve dikenli oluşuna sabır... Vicdanların kaypaklığına sabır... Kalplerin şaşkınlığına, sapmalarına karşı sabır... İnatçılığın baskısına sabır... Dönekliğin, kalleşliğin acılığına karşı sabır... Eğer hedefe ulaşma süresi uzar ve sıkıntıların baskısı yoğunlaşırsa, ortada azık ve yardımcı güç bulunmadığı takdirde sabır, zayıflar veya tükenebilir. Bundan dolayı, yüce Allah burada namaz ile sabrı yanyana getiriyor. Çünkü namaz, kurumaz bir kaynak ve bitmez bir azıktır. O, güç kaynaklarını yenileyen ve kalbe enerji yükleyen bir azıktır. Onun sayesinde sabır ipi uzar ve kopmaz bir sağlamlık kazanır. Sonra da sabra hoşnutluk, şevk, gönül huzuru, güven duygusu ve azim ekler. Ölümlü, zayıf ve gücü sınırlı olan insanın en büyük güç kaynağı ile, yani yüce Allah ile ilişki kurması, karşılaştığı zorluklar sınırlı gücünün kapasitesini aşınca O'ndan yardım istemesi mutlaka gereklidir. Ne zaman? Gizli açık bütün şer güçler ile karşı karşıya kalınca.. İçgüdü ve ihtirasların engellemesi ile arzuların kışkırtması arasında doğru yolda ilerlemenin üzerine bindirdiği sıkıntı ağır bir baskıya dönüşünce... Amansız azgınlıklara ve fesad girişimlerine karşı verdiği mücadelenin baskısı altında ezilmeye yüz tuttukça... Sınırlı ömrüne göre aşacağı yolun ve ulaşacağı hedefin uzakta olduğunu anladıktan sonra akşam vaktinin eşiğinde olmasına rağmen henüz hiçbir yere varamadığını, ömür güneşinin batmaya yüz tutmasına rağmen henüz beklediği şeylerden hiçbirini elde edemediğini tespit edince... Kötülüğün yayılıp güçlendiğini, buna karşılık iyiliğin gitgide zayıfladığını, ufukta hiçbir aydınlık kırıntısı ve yolda hiçbir işaret olmadığını görünce... İşte böylesine zor durumlarda namazın değeri ortaya çıkar. Namaz; ölümlü insan ile sürekli ve kalıcı güç olan yüce Allah arasındaki doğrudan ilişkidir... Namaz; tek başına kalmış, garip bir damlacığın hiç kurumayan gür bir su kaynağı ile belirlenmiş bir buluşma vaktidir... Namaz; küçük yeryüzü realitesinin sınırlarını aşarak büyük evrensel realitenin uçsuz-bucaksız alanına yükselmektir... Namaz; yakıcı çöl sıcağında serin bir meltem, bir ilkbahar yağmuru taneciği, bir ağaç gölgesidir... Namaz; yorgun ve kırık kalplere yönelik şefkatli bir el okşayışıdır... Böyle olduğu içindir ki, Peygamberimiz sıkıntılı anlarında müezzini Hz. Bilâl'e; "Ey Bilâl, bize onun (namaz) aracılığı ile nefes aldır." buyururdu. Nitekim Peygamberimiz zor bir işle karşılaşınca yüce Allah'la daha çok buluşabilmek için her zamankinden daha çok namaz kılardı. İslâm, bir ibadet sistemidir. İbadetlerde pek çok sırlar saklıdır. İbadetin sırlarından biri; onun yolazığı, ruhun enerji kaynağı ve kalbin cilâsı oluşudur. Ne zaman ağır bir yükümlülük ile karşı karşıya gelsek namaz, bu yükümlülüğü tatlılıkla, neşe ile ve kolaylıkla karşılamamızı sağlayan bir kalp anahtarıdır. Nitekim yüce Allah Peygamberimizi (salât ve selâm üzerine olsun) bildiğimiz sıkıntılı ve ağır görevine seçince kendisine şöyle buyurmuştu: "Ey örtüsüne bürünen Muhammed! Gece yarısında, istersen bundan biraz sonra, istersen biraz önce bir süre için kalk ve ağır ağır Kur'an oku. Gerçekten biz sana taşıması zor, ağır bir söz vahyedeceğiz."( Müzemmil Suresi, 1-4) Görüldüğü gibi Peygamberimizin bu ağır söze, zor yükümlülüğe ve son derece önemli rolünü üstlenmeye hazırlanması, gece yarısı kalkıp ağır ve ahenkli biçimde Kur'an okumakla gerçekleşmişti. Namaz; kalbi genişleten, Allah ile aradaki ilişkiyi güçlendiren, insanın önündeki işi kolaylaştıran, yoluna ışık saçan, gönüllere sabır, teselli, huzur ve güven bağışlayan bir ibadettir. İşte bundan dolayı, burada yüce Allah büyük sıkıntıların eşiğinde olan müslümanları sabırlı olmaya ve namaz kılmaya yöneltiyor. Bu yönlendirmenin hemen arkasından da onun sonucu geliyor: "Hiç şüphesiz, Allah sabredenler ile beraberdir." "Allah sabredenler ile beraberdir; onları destekler, kendilerine direnme gücü verir, güçlerini arttırır, onlara yoldaş olur, koyuldukları yolda kendilerini yalnız bırakmaz, onları sınırlı enerjileri ve yetersiz güçleri ile başbaşa bırakmaz'. Aksine, azıkları bitince kendilerine takviye azık gönderir, yolları uzayınca azimlerini yeniler. Yüce Allah, bu ayetin başında onlara; "Ey müminler!" şeklindeki sevimli hitapla seslenmekte ve bu sevimli hitabı, "Hiç şüphesiz Allah, sabredenler ile birliktedir." biçimindeki hoş ve yüreklendirici bir müjde ile sona erdirmektedir. Sabırla ilgili çok sayıda hadis vardır. Biz burada müslüman cemaati ağır sorumluluğunu yüklenmeye ve rolünü üstlenmeye hazırlama amacı güden Kur'an ayetleriyle yakın bir paralellik gösteren birkaç tanesini hatırlatmak istiyoruz: Ebu Abdullah Habbab b. Eret (Allah ondan razı olsun) diyor ki: "Peygamberimiz bir gün cübbesini yastık yapıp başının altına koymuş olarak Kâbe'nin gölgesinde uzanmışken, bizler durumumuzdan şikayet ederek kendisine `Bizim için zafer dilesene, bizim için dua etsene' dedik. O da bize dönerek; `Sizden önceki ümmetlerden adamın biri yakalanır, yerde kazılan kuyuya konur; daha sonra bir testere getirilerek başına yerleştirilir ve başı biçilerek ikiye ayrılır; etlerinin, kemiklerinin derinliklerine işleyecek şekilde vücudu demir taraklarla taranır; fakat bütün bu eziyetler adamı dininden vazgeçirmeye yetmezdi. ` Vallahi, yüce Allah bu hareketi (İslâm'ı) öylesine hedefine ulaştıracaktır ki, San'a'dan yola çıkan bir atlı, Allah'tan ve sürüsüne kurt düşmesinden başka hiçbir şeyden korkmaksızın Hadramut'a ulaşabilecektir. Fakat sizler acele ediyorsunuz: dedi." (Buhari, Ebu Davud, Nesei) Bu arada Abdullah b. Mesud (Allah ondan razı olsun) diyor ki: "Şu anda Peygamberimizi, daha önceki bir peygamberin (salât üzerlerine olsun) başına gelenleri anlatırken görür gibiyim. Kavmi onu dövdü, yüzünü kanattılar. O ise yüzünden akan kanı silerken; `Allah'ım, kavmimi affeyle. Çünkü onlar bilmiyorlar.' diyordu." (Buhari, Müslim) Öteyandan Yahya b. Vessab'ın yaşlı bir sahabiye dayanarak bildirdiğine göre Peygamberimiz şöyle buyuruyor: "Halkın arasına girip onların verecekleri sıkıntılara katlanan müslüman, halktan uzak kalarak onlardan kaynaklanan sıkıntılara katlanmaya yanaşmayan müslümandan daha hayırlıdır." (Tirmizi) Medine'de oluşan İslâm cemaatinin, ilâhi düzeni yeryüzüne egemen kılmak, yüce Allah'ın takdirinde payına düşen rolü gerçekleştirmek ve İslâm sancağını devralarak onu uzun ve meşakkatli yolları boyunca yükseklerde dalgalandırmak amacı ile zorluklarla dolu bir cihad sürecinin eşiğinde bulunduğu şu aşamada, işte bu anda Kur'an-ı Kerim, bu ümmeti manevi yönden mücadeleye hazırlamaya, bu cihad süreci sırasında meydana gelmesi kaçınılmaz olan iniş-çıkışlar, kayıplar ve acılar konusunda doğru düşünmesini sağlamaya, bu uzun mücadele süreci boyunca değer yargılarını isabetli biçimde ölçmesine yarayacak kriterleri eline vermeye girişiyor. 154- Allah yolunda öldürülenlere sakın "ölüler" demeyin. Tersine onlar diridirler, ama siz farkında değilsiniz. ŞEHİD ve ŞEHADET Bu hakk-batıl savaşında şehid düşecek erler olacaktır. Allah yolunun şehitleri... Aziz ve sevgili ölüler... Onurlu ve tertemiz ölüler... Gerçekten Allah yolunda cihada çıkanlar; bu savaşta canlarını feda edenler en onurlu kalplilerin, en arı ruhluların ve temiz vicdanlıların oluşturduğu bir kafiledir. Allah yolunda öldürülen bu seçkin öncüler aslında ölü değildirler, diridirler. Bu yüzden onlardan "ölüler" diye söz etmek doğru değildir. Onları ne somut olarak ve ne de duygusal plânda ölü saymak yerinde değildir. Dudaklarımızdan ve dilimizden rastgele dökülen basmakalıp bir kelime ile onlara "ölü" demek caiz değildir. Onlar bizzat yüce Allah'ın şahitliği ile "canlı"dırlar. O halde mutlaka yaşıyorlardır. Onlar zahirde, gözün gördüğüne göre öldürüldüler. Fakat ölümün ve hayatın mahiyetlerini bu yüzeysel ve zahiri bakış belirleyemez. Hayatta olmanın, diriliğin başta gelen belirtisi etkinlik, büyüme-gelişme ve sürekliliktir. Ölümün başta gelen belirtisi ise pasiflik, durgunluk-donukluk ve kesintidir. Allah yolunda öldürülenlerin, uğrunda öldürüldükleri hakk davayı destekleme konusundaki etkinlikleri belirgin bir etkinliktir. Uğrunda can verdikleri düşünce onların kanları ile sulanarak süreklilik kazanır. Bu fedakâr insanlar ölümü seçmekle kendilerinden sonra gelecek olanları güçlü ve devamlı bir etki altında bırakırlar. Buna göre şehitler; hayatı değiştirme ve yönlendirme konusunda aktif, sürükleyici ve etkin birer unsur olmakta devam ederler ki, hayatta olmanın başta gelen niteliği budur. Bu açıdan onlar her şeyden önce insanların dünyasında geçerli olan bu objektif bakış açısı yönünden yaşıyorlar, diridirler. Sonra onlar Rabbleri katında da diridirler. Bu dirilik ya anlattığımız itibarladır, veya ne olduğunu bilmediğimiz başka bir itibarladır. Yüce Allah'ın "Onlar diridirler, fakat siz farkında değilsiniz" buyruğu ile onların yaşamakta olduklarını bildirmesi, bu konuda bizim için yeterlidir. Çünkü sözkonusu hayatın mahiyeti, sınırlı ve yetersiz insan idrakinin ötesinde ve üzerindedir. Fakat onların diri oldukları kesindir. Onlar yaşıyorlar!.. Diri oldukları için öbür ölüler gibi yıkanmazlar. Şehit düşerken giydikleri elbiseler aynı zamanda kefenleri olur. Çünkü yıkamak, ölmüş cesedi temizlemek içindir. Oysa onlar yaşadıklarına göre temizdirler, ölüm kiri üzerlerine bulaşmamıştır. Dünyadaki kıyafetleri, aynı zamanda mezardaki elbiseleridir. Çünkü halâ hayattadırlar. Onlar yaşıyorlar... Bu yüzden öldürülmeleri ailelerine, dostlarına ve arkadaşlarına ağır gelmez. Onlar yaşıyorlar!.. Ailelerinin, dostlarının ve arkadaşlarının hayatlarına katılmakta devam ediyorlar. Yaşıyorlar!.. Bu yüzden arkada bıraktıkları kalplere, ayrılıkları zor gelmez; bu olayı fazla büyütmezler; bu yüce fedakârlık onlara yılgınlık aşılamaz. Sonra onlar diri olmalarının yanında, Rabbleri katında itibarlı birer konuk olarak ağırlanırlar, orada en üstün ve en bol mükâfatlar ile ödüllendirilirler. Nitekim Müslim'de yeralan bir hadise göre, Peygamberimiz şöyle buyuruyor: "Şehidlerin ruhları, yeşil bir kuş halinde, Cennet'te diledikleri gibi gezerler. Sonra, Arşın altına asılmış olan kendilerine yaklaşırlar. Rabbleri onlara muttali oldu ve buyurdu: `Ne istiyorsunuz?' Onlar derler ki: `Ey Rabbimiz, ne arayalım? Sen bize hiçbir kuluna nasib olmayan şeyler bahşettin: Sonra yüce Allah onlara yine aynı soruyu tekrarlar. İsteksiz bırakılmayacaklarını görünce derler ki: `ey Rabbimiz, bizi tekrar dünyaya döndürüp, ölünceye kadar senin yolunda cihad ettirmeni istiyoruz: Rabbleri de: `Ben onların bir daha dünyaya döndürülmeyeceklerini yazdım: buyurur." Öteyandan sahabilerden Hz. Enesin (Allah ondan razı olsun) bildirdiğine göre Peygamber efendimiz şöyle buyuruyor: "Hiç kimse Cennet'e girdikten sonra, yeryüzünde bulunan herşey kendisine verilse bile, tekrar dünyaya dönmek istemez. Yalnız şehid hariç. O şehitliğin ne kadar üstün dereceli olduğunu gördüğü için dünyaya dönerek arka arkaya on kez vurulup şehid olmak ister." ·(Buhari, Müslim, İmam-ı Malik) HER SAVAŞTA ÖLEN, ŞEHİD MİDİR? Fakat bu yaşayan şehidler acaba. kimlerdir? Onlar "Allah yolunda" öldürülen kimselerdir. Sadece Allah yolunda! Allah'tan başka hiçbir hedefe, hiçbir gayeye hiçbir cazibeye içinde yer vermeksizin... Sırf yüce Allah'ın indirdiği bu gerçek uğruna. Sırf yüce Allah'ın yasallaştırdığı bu sosyal düzen uğruna... Sırf O'nun seçtiği bu din uğruna.... Sadece bu yolda öldürülenler... Başka herhangi bir yolda, başka herhangi bir yafta altında ya da bu amaca başka bir hedef veya başka bir yafta ortak ederek öldürülenler değil!.. Gerek Kur'an, gerek hadisler bu noktayı ısrarla vurgulamaktadır. Ta ki, vicdanlarda en ufak bir şüphe, en zayıf bir kuşku kırıntısı kalmasın, vicdanlarda sadece Allah kalsın diye. Nitekim sahabilerden Ebu Musa Eşarî (Allah ondan razı olsun) şöyle diyor: "Bir defasında Peygamberimize adamın birinin kahramanlığını kanıtlamak için, ötekinin kabile taassubu uğruna ve bir başkasının da gösteriş içinde savaştığı, bunların hangisinin Allah yolunda olduğu soruldu. Peygamberimiz bu soruya karşılık: `Kim Allah'ın sözü yücelsin diye savaşıyorsa o Allah yolundadır' buyurdu." (Buhari, Müslim, İmam-ı Malik) Yine sahabilerden Hz. Ebu Hureyre'nin (Allah ondan razı olsun) bildirdiğine göre; `Adamın biri bir gün Peygamberimize: `Ya Resulullah, birisi dünya ****ı elde etmek için Allah yolunda cihad etmek istiyor, hakkında ne buyurursunuz?' diye sordu. Peygamberimiz, adama `Ona hiç bir sevap yok' diye cevap verdi. Adam aynı soruyu üç kere tekrarladı. Peygamberimiz de her defasında kendisine `Ona hiçbir sevap yok' karşılığını verdi.(Ebu Davud) Öteyandan yine Hz. Ebu Hureyre'nin bildirdiğine göre Peygamberimiz şöyle buyuruyor: "Allah yolunda cihad etmek amacı ile sefere çıkan kimse hakkında yüce Allah `Eğer o kulumu, sırf cihad amacı ve bana olan imanı ile Peygamberlerime inanmış olması sefere çıkarmış ise kendisini ya Cennet'e koyacağım veya kazanmış olduğu sevap ve ganimetle birlikte ayrıldığı evine döndüreceğim kesindir' diye güvence veriyor. Muhammed'in nefsini kudret elinde tutan Allah adına yemin ederek söylüyorum ki, Allah yolunda savaşırken yaralanan kimse, Kıyamet günü, Allah'ın huzuruna yaralandığı günkü hali ile, benzi kan renginde misk gibi koku salarak gelir. Muhammed'in nefsini kudret elinde tutan Allah adına yemin ederek söylüyorum ki, müslümanları sıkıntıya sokacağımı bilmesem Allah yolunda savaşmaya giden bir tek seriyeden bile geri kalmazdım. Fakat benim müslümanları techizatlandıracak imkânım olmadığı gibi onlar da kendi imkânları ile techizatlanarak benim peşimden gelemiyorlar, o zaman da bana katılmamak ağırlarına gidiyor. Muhammed'in nefsini kudret elinde tutan Allah adına yemin ederek söylüyorum ki, Allah yolunda savaşıp öldükten sonra dirilerek bir daha savaşıp ölmeyi ve yeniden dirildikten sonra bir kere daha savaşıp ölmeyi isterdim" (Buhari, Müslim, İmam-ı Malik) İşte şehidler bunlardır! Yani sırf Allah yolunda cihad amacı ile sefere çıkanlar... Allah yolunda savaşmaktan, O'na karşı besledikleri imandan ve O'nun peygamberlerini onaylamaktan başka hiçbir niyetin sefere çıkarmadığı kimseler... İşte bu yüzden Peygamberimiz (salât ve selâm üzerine olsun) İran asıllı bir gencin, iranlılığı anılsın diye savaşmasını, cihad meydanında ırkı ile öğünmesini kınamıştır. Abdurrahman b. Ebu Ukbe'nin anlattığına göre, İran asıllı bir azadlı olan babası şöyle diyor; `Peygamberimiz ile birlikte Uhud savaşına katıldım. Müşriklerden birini öldürdüm. Arkasından `Alın şunu, ben İranlı falanım' diye nara attım. Bunun üzerine Peygamberimiz bana dönerek; `Ben falanca Ensar'lı gencim deseydin ya! Çünkü bir kavmin yeğeni de onlardandır, bir kavmin kölesi de onlardandır: buyurdu." (Ebu Davud) Görüldüğü gibi Peygamberimiz (salât ve selâm üzerine ölsün) muhacirlere yardımcı olmaktan başka bir sıfatla övünmekten (bilindiği gibi Ensar aslında bu anlama gelir) ve bu dini desteklemekten başka bir yafta, bir slogan altında savaşmaktan hoşlanmıyor. İşte cihad budur. Yalnız bu uğurda savaşan şehid olur ve yalnız bu şehidler ölmez, yaşamaya devam ederler. BELALARLA İMTİHAN Ayetlerin devamında, müslümanlara başlarına gelecek olayları nasıl karşılayacakları, olayların mahiyetini doğru olarak nasıl değerlendirecekleri hakkında taktik veriliyor: 155- Muhakkak ki, sizi biraz korku, biraz açlık, biraz mal, cari ve ürün eksiltmesi ile deneriz. Sabredenleri müjdele. 156- Ki onların başlarına bir musibet geldiğinde; "Biz Allah için varız ve yine O'na döneceğiz" derler. Vicdanların mutlaka musibetler yolu ile eğitimleri, hakk mücadelesi uğrundaki kararlılık derecesinin ise korkularla, ağır belâlarla, açlıkla, mal, can ve ürün kayıplarıyla denenmeli, sınavdan geçirilmelidir. Mü'minin, inancının yükümlülüklerini yerine getirebilmesi için bu musibetler kaçınılmazdır. Çünkü müminler inançları uğrunda ne kadar yükümlülüklere katlanırlarsa, inançlarının vicdanlarında kazanacağı değer o oranda yükselir. Bağlılarının, uğrunda yükümlülüklere katlanmadıkları ucuz ve düşük maliyetli inançlar daha ilk darbe ile karşılaşılır - karşılaşılmaz kolayca feda edilebilir. Demek oluyor ki, bu durumlarda katlanılan yükümlülükler, herhangi bir inanca, bağlılarının vicdanında değer kazandıran, psikolojik bir bedeldir. Sözkonusu inancın başkalarının vicdanında değer kazanabilmesi için bağlılarının bu psikolojik bedeli ödemeleri gerekir. Yeni kazanılacak kişiler ancak bu fedakârlığın sonucunda ortaya çıkar. Müminler inançları uğrunda ne derece acılara katlanırlarsa, ne oranda fedakârlıklara girişirlerse inançlarının vicdanlarındaki değeri daha da artar, ona daha sıkı biçimde bağlanırlar. Bu böyle olduğu gibi, sözkonusu inancın değerini yabancıların kavrayabilmeleri için bağlılarının onun uğrunda musibetler ile karşılaştıklarını ve karşılaştıkları musibetlere sabretmelerini görmeleri gerekir. O zaman bu inanca yabancı olanlar içlerinden şöyle diyecekler; "Eğer bu inanç sistemi, bu adamların onun uğrunda çektikleri musibetlerden daha hayırlı ve büyük olmasaydı, bu adamlar onun uğrunda belâlara katlanmazlar, bu sıkıntılara sabretmezlerdi." O zaman da bu inancın düşmanları onun mahiyetini araştırmaya, ona değer vermeye ve ona sempati ile yaklaşmaya yönelirler. Bütün bunların sonucu olarak yüce Allah'ın desteği ve "fetih dönemi gelerek, insanlar akın akın O'nun dinine girerler. Ayrıca sözünü ettiğimiz musibetler, bu inancın bağlılarının bel kemiklerinin sağlamlaşması ve dinamiklik derecelerinin artması için de gereklidir. Sebebine gelince, sıkıntılar; müminin potansiyel güçlerini, saklı enerjilerini harekete geçirir, onun kalbinde ancak musibetlerin darbeleri altında keşfedebileceği gizli çıkış ve nüfuz kanalları açar, vicdanında ancak gözlerdeki perdeyi kaldıran, kalplerin pasını silen sıkıntı ortamı içinde yeşerebilecek doğru değer yargılarının, ince ölçülerin ve isabetli düşüncelerin gelişip serpilmesini sağlar. Bunların hepsinden daha önemlisi, yahut da bunların tümünün temel dayanağı, bütün dayanakların sarsıldığı, türlü türlü saplantıların kayboluverdiği ve diğer bütün dayanaklarını yitirmiş olan kalbin sırf Allah ile başbaşa kaldığı kritik anda sırf O'na sığınmasıdır. Sadece o anda gözlerdeki perdeler düşerek basiret açılabilir ve bakışların önündeki ufuk açık-seçik hale gelebilir. O anda mümin için yüce Allah'tan başka hiçbir şey, O'nun yüzünden başka hiçbir güç, O'nun iradesi dışında hiçbir irade ve O'ndan başka sığınılacak hiçbir merci yoktur. İşte o zaman müminin ruhu, doğru düşüncenin dayanağı olan tek gerçekle, biricik realite ile bütünleşmiş olur. Nitekim yukardaki ayetlerin şu cümleleri, müminin vicdanı ufuktaki bu doruk noktasına yükseltiyor: "Sabredenleri müjdele. Ki, onların başlarına bir musibet geldiğinde; `Biz Allah için varız ve sonunda O'na döneceğiz' derler." Biz yalnız Allah için varız. Hepimiz, varolan her şeyimizle, bütün varlığımızla, dönüşümüz, nihaî başvurumuz sadece O'nadır. Teslimiyet... Mutlak teslimiyet... Biricik realite ile ve doğru düşünce ile yüzyüze gelmekten, bütünleşmeden kaynaklanan nihaî sığınmanın teslimiyeti!.. İşte sabredenler bunlardır. Şanlı Peygamberimizin (salât ve selâm üzerine olsun) yüce nimet bağışlayıcısına aracı olarak kendilerine müjde sunduğu bahtiyarlar. Ve işte yüce nimet bağışlayıcısının, kendi katındaki konumlarını, onurlu sabırlarının mükâfatını açıkladığı seçkinler bunlardır: 158- Hiç şüphesiz Safa ile Merve, Allah'a ibadet sembollerindendir. Buna göre, kim Hacc veya Umre amacı ile Kâbe'yi ziyaret ederse, bu iki tepeyi tavaf etmesinde hiçbir sakınca yoktur. Kim gönüllü olarak bir iyilik yaparsa, bilsin ki, Allah karşılığını verir ve yaptığını bilir. HACC'DA BAZI SEMBOLLER: SAFA VE MERVE Bu ayetin iniş sebebiyle ilgili değişik birkaç rivayet var. Bu görüşlerden biri, İslâm'ın, Muhacirler ile Ensar'dan oluşmuş ilk müslüman topluluğunun vicdanlarında geliştirdiği düşüncenin karakterinde yansıyan psikolojik mantığa diğerlerine göre daha uygun düşüyor. Bu rivayet şöyle diyor: Bazı müslümanlar, Hacc ve Umre sırasında Safa ve Merve tepelerini tavaf etmekten çekiniyor, bu hareketi içlerine sindiremiyorlardı. Çünkü, onlar vaktiyle cahiliye döneminde bu iki tepe arasında koşu yapıyorlardı. Ayrıca bu iki tepede Esaf ve Naile adlarını taşıyan iki put dikiliydi. İşte bu yüzden, sözünü ettiğimiz kimi müslümanlar, cahiliye döneminde yaptıkları gibi Safa ile Merve tepeleri arasını tavaf etmeyi uygun bulmuyorlardı. Nitekim Buharî'nin, Muhammed b. Yusuf'a, O'nun da Süfyan'a dayanarak bildirdiğine göre, Asım b. Süleyman bu konuda şunları söylüyor; `Sahabilerden Hz. Enes'e Safa ile Merve meselesini sordum, bana şu cevabı verdi: "Biz Safa ile Merve tepelerini cahiliye dönemi sembollerinden sayıyorduk. Bu yüzden İslâm gelince, bu tepeleri tavaf etmekten uzak durduk. Fakat bir süre sonra yüce Allah `Hiç şüphesiz Safa ile Merve Allah'a ibadet sembollerindendir.' ayetini indirdi." Öteyandan Şa'bî'nin bildirdiğine göre Esaf adlı put Safa tepesi ve Naile adlı put da Merve tepesi üzerinde bulunuyordu. Araplar cahiliye döneminde bu putlara el-yüz sürüyor, onlara selâm duruyorlardı. Bu yüzden ilk müslümanlar bu iki tepenin arasında tavaf yapmaktan çekiniyorlar, bu işi içlerine sindiremiyorlardı. Bunun üzerine bu ayet indi. Kaynaklarda bu ayetin hangi tarihte indiğini belirleyen bir bilgiye rastlanmıyor. Fakat en akla yatkın ihtimal; onun kıble değişimi olayı ile ilgili ayetlerden sonraki bir tarihte inmiş olmasıdır. Gerçi o yıllarda Mekke, müslümanlar hesabına bir darulharp, bir düşman bölgesi olmuştu. Fakat böyle de olsa bazı müslümanların tek-tük olarak Hacc ve Umre yapma imkânı bulmuş olabileceklerini düşünebiliriz. İşte Safa ile Merve arasında tavaf yapmaktan çekinen müslümanlar bunlardı. Bu çekingenlik, uzun bir eğitim döneminin meyvesi, vicdanlarında kökleşen imana dayalı düşüncenin belirgin yansımasıydı. Bu düşünce berraklığı onları cahiliye dönemindeki bütün gelenek ve uygulamalarından kaçınmaya, kuşku duymaya sürüklüyordu. Çünkü bu konuda vicdanları o kadar duyarlılık kazanmıştı ki, cahiliye döneminin herşeyinden ürküyor, onun İslâm tarafından yasaklanmış olabileceğinden kuşkulanıyorlardı. Bu duyarlılık birçok olay vesilesi ile açıkça meydana çıkmıştı. İslâm çağrısı onların ruhlarını büyük bir sarsıntıya uğrattı, derinliklerine kök saldı ve orada eksiksiz bir psikolojik ve duygusal devrim gerçekleştirdi. Öyle ki, cahiliye döneminde kalan geçmişlerine soğuk ve çekingen gözlerle bakıyor, hayatlarının bu döneminden kendilerini tamamen kopmuş, onunla hiçbir ilişkileri kalmamış sayıyorlardı. Artık ne o dönem onlardandı ve ne onların o dönemle uzaktan-yakından ilişkileri olabilirdi. Artık o dönem dokunmaktan kaçındıkları bir pislik, bir kirlilik sembolü idi! Müslümanların bu dönemini dikkatle izleyen bir araştırmacı, bu şaşırtıcı inanç sisteminin o vicdanlarda meydana getirdiği etkinin ne kadar güçlü olduğunu mutlaka görecek, onların hayat ile ilgili görüşlerinin tamamen değiştiğini somut biçimde, algılayacaktır. Öyle ki, sanki Peygamberimiz (salât ve selâm üzerine olsun) bu vicdanları eli ile tutup kaldırarak son derece kuvvetli biçimde silkelemiş ve bu silkeleme sonunda üzerlerinde çöreklenen bütün kir ve pasları dışarıya dökmüş ve hücrelerinin bileşimini yeniden düzenlemişti. Tıpkı elektrik akımının, etkilediği cismin elementlerini eski yerlerinden oynatarak yeni bir bileşim düzenine sokması olayı gibi! İşte İslâm budur. Yani cahiliye ile ilgili herşeyden tamamen sıyrılmak, cahiliye döneminin bütün düşünce, gelenek ve uygulamalarından titizlikle çekinmek, cahiliye döneminden vicdanların tanışık oldukları bütün duygulardan ve davranışlardan sürekli biçimde kaçınmak, böylece kalbin yeni zihniyete bütün gerekleri ile sımsıkı sarılmasını sağlamak. Müslüman cemaatin vicdanlarında bu süreç tamamlanıp amacına ulaşınca, İslâm sakıncasız gördüğü için yaşatmak istediği bazı eski gelenekleri diğerlerinden ayrıştırmaya geçti. Fakat bu geleneği veya kültür unsurunu eski cahiliye kökünden kopardıktan, onu o ortamdan iyice izale ettikten sonra İslâm kulpuna bağlıyor; böylece bu geleneği, bu kültür unsurunu bir müslüman uygularken ona, cahiliye döneminde yapılıyordu diye değil, kökü İslâm'a dayalı yeni bir İslâm geleneği veya kültür unsuru olarak uyguluyor, benimsiyordu. Burada radikal eğitim metodunun pratik bir örneği ile karşı karşıyayız. Çünkü yukarda okuduğumuz ayet, Safa ile Merve'nin Allah'a ibadet sembolleri arasında yeraldıklarını belirleyerek söze giriyor. "Hiç şüphesiz, Safa ile Merve Allah'a ibadet sembollerindendir." Buna göre, bu iki tepe arasında tavaf yapan bir ziyaretçi, yüce Allah'a ibadet etme anlamı taşıyan bir hareket yapmış, bu iki tepe arasındaki tavaf ile Allah'a yönelmiş oluyor. Bu yeni tavaf ile cahiliye döneminden miras kalan eski tavaf arasındaki ilişki kesinlikle kopmuştur. Artık bu işlem, Esaf ve Naile adlı putlara ya da diğer cahiliye dönemi putlarına değil, yüce Allah'a yöneliktir. Bu yüzden herhangi bir sakıncası, günahı yoktur. Davranış; artık o eski davranıştan başka bir davranış, yöneliş; o yönelişten tamamen farklı bir yöneliştir. "Buna göre kim Hacc ve Umre amacı ile Kâbe`yi ziyaret ederse bu iki tepeyi tavaf etmesinde hiçbir sakınca yoktur." Nitekim İslâm, daha önce Araplar arasında Hacc hareketlerinin büyük bir çoğunluğunu onayladı, bu hareketlerin sadece putlara ve asılsız birtakım cahiliye saplantılarına ilişkin olanlarını reddetti ve onayladığı Hacc hareketlerini de yüce Allah tarafından vaktiyle Hz. İbrahim'e (selâm üzerine olsun) öğretilmiş ibadet amaçlı davranışlar oldukları gerçeğinden hareket ederek yeni İslâm düşüncesine bağladı. (Bu surenin akışı içinde, yeri gelince Hacc farizasından söz ederken bu mesele ayrıntılı olarak. açıklanacaktır.) Umre'ye gelince onun hareketleri de Hacc'ınki gibidir. Yalnız bu ziyarette Arafat'ta vakfeye durma şartı olmadığı gibi, zaman bakımında Hacc mevsimi ile sınırlı değildir. Safa ile Merve arasındaki tavaf ise Hacc'ın da Umre'nin de yapılması gerekli hareketleri (şeairi) arasındadır. Bu ayet gönüllü olarak mutlak anlamda hayır işlemeye övgü yönelterek sona eriyor: "Kim gönüllü olarak bir hayır işlerse, bilsin ki, Allah karşılığını verir (ona müteşekkirdir) ve yaptığını bilir." Bu ifade ile bu tavafın hayırlı bir iş olduğuna işaret edilerek vicdanları rahatsız eden bütün çekingenlikler gideriliyor; böylece kalpler rahatlatılıyor; yüce Allah'ın bu tavafı hayırlı bir iş saydığına ve karşılığında mükâfat vereceğine dair gönüllere güvence aşılanıyor. Son olarak yüce Allah'ın kalplerin içerdiği niyetleri ve duyguları iyi bildiği vurgulanıyor. Bu ayetin sonunda yeralan, "Hiç şüphesiz, Allah ona karşı müteşekkirdir" ifadesi üzerinde bir an durup düşünmemiz gerekir. İfade aslında, "Allah o iyilikten hoşnut olur ve onu sevapla ödüllendirir" anlamına gelir. Fakat "müteşekkir olur" deyimi bu somut anlamın üzerine meltem rüzgârlarının ılık soluğunu, eksiksiz ilâhi hoşnutluğun serinletici müjdesini üfler. Öyle ki, bu ilâhî hoşnutluk; sanki kulların Rabbinden gelen bir şükür, bir teşekkürmüş gibi bir sezgiye varıyoruz. İfade bu olağanüstü tatlılığı ile insana, kulun Rabbine karşı takınmakla görevli olduğu nezaketi düşündürüyor. Öyle ya, madem ki Allah, hayır işleyen kuluna "şükrediyor", teşekkür ediyor; kul, Rabbine olan şükür ve hamd borcunu ödemek için ne yapmalıdır? İşte Kur'an üslubunun bu meltemi; bütün serinliği, yumuşaklığı ve güzelliği ile elle dokunulabilecek nitelikte somuttur. Okuduğumuz ayetlerde Safa ile Merve'nin tavaf edilmelerinin meşruluğu, sakıncasızlığı açıklandıktan sonra yüce Allah'ın indirmiş olduğu belgeleri ve hidayeti gizli tutanlara hücum ediliyor. Bunlar; bu surenin başından beri olumsuz tutumlarından uzun uzun sözedilmiş olan yahudilerdir. Burada yahudilere tekrar hücum edilirken, aslında biz müslümanlara şu mesaj gönderiliyor: "Ey müminler, dikkatli olun. Kıblenin Kabe'ye döndürülmesi ve Hacc ibadetinde bu yerin ziyaret edilmesi farz kılındığında nasıl sizin zihinlerinizi bulandırıp düşmanlık kampanyası açmışlarsa, aynı kampanya bu olayla beraber yine gündeme gelecektir." Okuyalım: 159- İndirdiğimiz belgeleri, biz onları Kitapta açıkladıktan sonra gizleyenler var ya, onlara hem Allah hem de bütün lânet edebilenler lânet eder. 160- Yalnız tevbe edenler, ıslâh olanlar ve gerçeği ortaya koyanlar müstesna; onları ben bağışlarım. Zira ben tevbeleri kabul ederim ve merhametliyim. 161- Ayetlerimizi inkâr etmiş ve kâfir olarak ölmüş olanlara gelince Allah'ın, meleklerin ve insanların ortak lâneti onların üzerinedir. 162- Bunlar (sürekli lânetlenmiş olarak) orada ebediyen kalırlar. Ne azapları hafifletilir ve ne de kendilerine mühlet verilir. Yahudiler ile hıristiyanlar, Peygamberimizin peygamberliğinin ne kadar gerçek olduğunu ve insanlara tebliğ ettiği emirlerin ne kadar doğru olduğunu ellerindeki kutsal kitabın verdiği bilgilere dayanarak kesinlikle biliyorlardı. Fakat böyle olmasına rağmen yüce Allah'ın kutsal kitaplarında kendilerine açıklamış olduğu gerçekleri gizli tutuyorlardı. Gerek onlar ve gerekse tarihin herhangi bir dönemindeki benzerleri, yüce Allah tarafından indirilen gerçeği, çeşitli sebeplerin dürtüsü ile, gizli tutarlar. İnsanlar böylelerine çeşitli dönemlerde ve çeşitli yerlerde rastlıyorlar. Bunların ortak tutumu şöyle özetlenebilir: Bunlar bile bile hakkı, gerçeği söylemezler; gerçeği anlatan sözleri, belgeleri, kesinliklerinden emin olmalarına rağmen saklı tutarlar; yüce Allah'ın kitabında yeralan kimi ayetlerden uzak dururlar, onları günyüzüne çıkarmazlar, tersine onları sessizce geçiştirirler, dikkatlerden saklarlar. Bunu, sözkonusu ayetlerin içerdiği gerçekleri saptırmak, onu insanların kulaklarından ve diğer duyu organlarının algısından gizlemek için yaparlar. Bu tutumlarının ardında mutlaka dünyalarına dönük bir menfaat yatar. Bu tutumu biz birçok durumlarda ve bu dinin birçok gerçekleriyle ilgili olarak sık sık görüyoruz. İşte, "Onlara hem Allah ve hem de bütün lânet edebilenler lânet eder." Onlar sanki bir lânet çukuruna dönüşmüş gibidirler. Her yerden üzerine lânet yağan, lânet akan bir çukur olmuşlardır. Yüce Allah'ın lânetinden sonra, lânet edebilen herkes bu çukurun üzerine üşüşmüştür sanki. Lânet, sözlük anlamı ile, birini öfke içinde kovmak, paylayarak yanından uzaklaştırmak demektir. Buna göre bu kimselere, onları rahmetinden kovma anlamında lânet eder. Aynı zamanda bütün lânet edebilenler de onları her yerden kovarlar. Böylece onlar hem yüce Allah tarafından ve hem de O'nun kulları tarafından her yerden kovulmaktadırlar. Ama şunu da unutmamak gerekir: "Yalnız tevbe edenler, ıslâh olanlar ve gerçeği ortaya koyanlar müstesna; onları ben bağışlarım. Zira ben, tevbeleri kabul ederim ve merhametliyim." Kur'an-ı Kerim, bunların yüzüne bu aydınlık pencereyi, yani tevbe penceresini açarak yüreklerine umut meltemi estiriyor ve kalplerini ışık kaynağına yönlendiriyor. Demek oluyor ki, yüce Allah'ın rahmetinden ümit kesmek, O'nun bağışlayıcılığını hesaptan çıkarmak yok. İsteyen, iyi niyetli olarak bu güvenli limana sığınabilir. Tevbenin samimiliğinin göstergesi ise, yanlış davranışı düzeltmek, açık yüreklilikle konuşmayı benimsemek, gerçeği açıklamak, itiraf etmek ve bu gerçeğin gerektirdiğini yapmaktır. Bundan sonra yüce Allah'ın rahmetinden ve yapılmış tevbeyi kabul edeceğinden emin olmak gerekir. Çünkü O, bize; "Zira ben tevbeleri kabul ederim ve merhametliyim" buyuruyor ve O söz söyleyenlerin en doğru söyleyenidir. Bu tutumlarında ısrar ederek tevbe etmeyenlere ve böylece ellerindeki fırsatı kaçıranlara, kendilerine tanınan mühleti harcayanlara gelince; bu kimseler, yüce Allah'ın daha önce ayrıntılı olarak, vurgulayarak ve fazlası ile anlatarak vermiş olduğu kara haberli akıbetle karşılaşacaklardır. "Ayetlerimizi inkâr etmiş ve kâfir olarak ölmüş olanlara gelince; Allah'ın, meleklerin ve insanların ortak lâneti onların üzerinedir." Çünkü bu kimseler yüzlerine açılan kapıyı kendi elleriyle kapatmışlar, önlerine çıkan fırsatı kaçırmışlar, kendilerine tanınan mühleti harcamışlar; gerçeği saklamayı, kâfirliği ve sapıklığı ısrarla sürdürmüşlerdir. Bu yüzden, "Allah'ın meleklerin ve insanların ortak lâneti onların üzerinedir." Bu, insanı çepeçevre kuşatma altına alan bir lânettir. Ne kurtuluşu var ve ne de sığınılacak şefkatli bir kucak! Kur'an-ı Kerim, bu çepeçevre kuşatıcı lânet dışında, onlar için başka bir azaptan sözetmiyor. Bunun yerine, bu azabın hafifletilmeyecek, ertelenmeyecek ve mühlet verilmeyecek bir azap olduğunu vurguluyor. Hiç kuşkusuz bu azap, diğer bütün azap türlerinden daha ağır bir azaptır. Kovma, uzaklaştırma, reddetme ve horlama azabı. Bu azaba çarpılanlar, kendilerine acıyacak hiçbir şefkatli kucak, hiçbir hoşgörülü bakış ve hiçbir avutucu söz söyleyen dil bulamazlar. Onlar hem yüce Allah katından, hem insanlar tarafından, yeryüzünde de yüce ruhlar aleminde de lânetlenmişler, kovulmuşlar, dışlanmışlardır. İşte acı ve onur kırıcı azap budur. Ayetlerin bundan sonra okuyacağımız bölümünde imana dayalı düşünce, bu düşüncenin en önemli temeli olan Tevhid ilkesine oturtuluyor ve bu gerçeği tartışma götürmez bir kesinlikle belgeleyen bazı evrensel tablolar gözönüne seriliyor. Arkasından, başka birtakım şeyleri Allah'a ortak koşanlar kınanıyor ve Ahirette çekecekleri azabı gördüklerinde takınacakları perişan tutum sergileniyor. Böyleleri o zaman birbirleri ile ilişkilerini kesecekler, fakat bu ilişki kesimi kendilerine hiçbir fayda sağlamayacak, pişmanlık ve hayıflanma duygularını dindiremeyecek ve kendilerini Cehennem ateşinden kurtaramayacaktır. Devam ediyoruz: 163- İlahınız tek bir ilahtır, O'ndan başka ilah yoktur. O, Rahman ve Rahim'dir. 164- Hiç şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbirini kovalamasında, insanlara yararlı şeyler ile denizde yüzen vapurlarda, Allah'ın gökten su indirip onun aracılığı ile ölü yeri dirilterek üzerine her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgârları ve gökle yer arasında emre hazır bekleyen bulutları yönlendirmesinde, düşünen bir topluluk için birçok ayetler, deliller vardır. 165- İnsanlar arasında Allah'a çeşitli eşler koşanlar ve bu koştukları eşleri Allah'ı sever gibi sevenler vardır. Oysa müminler en çok Allah'ı severler. Zulmedenler, azabı gördükleri zaman bütün kuvvetin Allah'ta olduğunu ve Allah'ın azabının ağır olduğunu anlayacaklarını keşke şimdiden bilselerdi! 166- İşte uyulanlar (liderler), kendilerine uyanlardan uzaklaşıverdiler, azabı gördüler ve aralarındaki bütün bağlar kesildi. 167- Uyanlar o zaman "Keşke bir daha dünyaya geri dönebilseydik de şimdi onlar bizden nasıl uzaklaştılar ise bizde onlardan öyle uzak dursaydık " derler. Böylece Allah, onlara bütün yaptıklarını hayıflanmalar biçiminde gösterir. Onlar Cehennem'den çıkamayacaklardır. Allah'ın birliği ilkési, imana dayalı düşüncenin üzerine oturduğu büyük kaidedir. Hiçbir zaman Allah'ın (c.c) varlığı inancı hakkında tartışma olmamıştır. Allah'ın zatı, sıfatları ve yaratıklar ile arasındaki ilişkiler üzerinde çeşitli görüşler ileri sürülmüştür, fakat bu görüşleri savunanlar Allah'ın varlığını reddetmiyorlar. İnsan fıtratı bu gerçeği, yani Allah'ın varlığı gerçeğini hiçbir zaman unutmuş değildir. Yalnız şu son zamanlarda hayatın özünden ve fıtratın kaynağından kopuk Ateist bir grup türedi. Bu türediler Allah'ın varlığını kökünden inkâr ediyor. Fakat bunlar, kural dışı meydana çıkmış bir yaratık türüdür, varlık bütününe bağlanan bir kökü yoktur. Bu yüzden eninde-sonunda yok olmaya, varlık bütününden ayıklanıp atılmaya kesinlikle mahkûmdur. Bu varlık bütününün ne yapısı ve ne de fıtrî karakteristiği sözünü ettiğimiz köksüz yaratıkların varlıklarına asla katlanamaz! Bu yüzden Kur'an-ı Kerim, yüce Allah'ın birliği ilkesinden sözetmeye sık sık başvurur. Çünkü bu ilke, düşünceyi rayına oturtucu kaçınılmaz bir düzeltme uyarıcısı, bu düşünceye dayanaklık eden temel kaidedir. Arkadan gelecek olan ve sözkonusu doğru düşünceden kaynaklanmış olan ahlâkî ve sosyal kurallar da bu ilkenin oluşturacağı tabana oturacaklardır. Varlık bütününün ilâhının tek olduğu düşüncesinde yani. Tekrarlayalım: "İlâhınız tek ilahtır." "O'ndan başka ilâh yoktur." "O Rahman ve Rahimdir." Kur'an-ı Kerim'in değişik pekiştirme üslupları ile son derece ağırlık vererek vurguladığı Allah'ın birliği ilkesinden, insanların kulluk ve ibadet sunacakları mabud birliği, insanların ahlâk ve davranış kurallarını dayandıracakları merci birliği, insanların hukuk sistemlerinin ve kanunlarının özlerini dayandıracakları kaynak birliği ve insanların her alandaki yaşama biçimlerini yönlendirecek sosyal düzen birliği doğar. Kur'an-ı Kerim burada, yani müslüman ümmeti yeryüzünde üstleneceği son derece önemli rolü omuzlamaya hazırlamayı amaçladığı bu noktada, Mekke döneminde inen ayetlerde sık sık tekrarladığı bu gerçeği bir kere daha hatırlatıyor. Kur'an-ı Kerim sürekli biçimde bu gerçeğin köklerini derinleştirmeye, duyu organlarının ve aklın bütün faaliyetlerini, hayatın ve varlık aleminin bütün kesimlerini kapsamına alacak derecede onun etki alanını genişletmek istiyor. Bu gerçeği burada bir kez daha hatırlatıyor ki, diğer hukukî düzenlemeleri ve yükümlülükleri bu esasa dayandırsın. Bu ayetin sonunda yüce Allah'ın sıfatlarının ikisini oluşturan "Rahman" ve "Rahim" sıfatlarını hatırlatıyor. Çünkü bütün hukukî düzenlemeler ve yükümlülükler O'nun sınırsız, köklü ve sürekli rahmetinden kaynaklanır. İçinde yaşadığımız şu evren bütünü, bütün alanlarında bu birliğin ve bu rahmetin somut belgelerini seslendirmekte, şahitliğini yapmaktadır. Tekrar okuyalım: "Hiç şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbirini kovalamasında, insanlara yararlı şeyler ile denizde süzülen gemilerde, Allah'ın gökten su indirip onun aracılığı ile ölü toprağı dirilterek yüzeyine her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgârları ve gökle yer arasında emre hazır bekleyen bulutları yönlendirmesinde, düşünen bir topluluk için birçok ayetler, deliller vardır." Bu ayette kullanılan, duyu organlarını ve duyguları uyarma yöntemi, gözü ve kalbi, şu kainatın acayipliklerine, şaşırtıcı niteliklerine açmaya elverişlidir. O acayiplikler ki, onlarla uzun süre birarada oluşumuzun getirdi | |
16 Eylül 2008, 14:26 | Mesaj No:15 |
Cvp: Fizilalil Kuran Bakara Suresi Tefsiri O acayiplikler ki, onlarla uzun süre birarada oluşumuzun getirdiği ülfet ve kanıksama duygusu, taşıdıkları orjinallikleri, olağanüstülükleri, kalbe ve duyu organlarına dönük mesajlarını farketmez olmamıza yolaçmakta, onları normal şeyler saymamıza sebep olmaktadır. Oysa okuduğumuz ayet, bu evreni, bizleri onu ilk kez görüyormuşuz gibi açık bir göz, keskin duyu organları ve diri bir kalp ile gözlemeye çağırıyor. Bu ardarda sıralanan tablolarda nice acaiplikler ve nice şaşırtıcı orjinallikler vardır. Gözler bunları ilk gördüklerinde kimbilir nasıl faltaşı gibi açılmış, kalpler bunları ilk fark ettiklerinde kimbilir nasıl heyecandan titremiş, sonra zamanla edinilen kanıksama duygusu ve alışkanlık, bu şaşırtıcı cümbüş karşısında duyduğumuz ilk süpriz sarsıntısını, ilk baskın dehşetini, ilk bakışın ürküntüsünü nasıl bizden alıp götürmüştür... Şu gökler ile yer... Şu korkunç mesafeler, şu iri gezegenler, şu büyüleyici ufuklar ve şu meçhul alemler. Uzay denen şu baş döndürücü boşluk içinde bu gezegenlerin hareketleri ve dönüşleri sırasında beliren şu duyarlı uyum... İnsana şöyle bir göz kırpıp sonra kaybolarak bilinmezliğin koynuna giren şu binbir sırlar... Şu gökler, şu yer... Hatta insan bunların uzaklıkları, hacimleri ve binbir gizli sırları hakkında hiçbir şey bilmese bile ne müthiş! Yüce Allah bu sırların bazılarını, ancak insanların idraki gelişince ve bilimsel araştırmalar yeterli düzeye varınca kullarına açmaktadır. Gece ile gündüzün yer değiştirmesi... Aydınlığın ve karanlığın kovalamacası... Işımaların ve kararmaların birbirini izlemesi... Şu tanyeri ağarması ve şu güneşin batışı... Bunlar, nice duyguları sarsmış, nice kalpleri heyecanla titretmiş ve nice zaman en acaip şeyler olarak algılanmıştır. Fakat bu olaylar tekrar tekrar yaşandıkça insan onlar karşısındaki ilk heyecanını ve coşkusunu yitirmiş, geride bırakmıştır; fakat mümin kalp hariç. O bu tabloları her defasında yeni bir yaklaşımla algılamakta, bunlar kendisine her zaman yüce Allah'ın gücünü hatırlatmakta, her defasında onları yeni bir yaratılış cilvesini görmenin coşkusu ile karşılamaktadır. İnsanlara yararlı şeyler taşıyan vapurların denizin engin sularında süzülmelerine gelince, bu görüntüden edindiğim derin hikmeti, algılayabildiğim kadarı ile yansıtmaya çalışayım. Okyanusun uçsuz-bucaksızlığı ortasında bir nokta gibi kalan gemi, bizi yüklenmiş götürüyor. Çevremizde birbirinin sırtına binen sonsuz dalgalar ile engin ve katışıksız bir mavilik hakim... Oraya buraya dağılmış bir çok gemi yüzerek yol alıyor... Yüce Allah'ın kudretinden, gözetiminden ve O'nun tarafından düzenlenmiş olan bir evrensel kanundan başka bir şey değil gördüklerim. Sözünü ettiğimiz küçücük noktayı (vapuru) o dağ gibi dalgaların sırtında o korkunç boşlukta taşıtan güç işte o güçtür. Şimdi de, "Allah'ın gökten su indirip onun aracılığı ile ölü toprağı dirilterek yüzeyine her çeşit canlı türünü yaymasını, rüzgârları ve gök ile yer arasında emre hazır duran bulutları yönlendirmesini" ele alalım. Bu sayılanların tümü öyle çarpıcı tablolardır ki, eğer insan onları, Kur'an'ın telkin ettiği gibi, açık bir göz ve bilinçli bir kalple yeniden düşünse, göreceği kudret ve rahmet karşısında vücudu zangır zangır titrer. Suyun cömertliği ile kucaklaşan yerden, toprak parçasından fışkıran şu hayat; şu mahiyeti meçhul, farkedilmez biçimde kımıldayıp bir süre sonra güçlü varlığını açıkça belirtici bir eda ile ortaya çıkan, lâtif cevherli hayat... Bu hayat nereden geldi? O, tanenin içinde ve çekirdekte saklı idi. Fakat taneye ve çekirdeğe nereden geldi? Onun kaynağı, ama ilk kaynağı nedir? İyi bilelim ki, insan fıtratını yoğun ve ısrarlı baskısı altında tutan bu soru ile karşılaşmaktan kaçınmanın hiçbir yararı yoktur. Allah'ın varlığını inkâr edenler (ateistler) uzun yıllar boyunca, ölülere hayat verebilen bir yaratıcının varlığını onaylamaktan, itiraf etmekten başka hiçbir cevabı olmayan bu soruyu gözardı etmeye kalkıştılar. Uzun zaman insanları, -Haşa yüce Allah'ın varlığına ihtiyaç olmaksızın!- hayat yaratma yolunda oldukları kuruntusu ile oyalamaya çalıştılar. Fakat sonunda hem de Allahsız, koyu kâfirliğin egemen olduğu bir ülkede bu sonuçsuz inada son vererek hoşlarına gitmeyen gerçeği -yani hayat yaratmanın imkansız olduğu realitesini- itiraf etmek zorunda kaldıklarını görüyoruz. Şimdilerde bu gerçeği itiraf eden kişi, kâfir Rusya'nın en tanınmış biyoloji bilginidir. Tekâmül nazariyesinin savunucusu olan Darwin de yıllarca önce bu soru karşısında bocalamış, hiçbir söz söyleyememişti. Sonra, sürekli yön değiştirerek oradan oraya doğru esen şu rüzgârlara, gökle yer arasında emre amade bekleyen, havanın taşıdığı ve yüce Allah'ın şu varlık bütününe sunmuş olduğu evrensel kanunlara boyun eğen şu bulutlara ne demeli? Hiç şüphesiz, rüzgârların esme sebepleri ve bulutların oluşumu hakkında ileri sürülen teorilerden birinin söylediklerini papağan gibi tekrarlamak, bu konuda yeterli bir cevap değildir. Çünkü buradaki en derin sır, sözkonusu sebeplerin altında yatan sırdır. Evrenin, hayatın doğup gelişmesine; rüzgârlar, bulutlar, yağmur ve toprak gibi hayatın gelişimini sağlayıcı sebeplerin biraraya gelmesine elverişli bir karakterde, bir yapıda, bir nitelikte yaratılmış olmasının sırrı yani... Uzmanların, binlercesini sayabilecekleri ve bir tanesinin bile yokluğu halinde hayatın doğmasının ya da bildiğimiz gelişme sürecini izlemesinin imkânsız hale geleceği şu uyuşumların, şu hassas koordinasyonların sırrı... İşin içinde bir amacın, bir iradenin, aynı zamanda bir karar birliğinin, bir tasarlama rahmetinin olduğunu sezdiren, hatta haykıran ince bir önceden tasarlayıcılık sırrı... İşte bu tablolarda "Düşünen bir topluluk için bir çok ayetler, deliller vardır." Evet, eğer insan kanıksamışlığın ve umursamazlığın yolaçtığı aptallığı aklından atarak bu evrensel tablolara sürekli yenilenen bir algı, araştırıcı bir göz ve iman nuru ile aydınlanmış bir kalp ile yaklaşabilse; bu kainatta, oraya başka bir alemden yeni inmiş öncü bir uzay adamı merakı ile gezinse, her parıltı gözüne ilişir, her ses kulağına gelir, her hareket dikkatini çeker ve sürekli biçimde gözlerin, kalplerin ve duyguların önünde akıp duran bu acaiplikler , bu olağanüstü oluşumlar benliğini zangır zangır titretir. İşte imanın yaptığı budur. İman; dışa açılmadır, keskin duyarlılıktır. İman; güzeli, uyumluluğu ve mükemmelliği takdir etmedir. İman; kainatı yenilenmiş bir bakışla görmek, güzelliği taze bir idrak ile algılamak ve yeryüzünde geceler ve gündüzler boyunca yüce Allah'ın yaratıcılık sanatı ile düzenlenmiş bir şenliğin içinde yaşamaktır. Bununla birlikte, dünyamızda etrafa bakmayanlar, düşünmeyenler ve bu tutumlarının sonucu olarak varlıklar projesinin ve kâinatta geçerli olan şaşırtıcı evrensel kanunlar birliğinin telkin ettiği Tevhid ilkesinden, tek ilâh prensibinden sapmış olan birçok insan vardır: "İnsanlar arasında Allah'a eş koşanlar ve bu eş koştukları şeyleri Allah'ı sever gibi sevenler vardır." Evet, insanlar arasında Allah'a eş, ortak koşanlar vardır. Bu ayetin. seslendiği insanların yaşadıkları dönemlerde sözkonusu eşler ve ortaklar çeşitli taşlar, ağaçlar, yıldızlar, gezegenler, ya da melekler ve şeytanlar olarak ortaya çıkmışlardı. Bu eşler ve ortaklar, bütün cahiliye dönemlerinde ya bir takım cansız nesneler ya putlaştırılmış şahıslar ya ideolojiler ya da nazariyeler kılığında belirirler. Bunlar eğer yüce Allah'ın âdı ile yanyana anılır ve insan bunları kalbindeki Allah sevgisine ortak ederse, tümü ile gizli veya açık birer şirktir. Peki, ya eğer kişi Allah sevgisini kalbinden iyice silerek, sırf Allah'a yöneltilmesi gereken bu sevgiyi tamamen sözü edilen eş ve ortakların tekeline verirse o zaman durum nice olur? Müminlere gelince onlar hiçbir şeyi yüce Allah'ı sevdikleri kadar sevmezler. Ne kendilerini ne başkalarını. Ne birtakım putlaştırılmış şahısları ne bazı nazariyeleri ne kimi ideolojileri ve ne de insanların peşinde koştukları yeryüzü kaynaklı herhangi bir değerli varlığı. "Oysa müminler en çok Allah'ı severler." En çok Allah'ı sevmek!.. Her türlü ölçünün ve her türlü sınırlamanın dışında ve üstündeki mutlak bir sevgi... Başkalarının Allah dışındaki şeylere yönelttikleri bütün sevgilerden daha büyük bir sevgi... Buradaki "sevgi" deyimi güzel bir deyimdir. Üstelik, gerçeği ifade eden yerinde bir deyimdir de. Çünkü, gerçek mümin ile Allah arasındaki ilişki sevgi ilişkisidir. Kalp bağı ve manevi çekim ilişkisidir. Muhabbet ve yakınlık ilişkisidir. Sevgi heyecanı ile bağlı, aydın ve aşk dolu bir vicdanın ilişkisi. Okumaya devam edelim: "Zulmedenler azabı gördükleri zaman, bütün kuvvetin Allah'ta olduğunu ve Allah'ın azabının ağır olduğunu anlayacaklarını keşke şimdiden bilselerdi! İşte uyulanlar, kendilerine uyanlardan uzaklaşıverdiler; azabı gördüler ve aralarındaki bütün bağlar kesildi. Uyanlar o zaman; `Keşke dünyaya bir daha dönebilseydik de şimdi onlar bizden nasıl uzaklaştılar ise biz de onlardan öyle uzak dursaydık" derler. Böylece Allah onlara bütün yaptıklarını hayıflanmalar biçiminde gösterir. Onlar Cehennem'den çıkamayacaklardır. Allah'a birtakım ortaklar koşarak hem hakka karşı ve hem de kendilerine zulmedenler var ya, eğer onlar ortağı olmayan Allah'ın huzurunda dikilecekleri güne göz atabilseler, zalimleri bekleyen azabı karşılarında görecekleri günü şimdiden bakışlarının kapsamı içine alabilseler, eğer bunları şimdiden görebilseler, "Bütün kuvvetin Allah'ta olduğunu", buna göre eşlerin ve ortakların varlığının sözkonusu olmadığını ve "Allah'ın azabının ağır olduğunu" görürlerdi. Bunun yanında onlar keşke Ahiretteki azabı karşılarında görecek olan liderlerin kendilerine uyanlardan uzaklaşacakları, böylece liderler ile onların peşinden gidenler arasındaki bütün bağların, ilişkilerin ve iplerin kopacağı anı da keşke şimdiden görebilselerdi. O ana-baba gününde, uyan olsun, lider olsun, herkes kendi derdine düşecek, sırf kendisini düşünecektir. Böylece o gün aldanmış yığınların bağlandıkları bütün iktidarlar ve liderlikler düşecek, bu iktidarların sahipleri ile liderler, bağlılarını korumak bir yana, kendilerini korumaktan aciz kalacaklardır. Bunun sonucu olarak, tek Allah'ın ve tek kudretin gerçek olduğu, buna karşılık sapık liderliklerin yalancılıkları, güçsüzlükleri, Allah'ın ve O'nun azabının karşısında ellerinden hiçbir şey gelemeyeceği realitesi ortaya çıkacaktır. İşte o zaman; "Uyanlar; `Keşke dünyaya bir daha dönebilseydik de şimdi onlar bizden nasıl uzaklaştılar ise biz de onlardan öyle uzak dursaydık' derler." Burada, sapık liderliklerin aldanmış bağlıları, efendilerine karşı kinlerini ve nefretlerini açığa vuruyorlar, ayrıca tatlı geçmişlerine (!) döndürülmelerini, tekrar dünyaya gönderilerek kendilerini vaktiyle aldatan, fakat şimdi azabı görünce onlarla ilişkilerini kesen, aslında zayıf ve aciz liderlere karşı bağımlılıklarından vazgeçebilmeyi özlüyorlar. | |
16 Eylül 2008, 14:26 | Mesaj No:16 |
Cvp: Fizilalil Kuran Bakara Suresi Tefsiri Bu tablo son derece etkileyicidir. Dünyadaki bağlılar ile liderler, sevenler ile sevilenler arasında; tatlı ilişkilerin birbirinden uzaklaşma, çatışma ve birbirlerine düşman kesilme ile yer değiştirmesini canlandıran bir tablo. Bunun arkasından hemen acı ve yürek yakıcı yorum geliyor: "Böylece, Allah onlara bütün yaptıklarını hayıflanmalar biçiminde gösteriyor. Onlar Cehennem'den çıkamayacaklardır." Okuduğumuz ayetlerin devamında daha sonra insanlar, hayatın temiz nimetlerinden yararlanmaya, buna karşılık kirli ve iğrenç şeylerden uzak durmaya çağrılıyor. Buna bağlı olarak kendilerine sürekli olarak kötü şeyler yapmayı emreden Şeytan'a uymamaları, Allah'ın izni ve yasası olmaksızın bazı şeyleri O'na rağmen helâl ya da haram saymaya kalkışmamaları uyarısı yöneltiliyor. Ayrıca, inanç konusunda yüce Allah'ın rehberliğine dayanmayan taklitçiliklerden ve özenmelerden kaçınmaları telkin ediliyor. Son olarak da yüce Allah'ı bir yana bırakarak birtakım düşünemez ve işitemez putlara tapanlar, bunlardan medet umanlar kınanıyor. Böylece bu ayetler demetinin konusu ile bir önceki ayetler demetinin konusu ortak bir noktada buluşmuş oluyor. 'Ey insanlar, yeryüzünde bulunan şeylerin temiz ve helâl olanlarından yiyin, sakın Şeytan'a ayak uydurup onun izinden gitmeyin, çünkü o sizin açık düşmanınızdır. O size her zaman kötülük ve çirkin davranışlar yapmanızı ve Allah hakkında bilmediğiniz şeyler uydurmanızı emreder. Onlara (yahudilere) `Allah'ın indirdiklerine uyun' denilince; `Hayır, biz atalarımızdan gördüklerimize uyarız' derler. Peki, ya ataları hiçbir şey düşünemeyen, doğru yolu bulamamış kimseler idiyse de mi öyle yapacaklar? Kafirler, bağırmadan ve naradan başka ses işitmeyen ve (sürekli) haykırana (hayvana) benzerler. Onlar sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler; onun için düşünemezler." Yüce Allah daha önce okuduğumuz ayetlerde kendisinin tek ilâh, tek yaratıcı olduğunu ve başka şeyleri O'na ortak koşanların hakettikleri akıbete uğrayacaklarını açıkladıktan sonra, şimdi bu ayetlerde de kullarının rızkını verenin kendisi olduğunu, helâl ile haramı yalnız kendisinin yasalaştıracağını belirtmeye geçiyor. Daha önce gördüğümüz gibi bu yetki, Allah'ın birliği ilkesinin bir türevi, kaçınılmaz bir sonucudur. Çünkü yaratmayı ve rızık vermeyi hangi merci yapıyorsa kanun koyup helâl ile haramı belirlemeyi de o yapar. Böylece yasa koyma ile inanç sistemi arasında kopmaz bir ilişki kuruluyor. Bu ayetlerde yüce Allah bütün insanlara, yeryüzünde kendilerine rızık olarak bağışladığı maddelerin helâl ve temiz olanlarından yemelerini mübah ve serbest kılıyor; daha sonra belirtilecek olan yasaklanmış yiyeceklerden kaçınmalarını buyuruyor. Helâl ve haram konusunda sadece O'ndan emir almalarını, bu meselelerin hiçbirinde Şeytan'a uymamalarını öneriyor. Çünkü Şeytan onların düşmanıdır. Bu yüzden onlara iyi olanı değil, düşünce ve eylem olarak kötüyü emreder; yüce Allah'ın emrine dayanmadığı halde söylediklerinin, ileri sürdüklerinin Allah'ın şeriatinin ta kendisi olduğunu kabul etmelerini önerir. Meselâ, tıpkı vaktiyle yahudilerin yaptıkları ve yine bir zamanlar Kureyşli müşriklerin iddia ettikleri gibi: 168- Ey insanlar, yeryüzünde bulunan şeylerin temiz ve helâl olanlarından yiyin; sakın Şeytan`a ayak uydurmayın, onun izinden gitmeyin. Çünkü o sizin açık düşmanınızdır. 169- O size her zaman kötülük ve çirkin davranışlar yapmanızı ve Allah hakkında bilmediğiniz şeyi uydurmanızı emreder. Kur'an-ı Kerim'in az ilerde okuyacağımız bir ayetinde tek tek sayılarak belirtilen birkaç yasak yiyecek maddesi dışındaki yeryüzünde bulunan bütün yiyeceklerden, yararlanmayı serbest ve helâl ilân eden bu emir, bu inanç sisteminin özgürlükçü karakterini, evrensel sistemin işleyişi ve insan fıtratı ile arasındaki sıkı uyumu sembolize eder. Bunu biraz daha açmak gerekirse; yüce Allah yeryüzünde bulunan bütün maddeleri insan için yarattı ve bu yüzden de bunları ona helâl kıldı. Bu yararlanma özgürlüğünü, birkaç maddeyi içeren haram listesi ile ölçü ve hakkaniyet çerçevesini aşma taşkınlığı dışında sınırlayan hiçbir kayıt yoktur. Ayette sözkonusu emir, genel hatları ile serbestlik ve özgürlükten yanadır. Onun insandan istediği; hayatın temiz nimetlerinden yararlanması, fıtrî istekleri zorlamadan, onları baskı altına almadan doğal bir yaşam sürdürmesidir. Bunlar da bir tek şarta bağlıdır. o şart da insanların nelerin helâl ve nelerin haram olduğunu Şeytan'ın önerilerinden değil, bu rızıkları kendilerine sunmuş olan yüce Allah'ın buyruklarından öğrenmeleridir. Çünkü Şeytan, insanların açıkça düşmanı olduğu için onlara iyi şeyler önermez; tersine onlara sadece kötülükleri, çirkin davranışları, Allah'a karşı nankörlük etmeyi, hiçbir belgeye ve hiçbir gerçeğe dayanmaksızın Allah adına asılsız şeyler uydurmayı, O'na iftira etmeyi emreder. Okumaya devam ediyoruz: 170- Onlara; "Allah'ın indirdiklerine uyun" denilince; "Hayır, biz atalarımızdan gördüklerimize uyarız" derler. - Peki, ya onların ataları hiçbir şeyi düşünemeyen, doğru yolu bulamamış kimseler idiyse de mi öyle yapacaklar? Bu ayette kasdedilenler ister İslâm'a her çağrıldıklarında, kendilerine hukuk sistemlerini ve ibadet geleneklerini sadece bu ilâhi kaynağa dayandırmaları gerektiği her hatırlatıldığında, bu dinin onaylamadığı cahiliye geleneklerinden kopmalarının lâzım geldiği onlara her söylendiğinde bu ayette nakledilen sözü hatırlatan müşrik Araplar olsun; isterse atalarından kendilerine miras kalmış olan kültür birikimine bağlılıklarını sürdürmekte ısrar ederek bu yeni dinin hem bütününü ve hem de ayrıntılarını benimsemeyi inatla reddeden yahudiler olsun; ister onlar, ister bunlar kastedilmiş olsun, bu ayet, inanç konusunda yüce Allah'tan başkasından birşey öğrenmeyi, bu konuda taklitçi olmayı, düşünceden ve bilinçten yoksun nakilciliği ağır bir dille kınamaktadır: Peki, ya onların ataları hiçbir şeyi düşünemeyen, doğru yolu bulamamış kimseler idiyse de mi öyle yapacaklar? Eğer durum gerçekten böyleyse yine atalarından kendilerine miras kalmış olan düşüncelere ve geleneklere uymakta ısrar mı edecekler? Bu ne biçim bir katılık, ne biçim bir taklitçiliktir? Bu yüzden böylelerinin gözleri önüne, bu kör taklitçiliğe ve katılığa yaraşan alaycı ve komik bir tablo getiriliyor. Kendisine söylenenlerden hiçbir şey anlayamayan, çobanın bağırarak söylediklerini sadece anlam ve içerikten yoksun bir ses dalgalanması, bir gürültü olarak algılayabilen, bayıra salınmış bir hayvanın tablosu. Dahası var... Bu kimseler sözkonusu hayvandan bile daha aşağı düzeydedirler. Çünkü bu hayvan görebiliyor, işitebiliyor ve ses verebiliyor. Oysa bu kimseler sağır, dilsiz ve kördürler. 171-Küfredenlerin misali ;bağırıp çağırmadan başka bir şey duymayan, haykırıp duranınki gibidir. Onlar sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler; düşünemezler. Sağırdırlar,dilsizdirler,kördürler. Her ne kadar kulakları, dilleri ve gözleri olsa da, bu Kur'an'dan istifade edıp, hidayete ermedikten sonra onlar sağırdırlar,kördürler,dilsizdirler...Hilkatinin sebebi olan vazifeleri yerine getirmeyen kötürümleşmiş uzuvlar gibidirler. Sanki ne gözleri, ne dilleri, ne de kulakları var... 172- Ey müminler, size verdiğimiz rızıkların tertemiz (helâl) olanlarından yiyin ve eğer gerçekten sırf Allah â kulluk ediyorsanız, O'na şükredin. 173- Allah size sadece leşi, kanı, domuz etini ve Allah'tan başkası adına kesilen hayvanın etini kesinlikle haram kıldı. Fakat darda kalana, başkasının payına el uzatmamak ve zaruret miktarını aşmamak üzere bu etlerden yemek günah değildir. Hiç şüphesiz, Allah bağışlayıcı ve merhametlidir. 174- Allah'ın indirdiği kitapta bulunan birşeyi gizleyerek onu birkaç para karşılığında satanlar var ya, onlar karınlarına ateşten başka birşey indirmiyorlar. Allah Kıyamet günü onlarla konuşmaz ve kendilerini günahlardan arındırmaz. Onları acı bir azap beklemektedir. 175- Onlar hidayet karşılığında sapıklığı, mağfiret karşılığında azabı satın alanlardır. Onlar Cehennem ateşine karşı ne kadar da dayanıklıdırlar! 176- Bu azabın sebebi şudur: Allah, kitabı hak içerikli olarak indirdi ve bu kitap üzerinde görüş ayrılığına düşenler gerçekten derin bir anlaşmazlık, uyuşmazlık içindedirler. HELÂL VE HARAM YİYECEKLER Yüce Allah burada müminlere, kendisi ile onlar arasında ilişki kuran sıfatları (müminlikleri) ile seslenmekte; böylece onlara yasalarının kaynağı olarak sadece kendisini bilmelerini, neyin helâl ve neyin haram olduğunu sırf O'ndan öğrenmelerini dolaylı biçimde telkin etmekte; tek rızık verici sıfatı ile kendilerine bağışlamış olduğu rızıkları hatırlatmakta; bu rızıkların temiz olanlarından yararlanmalarını ~serbest tuttuğunu belirtmekte; böylece hiçbir temiz şeyi onlara yasaklamadığını, eğer onlara herhangi bir maddeyi yasakladı ise bunu onları bu maddenin yararından mahrum etmek ya da baskı altında tutmak istediği için değil, sözkonusu madde temiz olmadığı için yaptığını, çünkü başlangıçta rızıkları yararlarına sunanın kendisi olduğunu dolaylı yoldan anlatmakta; eğer Allah'a ortak koşmaksızın sırf O'na kulluk etmeyi istiyorlarsa Allah'a şükretmeleri gerektiğini telkin etmekte; böylece de şükretmenin kullara yüce Allah'ın rızasını kazandırıcı bir ibadet olduğunu ima etmektedir. Bütün bu anlamlar, az kelimeli tek bir ayete sığdırılmıştır. Okuyalım: "Ey müminler, size vermiş olduğumuz rızıkların tertemiz (helâl) olanlarından yiyin ve eğer gerçekten sırf Allah'a kulluk ediyorsanız, O'na şükredin." Bundan sonraki ayette müminlere haram yiyeceklerin neler olduğu, tek tek sayılarak ve ayete başlarken "innema (sadece, ancak)" sınırlama edatı kullanılarak açıklanıyor: "Allah size sadece leşi, kanı, domuz etini ve Allah'tan başkası adına boğazlanan hayvanın etini kesinlikle haram kıldı." Sağlıklı her insan organizması ölü hayvan etinden tiksinir. Kandan da öyle. Üstelik Kur'an-ı Kerim'in ve daha önce Tevrat'ın yüce Allah'ın onayı ile bu maddeleri yasaklamasından yüzyıllarca sonra, tıp bilimi, ölü hayvan eti ile kanda çeşitli mikroplar ve başka birtakım sağlığa zararlı maddeler bulunduğunu tespit etmiştir. Bu durumda acaba modern tıp bilimi bu iki maddenin sağlığa zararlı yönlerini tümü ile tespit edebilmiş midir, yoksa bu ilâhî yasağın henüz insanlar tarafından keşfedilmemiş daha başka sebepleri var mıdır, bunu bilmiyoruz. Domuza gelince; bu hayvanın etini yemenin haram oluşunu günümüzde bazı kimseler tartışma konusu yapıyorlar. Temiz, bozulmamış her insan, aslında domuzdan nefret eder. Yüce Allah onun etini uzun yüzyıllar önce haram kıldı. Oysa insanların bilimi ancak çok kısa bir süre önce bu hayvanın etinde, kanında ve barsaklarında sağlık açısından çok tehlikeli kurtçukların (şerit biçiminde kurtçuklar ile bunların bir torba içinde saklanmış yumurtacıklarının) bulunduğunu ortaya koydu. Simdi de bazıları diyor ki; "Modern pişirme ve kızartma araçları çok gelişti. Bu yüzden sözkonusu kurtçuklar ile onların yumurtacıkları artık tehlike kaynağı olmaktan çıktı. Çünkü bu araçların sağladığı yüksek dereceli ısı sayesinde bu kurtçuklar ile yumurtacıklarının yok edilmesi garantiye bağlandı." Fakat böyle diyenler şunu unutuyorlar: Onların bilimlerinin bu hayvanın bir tek zararını keşfedebilmesi için uzun yüzyıllar geçmesi gerekti. Buna göre domuz etinde henüz bilim tarafından keşfedilmemiş başka bir zararlının bulunmadığını kim,garanti edebilir? Acaba bu konuda insanların bilimini yüzlerce yıl gerilerde bırakan İslâm şériatı, kendisine güvenmemizi; son sözü, her şeyi iyi bilen ve her emri yerinde olan yüce Allah'a dayanan bu kaynağa bırakarak haram dediğini haram, helâl dediğini helâl bilmemizi hakketmiş değil mi? Yüce Allah'tan başkası adına kesilmiş olan hayvanların etlerinin haram oluşu ise bu etlerin sağlığa zararlı olmalarından değil, Allah'tan başkasına adanmış olmalarından ötürüdür. Yani bu etler; sağlıklı düşünce, kalp selâmeti, ruh temizliği, gönül ihlâsı ve yön birliği açılarından zararlı ve hastalıklı oldukları için yasaklandılar. Bu manevi hastalığın mikrobu, pislik kavramının geniş anlamı içinde maddî pisliklere ve somut mikroplara eklenmiş, onların devamı sayılmıştır. Bu yasakla inanç sistemi arasında ondan önceki yasaklara göre daha sıkı bir ilişki vardır. İslâm ortaksız ve tek Allah'a yönelmeyi herşeyde titizlikle ön-plânda tutmuştur. İşte meseleye bu açıdan bakınca, bu ayetlerde dile gelen helâl ve haram hükümleri ile az önce okuduğumuz ayetlerde yüce Allah'ın birliğinden ve rahmetinden sözedilmiş olması arasındaki ilişki meydana çıkar. Sebebine gelince; bir tek Allah'ın varlığına inanmak ile herhangi bir yiyecek maddesinin helâl ya da haram kılınma yetkisini veya hukukî düzenleme gerektiren diğer bütün problemlerin çözüm yetkisini sırf Allah'a tanımak arasında güçlü ve dolaysız bir bağ vardır. Bununla birlikte, İslâm, zarurî durumları hesaba alarak bu durumlarda yasakları mübah kılar, serbest sayar. Sözkonusu sıkışık zamanlarda zaruret sınırlarını aşmamak, ölçüyü kaçırmamak şartıyla bu zaruretleri savacak, karşılayacak miktardaki haramları helâl kabul eder: "Fakat darda kalana, başkasının payına el uzatmamak, ve zaruret miktarını aşmamak üzere bu etlerden yemek günah değildir. Hiç şüphesiz, Allah bağışlayıcıdır ve merhametlidir." Bu hüküm genel bir ilkedir. Burada bu ayetle sözü geçen haramlar için geçerli olmakla birlikte mutlak olması sebebiyle başka yerlerde diğer haramları da kapsamı içine alır. Buna göre, hayatî tehlike taşıyan hangi zaruret ile karşılaşılırsa karşılaşılsın, bu zaruret ile karşılaşan kimsenin içine düştüğü sıkıntıyı, bu zarureti atlatacak miktarda harama girerek savması caizdir. Ancak, işlenecek haramın miktarı zaruretin sınırını aşmamalıdır. Yalnız bu hükmün birkaç noktasında fıkıh bilginleri arasında görüş ayrılığı vardır. Bù tartışmalı noktalardan biri zaruret konuları üzerindedir. Acaba bu konularda Kıyas (karşılaştırma) kuralı geçerli midir, yoksa sadece yüce Allah'ın Kur'an'da belirttiği durumlar mı zaruret durumu sayılır? Ayrıca zarureti savacak miktarın ne olduğu konusu da tartışmalıdır. Acaba bu miktar, kullanılacak haramın en alt birimi midir, yoksa tam olarak yemek ya da içmek anlamına gelir mi? Burada biz bu fıkhî tartışmaya girecek değiliz. Kur'an'ın ışığı altında yaptığımız bu kısa açıklama ile yetinmeyi uygun görüyoruz. Kur'an-ı Kerim'in helâl ve haram kıldığı maddeler konusunda yahudiler çok tartışmalar yapmışlardır. Çünkü bir defa sırf yahudiler için konmuş bazı haramlar vardı ki, bunlara başka bir surede değiniliyor. Okuyalım: "Biz yahudilere bütün tırnaklı hayvanları haram kıldık. Onlara sığır ve davarın sırt, bağırsak ve kemik yağları dışında kalan iç yağlarını da haram kıldık." (En'am Suresi, 46) Oysa bunlar müslümanlara mübahtı. Belki de onlar kendileri için haram kılınmış olan bu et ve yağların müslümanlara helal kılınmasını sindiremeyerek karşı çıkmışlar, bu hükmü tartışma konusu yapmışlardı. Ayrıca bize ulaşan bilgilere göre yukardaki ayette açıklanan haramlara da karşı çıkmışlar, onları tartışma konusu yapmışlardı. Oysa bu ayette yeralan haramlar Tevrat'ta onlara da haram kılınmıştı. Bu tür itirazlardaki değişmez amaçları,Kur'an'ın emirlerinin doğruluğunu ve yüce Allah tarafından vahyedilmiş olduğu realitesi hakkında zihinlerde şüphe uyandırmaktı. Okumaya devam ediyoruz: ALLAH'IN AYETLERİNİ GİZLEYENLER "Allah'ın indirdiği kitapta bulunan bir açıklamayı gizleyerek onu birkaç para karşılığında satanlar var ya; onlar karınlarına ateşten başka birşey indirmiyorlar. Allah Kıyamet günü onlarla konuşmaz ve kendilerini günahlardan arındırmaz. Onları acı bir azap beklemektedir. Onlar hidayet karşılığında sapıklığı, mağfiret karşılığında azabı satın alanlardır. Onlar Cehennem ateşine karşı ne kadar da dayanıklıdırlar! Sebebine gelince; Allah kitabı hakk içerikli olarak indirdi ve bu kitap üzerinde görüş ayrılığına düşenler, gerçekten derin bir anlaşmazlık, uyuşmazlık içindedirler." Burada yüce Allah'ın indirmiş olduğu kitapta yer alan bazı açıklamaları gizli tutma eylemine yöneltilen kınama, öncelikle yahudiler ile hıristiyanları hedef almıştır. Fakat ayetin genel karakterli hükmü, bildikleri gerçeği gizleyerek bu eylemleri karşılığında birkaç para alan bütün dinlerin bağlıları için geçerlidir. Sözkonusu "birkaç para" ister gerçeği gizlemek karşılığında elde etmeyi umdukları şahsî bir menfaat olsun, ister gerçeği gizleme karşılığında kondukları ve eğer doğruyu söylerlerse kaybedeceklerinden korktukları çeşitli kişisel yararlar olsun, isterse dünyanın tümü olsun, farketmez. Çünkü bu adamların kaybetmiş oldukları Allah rızası ve Ahiret sevabı ile karşılaştırıldığı zaman dünyanın tümü de "bir kaç para"dır. Kur'an-ı Kerim, bu ayetlerin konusu olan yiyecek maddeleri -helâl ve haram kısımları ile-, konusuna uyumlu olarak bunlar hakkında şöyle buyuruyor: "Onlar karınlarına (midelerine) ateşten başka birşey indirmiyorlar." Bu cümlenin gözler önüne serdiği tablo ile daha önceki ilâhi cümlelerin tablosu arasında uyum vardır. Adamların gerçeği gizlemenin ve yüce Allah'a iftira atmanın bedeli olarak yedikleri şey, sanki midelerine indirilmiş bir ateştir! Onlar sanki aslında ateş yiyor gibidirler! Bu durum Ahirete varacakları zaman gerçekten öyle olacaktır. Görülecek ki, orada elbiseleri de yiyecekleri de ateş olacaktır!, Yüce Allah'ın ayetlerini gizli tutmuş olmalarının cezası olarak Allah onlara ilgi göstermeyecek, kendilerini horlamışlık ve aşağılanmışlık ile başbaşa bırakacaktır. Kur'ana Kerim bu ilgisizliği, horlanmayı ve aşağılanmayı şöyle dile getiriyor: "Allah, Kıyamet günü, onlarla konuşmaz ve kendilerini günahlardan arındırmaz." Bu ifade, sözkonusu ihmal olgusunu insana somut biçimde algılatacak, .idrak ettirecek canlılıktadır. Onlarla ne konuşulacak, ne yüzlerine bakılacak ve ne de günahlarından arındırılıp affedileceklerdir. Devam ediyoruz: "onları acı bir azap beklemektedir." İşte bir başka canlı ve doyurucu ifade daha: "Onlar, hidayet karşılığında sapıklığı, mağfiret karşılığında azabı satın alanlardır." Burada, sanki adamların hidayeti vererek karşılığında sapıklığı, mağfireti vererek karşılığında azabı aldıkları somut bir alış-veriş sahnesi ile karşı karşıyayız. Ne kadar zararlı ve aldanma içeren bir alış-veriş! Adamların satın aldıkları, tercih ettikleri şeyler ne kadar kötü! Bu benzetme aslında somut bir gerçeği ifade ediyor. Sebebine gelince; hidayet, fazlasıyla bu adamların önündeydi, fakat onlar onu bırakıp sapıklığı aldılar. Aynı şekilde mağfiret de kendilerine sunulmuş duruyordu; fakat onu bir yana iterek azabı aldılar. Okumaya devam edelim: "Onlar Cehennem ateşine karşı ne kadar da dayanıklıdırlar!" Bile bile seçtikleri ve ısrarla hedef edindikleri Cehennem ateşine karşı sabırları ne kadar uzun süreliymiş! Uzun süreli Cehennem azabına katlanmaya hazır olmaları, ne kadar küçük düşürücü bir mizah üslubu ile alaya alınıyor! Bu ceza, işledikleri suçun alçaklığına denk düşen bir cezadır. İnsanlara açıkça anlatılsın, yeryüzünde uygulamaya geçirilsin, toplumların hukuk sistemi ve sosyal düzeni olsun diye yüce Allah tarafından indirilmiş olan kitabı, gizli tutma, saklama suçunun cezası. Kim bu kitabı insanların bilgisinden gizlerse onu uygulamadan alıkoymuş olur. Oysa bu kitap, uygulamaya geçirilsin diye indirilmiş bir gerçektir: "Çünkü Allah, bu kitabı hakk içerikli olarak indirdi." Kim bu kitaba uyarsa o doğru yoldadır; gerçekle, doğru yoldan giden insanlarla, evrenin köklü yaratılışı ve kanunlar bütünü ile uyum halindedir. Fakat; "Bu kitap üzerinde görüş ayrılığına düşenler, gerçekten derin bir anlaşmazlık, uyuşmazlık içindedirler." Böyleleri, gerçekle uyuşmazlık halindedirler; evrenin tabiî kanunlar sistemi ile uyuşmazlık halindedirler; aralarında ve kendi iç dünyalarının dengeleri ile uyuşmazlık, bağdaşmazlık halindedirler... Böyleleri, gerçekten eskiden de öyle idiler, şimdide öyledirler. Kitapları hakkında görüş ayrılığına düşen, bu kitabı bütünüyle benimsemeyerek bölümleri arasında keyfine göre ayırımlar yapan her ümmet bu kategoriye girer, bu ayette sözü edilenlere eklenir. Bu ayetin hükmü, farklı zaman dilimlerine ve değişen milletlere rağmen aynı kalarak her zaman ve her yerde gerçekleşen bir ilâhî vaaddir. Biz onun pratik olarak doğrulanışını şu anda içinde yaşadığımız dünyada açıkça görüyoruz. Okuduğumuz bölümün son ayetinde imana dayalı doğru düşüncenin, yine imana dayalı isabetli davranış sisteminin kuralları ortaya konuluyor, ayrıca samimi müslümanların ve gerçekten Allah'tan çekinenlerin (takvalıların) niteliği belirleniyor; 177- Yüzlerinizi Doğu ya da Batı tarafına çevirmeniz iyilik demek değildir. Asıl iyilik Allah'a, Ahiret gününe, meleklere, kitaba, peygamberlere inanan; akrabalara, yetimlere, yoksullara, yarı yolda kalanlara, dilencilere ve boyunduruk altında bulunanlara (kölelere, tutsaklara) mallarını sevmelerine rağmen yardım edenlerin; namazı kılanların, zekâtı verenlerin, antlaşma yaptıklarında yapmış oldukları antlaşmaları yerine getirenlerin; zorda, darda ve savaş zamanında sabredenlerin tutumudur. İşte doğrular (sözlerinin erleri) onlardır, takva sahipleri de onlardır. Tefsir bilginlerinin daha çok benimsedikleri görüşe göre, bu ayetin içerdiği açıklama ile kıble değişimi olayı ve bu olayla ilgili olarak koparılan uzun tartışmalar arasında sıkı bir ilişki vardır. Kıble değişimi olayının hikmeti daha önce anlatılmıştı. Şimdi bu ayette gerek bu olayın ve gerekse çeşitli ibadetlerin şekilleri ile ilgili olarak gündeme getirilmiş olan yahudi tartışmalarının, itirazlarının ışığı altında büyük gerçek belirleniyor, dile getirilmeye devam ediliyor. Bilindiği gibi yahudiler bu tür meseleleri sık sık tartışma konusu yapıyorlardı. Sözünü ettiğimiz "büyük gerçek" şudur: Ne kıble yönünün değiştirilmesinden ve ne de mutlak anlamda ibadet amaçlı davranışlardan maksat, insanların yüzlerini Doğuya ya da Batıya, Beytülmukaddes ya da Kâbe tarafına çevirmek değildir. Başka bir deyimle -genel anlamda "iyilik" demek olan- "birr"in gayesi; kalpde uyandırmaları beklenen duygulardan ve pratik hayatta uygulanması gereken davranışlardan soyutlanmış, birtakım iyilik gerçekleştirmez ve hayır üretmez kuru ibadet görüntüleri değildir. Tersine iyilik (birr); bir düşünce, bir duygu, bir eylem bütünü ve bir davranış sistemidir. İyilik; gerek birey ve gerek toplum vicdanında etkisini gösteren bir düşüncedir, bireysel ve sosyal hayatta etkisini gösteren somut bir davranıştır. Yüzleri Doğuya ya da Batıya çevirmek bu büyük gerçeği gözardı ettiremez, onu umursamamanın gerekçesi sayılamaz. Bu yöneliş ister bu ya da o kıbleye dönmek suretiyle olsun, ister namazda sağa ve sola selam vermek biçiminde olsun, isterse insanların yapmış oldukları diğer ibadetlerin görüntülediği davranışlar sırasında belirmiş olsun, farketmez. Tekrarlayalım: "Asıl iyilik; Allah'a, Ahiret gününe, meleklere, kitaba, peygamberlere inanan; akrabalara, yetimlere, yoksullara, yarı yolda kalanlara, muhtaçlara ve boyunduruk altında bulunanlara (kölelere, tutsaklara) mal sevgilerine rağmen yardım edenlerin; namazı kılanların, zekâtı verenlerin, antlaşma yaptıklarında yapmış oldukları andlaşmaları yerine getirenlerin; zorda, darlıkta ve savaş zamanında sabredenlerin tutumudur. İşte doğrular (sözlerinin erleri) onlardır, takva sahipleri de onlardır." İşte, iyiliklerin tümü anlamına gelen "birr" budur. Acaba ayette sayılan sıfatlara yüce Allah'ın terazisinde bu ağırlığı kazandıran değer nedir? Meselâ yüce Allah'a, Ahiret gününe, meleklere, kitaplara ve peygamberlere inanmanın değeri, önemi nedir? Yüce Allah'a inanmak, insanlığın hayatında değişik güçlere, değişik nesnelere ve değişik görüşlere kulluk etmekten kurtulup yüce Allah'ta merkezileşen tek kulluğa yönelmenin dönüm noktasıdır. Bu tek varlığa kulluk sayesinde insan vicdanı, bütün diğer kulluklardan, bağımlılık türlerinden sıyrılarak tek ilâh önünde aynı safta yer alan diğer insan vicdanları ile eşitlik düzeyine yükselir. Arkasından da bütün maddî nesnelerin ve bütün görüşlerin üzerine çıkar. Allah'a inanmak; bütün bunların yanında, anarşiden düzene, şaşkınlıktan, istikamet belirliliğine, dağınıklıktan amaç birliğine geçişin de dönüm noktasıdır. Şu insanlık tek Allah'a inanıp bağlanmadıkça ortak bir amaç çerçevesinde doğru yolu bulamayacağı gibi, dışındaki varlık bütününde olan ve koordinasyonlu bir dayanışma sağlayan ilişki ve hedeflerine sağlam bir dayanak noktası bulamaz. Ahiret gününe inanmak, ceza konusunda mutlak ilâhi adalete insanın, yeryüzündeki hayatının boş ve ölçüsüz bir kargaşa olmadığına ve dünyadayken öyle değilmiş gibi görünse de aslında iyiliğin karşılıksız kalmayacağına inanmaktır. Gaybe (görünmez aleme) inanmanın bir parçasını oluşturan meleklere inanmak ise, insan idraki ile hayvan idraki arasında, şu varlık bütününe ilişkin insan düşüncesi ile hayvan düşüncesi arasında bir ayırım çizgisi, bir arakesittir. İnsan, duyu organlarının algı alanı dışında kalan bir alemin varlığına inanırken, duyu organlarının sınırlı algılarına bağımlı olan hayvan bu dar alanın ötesine geçemez. (Burada, Bakara Suresinin ilk ayetlerinin tefsirine başvurulabilir.) Kitaba ve peygamberlere inanmak ise bütün peygamberlik misyonlarına ve bütün peygamberlere inanmaktır ki, bu da insanlığın birliğine, bu insanın ilâhının birliğine, dininin birliğine ve ilâhi düzeninin ortaklığına inanmak anlamına gelir. Bütün peygamberliklerin ve peygamberlerin mirasının varisi olan müslümanın kafasında bu bilincin yerleşmesinin son derece büyük bir önemi, değeri vardır. ALLAH YOLUNDA İNFAK Akrabalara, yetimlere, yoksullara, yarı yolda kalanlara, muhtaçlara ve özgürlüklerini yitirmiş köleler ile tutsaklara yardım etmenin, sevilen ve gurur duyma vesilesi yapılan maldan, bu zümreler lehine fedakârlıkta bulunmanın önemi, değeri nedir? Bunun önemi ve değeri; mal hırsının, cimriliğinin, irade zayıflığının ve bencilliğin tutsaklığından kurtulmaktır. Elleri başkalarına yardım etmekten, vicdanları özveriden ve ruhları özgürlükten alıkoyan mal tutkusundan sıyrılmak, arınmaktır. Bu özveri, ayetteki "mal sevgisine rağmen" ifadesi ile parmak basılan bir ruhî ve duygusal değerdir, kazanımdır. Yani, insanın değersiz ve kötü malını değil, sevdiği malı başkalarına vermek üzere ona elini uzatarak mal tutsaklığından, maddî varlık köleliğinden kurtulması, azad olması... Bu kölelik, vicdanları alçaltan ve başları öne eğdiren bir bağımlılıktır. Bu özveri, insanı ihtirastan, insanı küçük düşüren mal ihtirasından da azad eder. Bu ise, İslâm'ın görüşüne ve ölçüsüne göre büyük bir insani değerdir. İslâm öyle bir dindir ki, insanı dış dünyanın, sosyal çevrenin olumsuz etkilerinden kurtarmaya geçmeden önce onu kendi nefsinin kışkırtmalarından, ihtiras ve zaaflarından kurtarmaya girişir. Çünkü İslâm nefislerinin kölesi olmuş kimselerin, aynı zamanda insanların da köleleri olduklarına buna karşılık kendi nefislerinin tutsaklığından kurtulmuş kimselerin, aynı zamanda toplumların başı dik, özgür bireyleri olduğuna kesinlikle inanır. | |
16 Eylül 2008, 14:27 | Mesaj No:17 |
Cvp: Fizilalil Kuran Bakara Suresi Tefsiri Bütün bunlardan başka, bu özveri, toplum düzeyinde de insani bir değerdir. Sözünü ettiğimiz akrabaları gözetme, onlara yardım etme geleneği insan kişiliğinin saygınlığını, aile onurunu ve karşılıklı akraba bağlılığını gerçekleştiren bir davranıştır. Aile, toplumun çekirdeğidir. Bu yüzden ayette en başa alınarak ona özel bir ilgi gösterilmiştir. Bu özveri, yetimlere dönük yüzü ile toplumda büyükler ile küçükler arasın da, güçlüler ile zayıflar arasında bir dayanışmadır; ana-baba ilgisinden ve korumasından yoksun olan bu yavruların bu eksikliklerini karşılama, bu boşluklarını doldurma girişimidir. Böylece, başıboş kalacak ümmet çocuklarının bozulma tehlikesiyle karşı karşıya gelmelerine; çocuklarını gözetmeyen, onlara yardım eli uzatmayan toplumların felâketlerle yüzyüze gelmelerine karşı koruyucu bir önlemdir. Bu özveri, geçimlerini sağlayacak maddî imkânlardan yoksun olmalarına rağmen yüzsuyu döküp hiç kimseden birşey istemeye kalkışmayan yoksullara dönük yüzü ile; böylelerinin onurunu koruyucu, mahvolmalarını engelleyici, hiçbir ferdini ihmal etmeyen ve hiçbir üyesinin perişanlığına göz yummayan İslâm toplumun geçerli olan sosyal dayanışına ve yardımlaşma ilkesini somut örneklerle kanıtlayıcı bir önlemdir. Bu özveri, malından ve ailesinden uzak düşmüş yolcuya dönük yüzü ile; sıkıntı anında, aileden, maldan ve memleketten ayrı düşüldüğü sırada böyle bir sıkıntıya düşen kimseye karşı yapılması gereken bir kurtarma görevi, aynı zamanda bütün insanlığın bir tek aile, bütün yeryüzünün ortak bir vatan olduğunu, bu ortak vatan yüzeyinde bir ailenin başka bir aile ile, bir malın başka bir mal ile, bir ilişkinin başka bir ilişki ile ve bir ikametgâhın başka bir ikâmetgâh ile elele verebileceğini yarı yolda kalınış bu çaresize hissettirme girişimidir. Bu özveri, muhtaçlara dönük yüzü ile; onların darlıklarını giderici ve böylece kendilerini İslâm'ın hoş görmediği dilencilikten alıkoyucu bir tedbirdir. İslâm'a göre geçimini asgarî düzeyde sağlayan ya da çalışacak bir iş bulabilen kimsenin dilenmemesi gerekir. Böyle bir kimseye dini, elindekine kanaat getirmeyi ya da çalışıp geçimini sağlayarak dilenmemeyi emreder. Sadece çalışamayanlar ve asgarî ihtiyaçlarını karşılayamayanlar dilenebilirler. Bu özveri, boyunduruk altına düşmüş kimselere (tutsaklara ve kölelere) dönük yüzü ile; İslâm'a karşı kılıç çekmek gibi ağır bir kabahat işlemiş olan zavallıları kölelikten azad ederek özgürlüğe kavuşturma, yeniden hür ve şahsiyetli birer insan olmalarını sağlama amacını taşır. Ayetin bu konudaki hükmü ya köleleri satın alarak azad etme yoluyla veya efendisinin kendisinden azad etme karşılığında istediği malı ona yardım olarak vermek suretiyle gerçekleşir. Bilindiği gibi İslâm, kölelerin efendilerinden azad olmayı istedikleri andan itibaren onların özgür olduklarını ilân eder ve efendilerden bu özgürlük karşılığında köleleri ile derhal bir malî anlaşma yapmalarını ister. İşte o andan itibaren eski köle, ücretli bir işçi konumuna geçer, çalışarak elde ettiği kazanç hesabına yazılmaya başlanır, zekât verilebilecek kimseler arasına girer, kendisine yapılacak zekât-dışı yardımlar, bu ayette sayılan "genel iyilikler" kapsamında sayılır. Bütün bunlar kölelerin bir an önce kölelikten kurtulup özgürlüğünü geri alması amacına dönük tedbirlerdir. Namaz kılmaya gelince, acaba bu ibadetin "tüm iyilikler" anlamına gelen "birr" kavramının içindeki yeri nedir? Namaz, "yüzü Doğuya ya da Batıya" çevirme eylemini aşan bir anlam taşır. Bu ibadet insanın dışıyla, içiyle, vücuduyla, aklıyla ruhuyla bir bütün olarak Rabbine yönelme pratiğidir. Namaz, ne sırf bir vücud egzersizleri yekünü ve ne de sırf Allah'a tasavvufi bir yönelme girişimidir. İslâm'a uygun namaz, bu dinin hayat ile ilgili temel düşüncesinin kısa bir özetini oluşturur. İslâm, insanı; beden, akıl ve ruh kesimleri ile birleşmiş bir bütün olarak tanır. Ne toplam olarak insan dediğimiz canlı varlığı oluşturan bu üç güç kaynağının (beden-ruh-akıl) faaliyetleri arasında çatışma olduğunu varsayar ve ne de ruhun özgürlüğü hesabına bedeni baskı altına almaya girişir. Çünkü ruhun özgür olabilmesi için böyle bir baskı gerekli, zarurî değildir. İşte bu temel düşüncenin ışığı altında İslâm, en büyük ibadet türü olan namazı bu üç insanî güç kaynağının faaliyetlerini yansıtabilecek bir fırsat sayarak her üç güç kaynağını da birarada uyum ve karşılıklı ilişki içinde yaradan'a yöneltir. Daha açık söylemek gerekirse namazın kıyamını (ayakta durma eylemini), rükuunu ve secdesini bedenin hareketini gerçekleştirici; onun okumasını (kıraatını), okunan ayetlerin anlamını düşünme ve irdelemesini aklın faaliyetini yansıtıcı; bunlar yanında onun içerdiği, Allah'a yönelmeyi ve O'na teslim olmuşluğu ruhun faaliyetini aksettirici bir fırsat olarak kabul eder. Bu faaliyet kesimlerinin her üçü de eş zamanlı olur. Bu şekilde namaz kılmak, her vakit namazında ve her rekâtta İslâm'ın hayatla ilgili görüşünü bir bütün olarak müslümana hatırlatır ve bu hayat görüşünü yine bir bütün olarak pratiğe yansıtır. Peki zekât vermenin bu genel iyilik kavramı içindeki yeri nedir? Zekât vermek, yüce Allah'ın zenginlerin malı içinde fakirlerin bir hakkı olarak belirlediği İslâmî bir sosyal vergidir. Bunu yüce Allah belirliyor. Çünkü sözkonusu malın asıl sahibi O'dur ve onu belirli bir sözleşme ile fertlerin mülkiyetine vermiştir. Bu sözleşmenin şartlarından biri de zekât vermektir. Bu ayette sevilen maldan anılan kimselere mutlak anlamda yardım yapılması konusu anlatıldıktan sonra; Zekât meselesine geçiliyor. Bu da gösteriyor ki, ayette anılan kesimlere mutlak anlamlı yardımda bulunmak zekâtın alternatifi değildir; zekât da bu tür mali yardımların yerini tutan bir alternatif değildir. Zekât; farz olan bir vergi, genel anlamlı maddî yardım ise gönüllü bir özveridir. "Birr" kavramı ile ifade ettiğimiz iyilikseverlik halı ise ancak bunların her ikisinin biraraya gelmesi ile gerçekleşir. Bunların her ikisi de İslâm'ın temel dayanaklarındandır. Bu ayetin, zekâtı, maddî yardım meselesinden sonra ayrı bir konu olarak anlatması, zekâtın başlı başına bir farz olduğunu, gönüllü yardımın zekât yükümlülüğünü düşüremeyeceğini ve zekâtın da gönüllü yardımın yerini alamayacağını belirtmek içindir. Verilen sözleri tutmanın, yapılan andlaşmalara uymanın genel anlamlı "iyilik" kavramı içindeki yerine gelince bu sıfat, İslâm'ın son derece özen gösterdiği, karakteristik bir niteliğidir; Kur'an-ı Kerim, birçok yerinde onu tekrar eder ve onu imanın, insanlığın ve dürüst kişiliğin (ihsanın) belirtisi, göstergesi sayar. Bu sıfat; fertler, toplumlar, milletler ve devletlerarası ilişkilerde güven ve emniyet havasının egemen olması için kaçınılmaz bir gerekliliktir. Sözlere ve anlaşmalara bağlılık sıfatı, ilk önce yüce Allah'a verilmiş olan sözlere bağlı kalmaya dayanır. Verdikleri sözleri tutmayan, antlaşmalarına uymayan insanların toplumunda herkes endişe ve korku içinde yaşar; hiçkimse hiçkimsenin sözüne güvenmez, hiçkimse hiçkimseye emniyet etmez ve hiçkimse hiçkimsenin vaadine inanmaz. İslâm gerek dostlarına ve gerekse düşmanlarına verdiği sözleri tutma, dostları ve düşmanları ile yaptığı anlaşmalara bağlılık konusunda öyle bir titizlik düzeyine yükselmiştir ki, insanlık uzun tarihi boyunca böyle bir düzeye hiç yanaşamamış, sadece İslâm'ın önderliği ve kılavuzluğu altında bu zirveye tırmanmak mümkün olabilmiştir. "Acaba "Darlıkta, zorlukta ve savaş sırasında sabırlı olma"' ile genel anlamlı "iyilik" kavramı arasındaki ilişki nedir? Bu sıfat; her beklenmedik aksilik karşısında paniğe kapılmanın, her facia karşısında hayal kırıklığına düşmenin, her zorluk karşısında dize gelmenin önüne geçmek için vicdanların eğitilip hazırlıklı hale getirilmesi işlemidir. Bu sıfat, çöken kara bulutlar dağılıncaya, sıkıntı ortadan kalkıncaya ve yüce Allah'ın her zorluğun arkasından gösterdiği kolaylık belirinceye kadar soğukkanlı davranmak, kendini tutmak ve direnmek demektir. Bu sıfat; yüce Allah'tan umut kesmemek, Allah'a güvenmek, Allah'a dayanmaktır. Bütün insanlığın önderi olmakla, yeryüzünde adaleti ve huzuru gerçekleştirmekle görevlendirilen bir ümmetin yolu üzerinde karşısına çıkacağı kaçınılmaz olan meşakkatlere, sıkıntılara karşı kendini hazırlaması, "Darlıkta, zorlukta, savaş sırasında sabırlı olması", yokluk ve yoksulluk karşısında sabırlı olması, hastalığa ve güçsüzlüğe karşı sabırlı olması, eksiklik ve yetersizlik karşısında sabırlı olması, savaşta ve kuşatma altında sabırlı olması, kısacası her türlü musibete karşı sabırlı olması şarttır. Çünkü ancak bu sayede büyük görevinin üstesinden gelebilir, kendi için belirlenmiş rolü sebat, güven, soğukkanlılık ve gönül rahatlığı içinde oynayabilir. Bu ayette bu sıfat, yani "darlıkta, zorlukta ve savaş sırasında sabretme" sıfatı diğerleri arasında ön-plâna çıkarılıyor. Bu ön-plâna çıkarma işlemi, metinde "sabirin (sabırlılar)" sözcüğü farklı bir sözdizimi kuralına tabi tutularak, diğerlerinden ayrı tutulduğu vurgulanmak suretiyle gerçekleştiriliyor. Sebebine gelince, daha önceki iyilik sıfatları merfu' oldukları halde sırf "sabirin" kelimesi önünde "Ehesse" fiilinin olduğu farzedilerek mensub olarak okunmuştur. İyiliğin sıfatları anlatılırken sabırlılığa bu şekilde özel bir dikkat çekilmiş olmasının' ağırlıklı bir anlamı vardır. Bu dikkat çekme üslubu sabırlıları ön-plâna çıkarıp öbür sıfatları taşıyanlardan daha imtiyazlı bir konuma çıkarıyor. Allah'a, meleklere, kitaba, peygamberlere inanmak, sevilen malı gözden çıkararak başkalarına vermek, namaz kılmak, zekât vermek ve antlaşmalara bağlı kalmak nitelikleri karşısında bu niteliğe seçkinlik kazandıran bir dikkat çekme işlemidir bu. Bu da sabırlılar için büyük bir derece ve sabır sıfatının Allah'ın terazisinde değerli sayıldığını gösteren bir dikkat çekme olayıdır. (Daha ayrıntılı açıklama için bu Cüz'ün bir önceki dersinde okuyup incelediğimiz "Ey iman edenler, namaz ve sabırla yardım dileyin" diye başlayıp "... İşte onlar için Rabblerinden mağfiret ve rahmet vardır." şeklinde biten ayetin açıklamasına başvurulabilir.)) Böylece bir tek ayet inanç esasları ile bedenî ve malî yükümlülükleri biraraya getirerek onları ayrılmaz bir bütün, parçalanmaz bir ünite halinde sunuyor ve bu üniteye, birime "birr" ünvanını veriyor. Bïz buna "toplam iyilikler" ya da bir hadiste geçen deyimi kullanarak "iman" adını da verebiliriz. Gerçekten bu ünite, İslâmî görüşün ileri İslâm düzenine dayanak oluşturan vazgeçilmez ilkelerin eksiksiz bir özetidir. Bundan dolayıdır ki, bu ayetin sonunda bu sıfatları üzerlerinde taşıyanlar için şöyle buyuruluyor: "İşte doğrular (sözlerinin erleri) onlardır, takva sahipleri de onlardır." İşte müslüman olacaklarına dair Rabblerine vermiş oldukları sözü tutanlar, inançlarına ve itikatlarına bağlı kalanlar, bu inanç ve itikadı, pratik hayattaki uygulamalarına sadakatle yansıtanlar bunlardır. Yine bunlar, Rabblerinden korkup O'na bağlılıklarını sürdüren, duyarlılık ve titizlikle O'na karşı görevlerini yerine getiren kimselerdir. Şimdi biz bu ayetin ışığı altında önce yüce Allah'ın doğru ve değişmez sistemi aracılığıyla insanları yükseltmek istediği o yüce doruklara bakıyoruz. Arkasından da bu ilâhî sisteme sırt çeviren, ondan kaçan, ona karşı savaş açan, ona ve ona çağıran herkese karşı düşmanlık besleyen, insanlara göz atıyor ve ellerimizi esefle havaya açarak yüce Allah'ın şu sözünü tekrarlıyoruz: "Yazıklar olsun kullara."·(Yasin Suresi, 30) Sonra bir daha gözlerimizi açıp etrafa bakınca az önceki hayıflanmamız ve üzüntümüz dağılarak, yerini yüce Allah'a bağlanmış güçlü umudumuza ve bu hayat tarzının sarsılmaz derecede kuvvetli olduğuna beslediğimiz kesin inanca bırakıyor. Bu arada bakışlarımızı geleceğe dikiyoruz ki, ufukta bir ümit, parlak ve ışık saçan bir ümit parıldıyor. Şu insanlığın uzun bir sıkıntı sürecinden sonra bu ileri hayat düzenine yöneleceğini ve bakışlarını bu aydınlık ufka çevireceğini müjdeleyen bir ümit bu... Ve beklediğimiz yardım sadece Allah'tan gelecektir. Bu bölüm, Medine'de ilk kuruluş dönemini yaşayan İslâm toplumunun bazı sosyal düzenlemelerini, sosyal kurumlarını içerdiği gibi bir kısım farz ibadetleri de içeriyor. Bunların her ikisi de bu surenin aynı bölümünde yanyana yerleştirilmiş bir bütün oluşturuyor. Yine bu iki konu aynı şekilde Allah'tan korkmaya ve takvaya sağlam bir bağla bağlanmıştır. Çünkü hem sosyal düzenlemelerin ve hem de kulluk yükümlülüklerinin hemen arkasından takvanın, Allah korkusunun hatırlatıldığını görüyoruz. Ayrıca bu her iki bahis de geçen bölümün sonunda yeralan ve gerek imana dayalı düşüncenin dayanaklarını ve gerekse pratik davranışların ilkelerini içeren "birr (genel anlamda iyilik)" ayetinin hemen arkasından geliyorlar. Bu ayetler demetinde sırasıyla; adam öldürme olaylarına kısasla karşılık verilmesi gerektiği ile bununla ilgili hukukî düzenlemelerden, ölmeden önce yapılacak vasiyyetten, oruç tutmanın farz oluşundan, duanın ve itikâfın İslâm'daki yerinden ve son olarak da mal ile ilgili olarak çıkacak ihtilaflardan dolayı yargı organlarına başvurma yollarından sözediliyor. Kısasla ilgili açıklamaların arkasından Allah korkusuna (takvaya) şöyle işaret ediliyor: "Ey akıl sahipleri, sizin için kısasta hayat vardır. Bu sayede (Allah'tan korkarak) adam öldürmekten sakınırsınız." Vasiyyet ile ilgili açıklamaların arkasından da Allah korkusuna (takvaya) şöyle işaret ediliyor: "İçinizden biri ölmek üzereyken eğer geride mal bırakıyorsa anaya, babaya ve yakın akrabalara geleneklere uygun bir vasiyyette bulunması Allah'tan korkanlar üzerine bir borçtur." Öteyandan oruç ile ilgili açıklamaların arkasından da sözü geçen takva hakkında şu uyarıya yer verilmektedir: "Ey müminler, sizden önceki ümmetlere olduğu gibi, günahlardan sakınasınız diye, sayılı günler olarak oruç tutmak size de farz kılındı." Oruçla ilgili açıklamaların arkasından itikâftan sözedildikten sonra da aynı uyarı, yani takva uyarısı şöyle vurgulanıyor: "Bunlar, Allah'ın çizdiği sınırlardır, onlara yaklaşmayın. Allah insanlara ayetlerini böyle açıklıyor ki, yasaklardan sakınabilsinler." Bütün bunların yanında bir bölümünü yukarıya aldığımız ayetlerden başka bu bölümün sonlarında okuyacağımız diğer bir grup ayet de takvayı vurgulamaktan, kalplerde Allah duyarlığını ve bilincini harekete geçirmekten geri kalmaz. Sözünü ettiğimiz sonuç cümlelerini birlikte okuyalım: "Size doğru yolu gösterdi diye O'nu tekbir etmenizi (ululuğunu dile getirmenizi) ister, ola ki, kendisine şükredersiniz." "O halde onlar da benim çağrıma olumlu cevap vererek bana iman etsinler ki, doğru yolu bulsunlar." "Hiç şüphesiz Allah her şeyi işitïr ve bilir." "Hiç şüphesiz Allah bağışlayıcı ve esirgeyicidir." Bu üslup, dikkatleri bu dinin özüne çeken bir tutarlılık, bir sürekliliktir. Bu din bölünmez bir bütündür. Bu dinin gerek sosyal düzenlemeleri gerek hukukî kuralları ve gerekse ibadet amaçlı hareketleri, bir bütün olarak, içerdiği inanç sisteminin türevleridir, hepsi de bu inanç sisteminin doğurduğu genel düşünceden kaynaklanır, tümü tek bir bağla yüce Allah'a sımsıkı bağlıdır ve yine hepsi ortak amaçları olan kullukta buluşup birleşirler.. Tek Allah'a kullukta.. Yaratan, rızık veren ve insanoğlunu şu varlık aleminde kendine halife olarak atamış olan Allah'a kullukta. Yalnız, bu halifelik, insanların O'na inanması, ibadetlerini sırf O'na yöneltmeleri ve düşüncelerini, yaşama düzenlerini, hukuk sistemlerini sırf O'nun ilkelerine dayandırmaları şartına bağlıdır. Bu bölüm, bu ayetler demeti, gerek işlediği konular, gerekse içerdiği sonuç ve yorum cümleleri ile bu dinde varolan sözkonusu kayıtsız-şartsız karşılıklı ilişkinin bariz bir örneğidir. 178- Ey müminler, size, öldürülenler hakkında kısas farz kılındı. Hür insana karşılık hür insan, köleye karşılık köle ve kadına karşılık kadın. Ama eğer katil, öldürülenin kardeşi tarafından bağışlanmış ise kendisine örfe uyarak bağışlayana güzellikle diyet ödemek düşer. Bu, Rabbinizin bir ceza indirimi, bir merhametidir. Bundan sonra tecavüz eden kimseyi acı bir azap beklemektedir. 179- Ey akıl sahipleri, sizin için kısasta hayat vardır. Bu sayede adam öldürmekten sakınırsınız İSLÂM'IN KISAS ANLAYIŞI Ayetin başlangıcını oluşturan hitap "iman edenler"e yöneltilerek, onlara, düşünce ve davranış kurallarını ilâhî kaynaktan almalarını gerektiren sıfatları ile sesleniyor. Yani, "Kısas yasası konusunda Allah'a inananlar". Yüce Allah, müminlere bu birinci ayetteki ayrıntıların ışığı altında, adam öldürme olayları ile ilgili olarak kısas yasasını farz kıldığını haber vermek için kendilerine sesleniyor. İkinci ayette ise bu yasal düzenlemenin gerekçesini açıklıyor ve müslümanları bu gerekçe üzerinde düşünmeye ve kafa yormaya çağırıyor. Ayrıca onların kalplerinde takva bilincini harekete geçiriyor, ki bu duyarlılık adam öldürme ve kısas alanında emniyet sübabı oluşturur. Ayetin açıkladığı bu hukukî düzenlemeye göre, kasıtlı olarak adam öldürme olaylarında hür insana karşılık hür insan, köleye karşılık köle ve kadına karşılık kadın öldürülerek kısas uygulanır. Yalnız: "Eğer katil, öldürülenin kardeşi tarafından bağışlanmış ise ona örfe uyarak bağışlayana güzellikle diyet ödemek düşer." Bu bağışlama, öldürülenin velileri/temsilcileri katilin öldürülmesi yerine diyet (kan bedeli) verilmesini kabul ederlerse mümkün olabilir. Ölünün geride kalan yakını bunu gönüllü olarak kabul edince karşı taraftan gelenekler uyarınca, hoşnutluk ve sevgi ile diyet istemesi, buna karşılık katilin ya da temsilcisinin de bu diyeti güzellikle, gönül rızasıyla ve eksiksiz olarak ödemesi gerekir. Ancak bu şekilde her iki tarafın kalpleri huzura kavuşur, yüreklerindeki yaralar iyileşir ve geride kalanların arasındaki kardeşlik bağları tekrar eski halindeki güçlülüğüne erişebilir. Yüce Allah bu diyet yasasını koymakla, bu düzenlemenin ceza indirimi ve merhamet içermesi nedenlerinden ötürü mü'minlerin minnettarlığını gerektiren bir bağış olduğunu vurguluyor: "Bu, Rabbinizin bir ceza indirimi, bir merhametidir." Bu hukukî düzenleme, Tevrat'ta yahudilere serbest kılınmamıştı. Uyuşma ve gönül rahatlığının bulunması halinde insanların hayatını söndürmemek, yaşamalarının devamını sağlamak amacıyla sadece müslüman ümmete tanınmış bir yasal kolaylıktır bu. Fakat: "Bundan sonra tecavüz edeni (anlaşmayı çiğneyen tarafı) acı bir azap beklemektedir." Bu durumda katilin Ahirette çarptırılacağı bildirilen azabın dışında, dünyada bir ceza olarak idam edilmesi kesinlik kazanır, diyet vermesi kabul edilmez. Çünkü karşılıklı uyuşma sağlanarak diyet alınması kabul edildikten sonra yeni bir tecavüze girişmek; verilen sözden cayma, anlaşmayı çiğneme ve durulan kalplerdeki kini tekrar alevlendirme anlamına gelir. Öldürülenin velisi diyet almayı kabul ettikten sonra bu sözünden dönerek öç almaya, karşı tarafa saldırmaya girişemez, böyle bir şeye kalkışması caiz değildir. Bu düzenleme sayesinde İslam'ın ufkunun ne kadar geniş olduğunu, yasa koyarken insan psikolojisinin içgüdülerini ne kadar yakından tanıdığını, yapısında varolan temel eğilimleri nasıl inceden inceye bildiğini somut bir biçimde idrak ediyoruz. Neden derseniz, kan davası fıtrî ve doğal bir realitedir. İslâm bunu kısas yasasını belirleyerek karşılıyor. Kesin adalet, nefislerin şirretçe eğilimlerini kırar, gönüllerdeki kin alevini söndürür ve katili de cinayet işlemeye devam etmekten alıkor. Fakat İslâm, bir yandan da affetmeyi sevdiriyor, ona kapı açıyor ve sınırlarını çiziyor. Fakat kısas yasasını ortaya koyduktan sonra İslâm'ın affetmeye çağırması, insan fıtratını baskı altına alıp ona kaldıramayacağı bir şeyi yüklemek ve yükü taşımayı zorunlu tutmak biçiminde değil, gönüllülük çerçevesi içinde haktan vazgeçmeye çağırma biçimindedir. Bazı rivayetlere göre bu ayetin hükmü yürürlükten kaldırılmış(neshedilmiş)tir. Sözkonusu rivayetler, bu hükmün daha sonra inen ve kısasta mutlak olarak "cana karşılık can" ilkesini getiren aşağıdaki ayet tarafından yürürlükten kaldırıldığını ileri sürerler: "Tevrat'ta onlara cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş ve yaralara karşılık ödeşme yazdık. Kim hakkından vazgeçerse bu, onun günahlarına keffaret olur. Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenler zalimlerin ta kendileridirler." Ünlü müfessir İbn-i Kesir, tefsirinde bu konu ile ilgili olarak şöyle diyor: "İmam Ebu Muhammed b. Hatem'in Yahya b. Abdullah b. Bukeyr'e, onun da Abdullah b. Luhaya'ya ve onun da Ata b. Dinar'a dayanarak anlattığına göre bu ayetin iniş (nüzul) sebebi hakkında sahabilerden Saad b. Cubeyr (Allah hepsinden razı olsun) şu bilgiyi veriyor: "Ey müminler, size öldürülenler hakkında kısas farz kılındı. (Yani kasıtlı adam öldürme olaylarında) Hür insana karşılık hür insan, köleye karşılık köle ve kadına karşılık kadın olarak..." Bu ayet şu olay üzerine indi. İki Arap kabilesi müslüman olmadan az önce aralarında vuruşmuş, her iki taraf da birçok ölü ve yaralı vermişti. Köleleri ve kadınları bile öldürmüşlerdi ve birbirinden öç almaya fırsat bulamadan müslüman olmuşlardı. Fakat her iki kabile de birbirine karşı savaş malzemesi ve mal stoku yaparak savaşa hazırlanıyordu. Bu arada karşılıklı olarak, kendilerinden ölen her köleye karşılık hür bir insan ve her kadına karşılık bir erkek öldürmedikçe aralarındaki vuruşmaya son vermeyeceklerine dair yemin etmişlerdi. Bunun üzerine bu iki kabile hakkında daha sonra "cana can" ilkesini getirmiş olan ayetle yürürlükten kalkmış olan "Hür insana karşılık hür insan, köleye karşılık köle ve kadına karşılık kadın..:' ayeti indi. Ayrıca Ebu Malik'ten de, bu ayetin "cana can" ilkesini getiren ayetle yürürlükten kaldırıldığı rivayet edilmiştir." Fakat benim anladığıma göre bu ayetin yeri ile "cana can" ilkesini ortaya koyan ayetin yeri farklıdır, bu ayetlerin birbirininkinden ayrı uygulama alanları vardır. "Cana can" ilkesini getiren ayetin uygulama alanı, belirli bir kişiden yine belirli bir kişiye ya da belirli birkaç kişiden belirli bir veya birkaç kişiye yöneltilmiş ferdî saldırılardır. Bu durumlarda eğer cinayet kasıtlı biçimde işlenmiş ise katil sorumlu tutularak cezalandırılır. Fakat bizim şu anda incelemekte olduğumuz ayetin uygulama alanı, tıpkı yukarda anlatılan iki Arap kabîlesinin olayında olduğu gibi, toplu saldırılardır. Bu tür olaylarda bir ailenin başka bir aileye, bir kabilenin başka bir kabileye, bir toplumun başka bir topluma saldırarak karşı tarafın bir bölüm hür insanını, kölesini ve kadınını öldürmesi ya da yaralaması sözkonusudur. Bu durumlarda kısas ilkeli adalet terazisi ortaya konduğunda, bu tarafın hür bir kişisi karşı tarafın hür bir kişisine, bu tarafın bir kölesi karşı tarafın bir kölesine ve bu tarafın bir kadını karşı tarafın bir kadınına denk tutulur. Aksi halde bir toplumun ortaklaşa olarak başka bir topluma saldırı düzenlediği bu tür olaylarda kısas ilkesi nasıl uygulanabilir? Eğer bu görüş doğru ise o zaman ne bu incelediğimiz ayetin yürürlükten kalkmış olması ve ne de kısas ayetleri arasında herhangi bir çelişkinin olması sözkonusudur. Bir sonraki ayette kısas hükmünün derin hikmeti ve uzun vadeli faydası amaçlanarak bu konu noktalanıyor: "Ey akıl sahipleri, sizin için kısasta hayat vardır. Bu sayede adam öldürmekten sakınırsınız." Kısas, ne intikam almak ve ne de kin duygularını tatmin etmek demektir. Kısas, bunlardan daha yüce, daha üstün bir değerdir. O, hayat içindir, hayat uğrunadır, hatta hayatın ta kendisidir. Sonra da bu farzın hikmetini düşünmeyi, üzerinde kafa yormayı, kalpleri, Allah korkusu ile canlandırıp coşturmayı amaçlayan bir hükümdür. Kısas hükmünün içerdiği hayat herşeyden önce canileri adam öldürmekten caydırmasından kaynaklanır. Çünkü öldüreceği insanın hayatına karşılık kendi hayatından olacağından kesinlikle emin olan kimse, elbette adam öldürmeye kalkışmadan önce aklını başına alacak, düşünecek ve "Böyle bir işi yapayım mı, yoksa yapmayayım mı?" diye tereddüt edecektir. Ayrıca fiilen işlenen cinayetlerde öldürülenin ailesinin ve yakın akrabalarının gönül yaralarını iyileştirmesi, bu gönüllerdeki kin ve intikam özlemini dindirmesi bakımından "kısasta hayat vardır". O intikam özlemi ki, bir defa harekete geçti mi, hiçbir noktada durmak bilmiyor. Tıpkı eski Arap kabilelerinde olduğu gibi; Öyle ki, Araplar arasında dilden dile dolaşmış olan Besus savaşında görüldüğü gibi bu öç alma duygusunun körüklediği savaşların aralıklı olarak kırk yıla kadar sürdüğü oluyordu. Biz bu manzarayı günümüzün pratik yaşantılarında da gözlüyoruz. Kuşaktan kuşağa aktarılarak sürdürülen aileler arası kinler ve öç alma duyguları gözlerine kestirdikleri kurbanlarının kanlarını sel gibi akıtıp duruyor ve hiç dinmek bilmiyorlar. Ayrıca daha kapsamlı ve daha genel anlamda da "Kısasta hayat vardır". Çünkü bir ferdin yaşama hakkına karşı düzenlenen saldırı, aslında hayatın tümüne karşı, öldürülen ile birlikte hayat sürecini paylaşan, hayattaki bütün insanlara karşı girişilmiş bir saldırı olduğuna göre eğer kısas yasası, caniyi bir tek cana kıymaktan caydırmış ya da alıkoymuş ise, aslında onu hayatın bütününe saldırmaktan alıkoymuş, caydırmış demektir. Başka bir deyimle bu caydırmada, bu alıkoymada mutlak anlamda hayatın kendisinin kurtuluşu sözkonusudur. Sadece bir ferdin, sadece bir ailenin ya da sadece bir toplumun hayatının değil, hayatın özünün kurtuluşu. Bunların da ötesinde hayatı koruyan en önemli ve en etkili faktör, yüce Allah'ın bu yasağının ardında saklı olan hikmetini araştırma ve O'nun buyruklarına karşı gelmekten sakınma bilincini harekete geçirmektir. Tekrar ediyoruz: "Ola ki, bu sayede adam öldürmekten sakınırsınız." İşte insan vicdanını saldırganlıktan, önce adam öldürme biçiminde ve sonra da intikamcılık şeklindeki saldırganlıktan alıkoyan engel ve bağ budur; takva, yani kalbin Allah korkusunun bilincine varması, bu yönde duyarlık kazanması, O'nun öfkesinden çekinip hoşnutluğunu araması. Bu bağ, bu engel olmayınca hiçbir şeriat ayakta kalamaz, hiçbir kanun etkili olamaz, hiçbir güvenlik önlemi yararlı olamaz; ruhtan, duyarlıktan, insanınkinden daha büyük bir güç kaynağına bağlı korkudan ve beklentiden yoksun hiçbir yasal düzenleme yeterli olamaz. Gerek Peygamberimiz zamanında gerekse Raşid Halifeler döneminde hadd cezasının uygulanmasını gerektiren ağır suçların neden bu kadar az, hatta seyrek olduğunu,biz ancak bu faktörün ışığı altında açıklayabiliriz. Üstelik o iki dönemde işlenmiş olan bu tür tek-tük suçların çoğunluğu suçluların gönüllü ve iradeli itirafı ile ortaya çıkmıştı. Çünkü o dönemlerde takva, Allah korkusu vardı. Bu Allah korkusu vicdanların derinliklerinde ve kalplerin en saklı köşelerinde uyanık bir bekçi gibi nöbet tutarak vicdanları ve kalpleri ceza alanlarından uzak tutuyordu. Bunun yanısıra fıtrî yapının gizli sırlarını ve kalplerin iç oluşumlarım gören, aydın şeriat düzeni bütün etkinliği ile yürürlükte idi. Ayrıca, bir yandan sosyal kurumlar ile yasal düzenlemeler, öbür yandan yönlendirici direktifler ile ibadetler arasında birbirini tamamlayıcı bir koordinasyon vardı. Bu faktörlerin tümü, ortak bir uyum içinde düşünce sistemi sağlıklı, duygu dünyası sağlıklı, davranışları temiz, hareketleri temiz bir toplum oluşturmak için işliyor, işbirliği halinde etkilerini gösteriyorlardı. Çünkü bu toplum ilk mahkemesini, ilk yargılamasını vicdanların içinde gerçekleştiriyordu! "Hatta kimi zaman insandaki hayvanî yönün dizginden çıktığı ve bunun sonucu olarak tökezlediği, yoldan çıktığı bir anda hiç kimsenin görmediği ve kanun elinin uzanamadığı yerlerde suç işlendiği zaman, bu, iman sahibini kıyasıya kınayan bir vicdana, yakıcı bir iç azabına ve korkutucu bir hayale dönüşürdü. O durumda bu imanın sahibi suçunu kanun önünde itiraf ederek kendi kendini ağır cezaya çarptırmadıkça ve bu ağır cezayı gönüllü olarak, güven içinde yüce Allah'ın·gazabına uğramaktan ve Ahirette cezaya çarpılmaktan kurtulmanın bir bedeli kabul ederek çekmedikçe durulamaz, huzur bulamazdı." İşte bu takvadır.. Takva işte budur.. | |
16 Eylül 2008, 14:34 | Mesaj No:18 |
Cvp: Fizilalil Kuran Bakara Suresi Tefsiri 1- Sahabilerden Cabir'in (Allah ondan razı olsun) bildirdiğine göre "Peygamber efendimiz Fetih yılının Ramazan ayında Mekke seferine çıkmıştı. `Kura-ı Ğanim' denilen yere kadar oruç tutmuştu, yanındakiler de oruçluydular. Burada bir maşraba su istedi ve su dolu maşrabayı herkesin göreceği biçimde havaya kaldırdıktan sonra içti. Bir süre sonra kendisine `Bazıları yine de oruç tutmaya devam ettiler' denildi. Bunun üzerine Peygamberimiz; `Onlar asidirler, onlar asidirler' buyurdu." (Müslim, Tirmizi59) 2- Sahabilerden Hz. Enes (Allah ondan razı olsun) diyor ki: "Bir defasında Peygamber efendimiz ile birlikte yolculuk yapıyorduk. Kimimiz oruçlu, kimimiz oruçsuz idi. Sıcak bir günde bir yerde konaklamıştık. Gölgeden en çok faydalanan, yanında cübbesi olanlarımızdı. Kimimiz de ellerimizi siper ederek güneşten korunuyorduk. Oruçlular halsiz düşmüştü. Bu yüzden bir süre sonra oruçsuzlar kalktılar, çadırları kurdular ve binek hayvanlarına su verdiler. Bunun üzerine Peygamberimiz; `Bugün sevabı, oruçsuzlar götürdü' buyurdu." (Buhari, Müslim, Nesei) 3- Sahabilerden Hz. Cabir (Allah ondan razı olsun) diyor ki: "Bir defasında Peygamber efendimiz bir yolculukta idi. Bir ara yol arkadaşlarından birinin etrafında diğerlerinin toplandığını ve kendisini gölge altına aldıklarını gördü. Peygamberimiz; `Nesi var?' diye sorunca arkadaşları `Adam oruçlu' diye cevap verdiler. Bunun üzérine; `Yolculukta oruç tutmak, birr'in (iyi müslüman olmanın) ve ihsanın gereklerinden değildir.' dedi." (Buhari, Müslim, Ebu Davud, Nesei, Malik) 4- Sahabilerden Amr b. Umeyye Damerî (Allah ondan razı olsun) diyor ki: "Bir yolculuk sonrasında Peygamberimizin yanma gitmiştim. Bana `Ya Ebu Umeyye, yemeğe kal' dedi. Ben de kendisine `Ya Resulallah, ben oruçluyum' diye cevap verdim. Bunun üzerine bana; `O halde sana yolcunun durumu hakkında bilgi vereyim. Yüce Allah, yolcuyu oruç tutmaktan ve namazın yarısından muaf tutmuştur: şeklinde buyurdu." (Nesei) 5- Abdullah b. Kaab b. Malık oğullarından sahabî Enes b. Malik'in (Allah ondan razı olsun) bildirdiğine göre Peygamber efendimiz şöyle buyuruyor: "Yüce Allah, yolcudan namazın yarısını düşürdü, onu oruç tutmaktan da muaf tuttu. Ayrıca çocuklarına zarar geleceğinden korkan emzikli ve hamile kadınları da oruçtan muaf tuttu." (Eshabu-s Sünen) 6- Peygamberimizin eşi Hz. Aişe (Allah ondan razı olsun) diyor ki: "Çok oruç tutmakla tanınan (başka bir rivayete göre oruç tutmaya dayanıklı bir kimse olan) Hamza b. Amr Eslemî bir defasında Peygamberimize (salât ve selâm üzerine olsun) yolculuk sırasında oruç tutulup tutulmayacağını sordu. Peygamberimiz kendisine; `İstersen tut istersen tutma' diye cevap verdi."(Buhari, Müslim, Ebu Davud, Tirmizi, Nesei, Malik) 7- Sahabilerden Enes b. Malık (Allah ondan razı olsun) diyor ki: "Bir defasında Peygamberimiz ile birlikte (yolculukta) idik. Kimimiz oruçlu,kimimiz ise oruçsuzduk. Ne oruçlular oruçsuzları ayıplıyor ve ne de oruçsuzlar oruçluları ayıplıyordu." (Buhari, Müslim, Ebu Davud, Malik) 8- Sahabilerden Ebu Derda (Allah ondan razı olsun) diyor ki: "Bir defasında Ramazan ayının çok sıcak bir günü Peygamberimiz ile birlikte yolculuğa çıkmıştık. Öyle sıcak var ki, her birimiz sıcaktan korunmak için elini başına kapatıyordu. Aramızda Peygamberimiz ile Abdullah b. Revaha'dan başka hiç oruçlu yoktu." (Buhari, Müslim, Ebu Davud) 9- Muhammed b. Kaab diyor ki: "Bir Ramazan ayında Enes b. Malik'i ziyaret etmeye gitmiştim. Bir yolculuğa çıkmak üzereydi. Binek hayvanı hazırlanmış, kendisi de yolculuk kıyafetini giymişti. Bu sırada yemek getirdi ve yedi. Kendisine; `Bu yaptığın sünnet midir?' diye sordum. Bana; `Evet' cevabını verdi, arkasından binek hayvanının sırtına atladı "·(Tirmizi) 10- Ubeyd b. Cubeyr diyor ki: "Bir defasında Ramazan'da Peygamberimizin sahabilerinden Ebu Basra Gıfarî ile birlikte Fustad limanında demirlemiş bir gemide bulunuyorduk. Bir arayanımdan ayrıldı, az sonra önüne yemeğini getirdiler. Bana da; `yaklaş (buyur)' dedi. Kendisine (mutfaklarında yemek pişirilmediği için bacaları tütmeyen) `evleri görmüyor musun?' dedim. Bana; `Yoksa sen Peygamberimizin sünnetine yan mı çiziyorsun?' diye cevap verdi. Arkasından yemek yemeye başladı, ben de onunla birlikte yedim." (Ebu Davud) 11- Mansur-ı Kelbî diyor ki: "Bir Ramazan ayında sahabilerden Dıhye b. Halife Dımeşk'e bağlı bir köyden Fustad'a bağlı Akabe köyü ile aynı uzaklıkta, yani üç mil mesafede bulunan bir köye doğru yola çıkmıştı. Yolda orucunu bozdu, kendisi ile birlikte bir çok yol arkadaşı da oruçlarını bozdu, fakat geride kalanlar bozmak istemediler. Dıhye, köyüne dönünce; "Vallahi, bugün öyle bir olay gördüm ki, öyle bir şey göreceğimi hiç sanmazdım. Bazı adamlar Peygamberimizin ve O'nun sahabilerinin yolundan saptılar. Ya Rabbi, artık canımı al da huzuruna geleyim diye dua etti." Okuduğumuz bu hadisler tümü ile yolculukta hoşgörü ve kolaylık içinde oruç tutmama muafiyetinin benimsendiğine, bu muafiyete uymanın tercih edildiğine, özellikle son iki hadisin gösterdiği gibi bu kolaylıktan yararlanmak için yolculuğun sıkıntılı olmasının şart koşulmadığına işâret ediyorlar. Bu arada bu hadislerin sekizincisi, bir defasında sıkıntılı bir yolculukta sadece Peygamberimiz ile Abdullah b. Revaha'nın oruçlu olduklarını kanıtlıyor. Çünkü Peygamberimiz, zaman zaman bazı kendine özgü ibadetler yapardı ve bunlardan sahabileri muaf tutardı. Meselâ sürekli oruç tutmayı sahabilere yasakladığı halde kendisinin arasıra aralıksız oruç tuttuğu olmuştu. Sahabiler kendisine bunun sebebini sorduklarında şöyle buyurdu: "Ben sizin gibi değilim. Ben sürekli oruçlu kalıyorum, ama Rabbim beni doyuruyor ve içiriyor." (Buhari, Müslim) Bu hadislerin birincisi, Peygamberimizin yolculukta orucunu bozduğunu ve oruçlarını bozmayan yol arkadaşlarından "Onlar asidirler, onlar asidirler" diye sözettiğini belgeliyor. Bu hadisin tarihi öbürlerinden daha sonradır, Mekke'nin fethedildiği yıl ile eş zamanlıdır. Buna göre bu hadis, öbürlerinden daha yeni olduğu gibi tercih edilen istikameti daha açık biçimde göstermektedir. Bu değişik durumlar toplu olarak değerlendirildiğinde ortaya çıkan sonuç şudur: Burada, herbiri belirli bir yönlendirme gerektiren değişik pratik durumlar gözönüne alınıyor. Tek bir genel konu ile ilgili oldukları halde farklı yönlendirmeler içerdiklerini gördüğümüz her hadiste bu kural geçerlidir. Demek ki, Peygamber efendimiz (salât ve selâm üzerine olsun) müslümanları eğitiyor, olayların gelişimine göre tavır belirliyor ve hiçbir zaman donmuş kalıplara hapsolmuyordu. Yolculuk sırasındaki oruç meselesinde zihnimizde beliren nihâi eğilim bu durumda oruç tutmamanın daha uygun olduğu ve bu muafiyetin yolculuğun fiilen sıkıntılı olması şartı ile sınırlı olmadığı şeklindedir. Hastalık durumunda oruç tutmama meselesine gelince, bu konuda fıkıh alimlerinin görüşlerinin dışında bir delile rastlamadım. Öyle anlaşılıyor ki, bu hüküm hastalık niteliğini taşıyan bütün durumlar için mutlak olarak geçerlidir; hastalığın türü, derecesi ve ağırlaşma tehlikesinin bulunup bulunmaması bu hükmü sınırlamaz. Yalnız, gerek yolculukta ve gerekse hastalık sırasında oruçsuz geçirilecek günlerin, daha sonra gününe gün kaza edilmeleri gerekir. İslâm alimleri arasında geçerli sayılan görüşe göre bu kaza oruçları kesintisiz olmak zorunda değildir, aralıklı olarak da tutulabilir. Bu açıklamayı fıkıh tartışmalarının ayrıntılarına dalmak için yapmış değilim. Maksadım, ibadet amaçlı davranışlara yönelik bakış tarzı ile ilgili temel kuralı yerine oturtmak, bu davranışlar ile onlar tarafından uyandırılması gereken belirli bilinç hali arasındaki sıkı ilişkiyi vurgulamaktır. İbadet amaçlı davranışların başta gelen amacı, bu bilinç hali olduğu gibi, ibadeti yapan kimsenin davranışını yönlendirecek olan, onun duygu ve vicdanının eğitiminde, ibadeti iyi bir şekilde yapmasında ve pratik hayattaki davranışlarının arzu edilen niteliği taşımasında birinci dereceli dayanak noktası da bu bilinç halidir. Bunun yanısıra diğer bir amaç da şudur: Bizim bu dini yüce Allah'ın iradesi doğrultusunda tam bir teslimiyet ve takva duygusu içinde hareket ederek, hükümlerin katî ya da ruhsatlı olup olmadığına bakmaksızın Allah'ın hikmetinden emin olmuş bir ruh hali ve sağlam bir bilincin kontrolünde benimsememiz gerektiğini vurgulamak istiyorum. Şimdi yukardaki ayetin devamını okuyalım: "Oruca dayanamayanların (ancak zorlukla oruç tutabilenlerin) bir yoksulu doyuracak kadar fidye vermeleri gerekir. Kim gönüllü olarak fazlasını verirse bu onun için daha bayırlıdır. Ayrıca eğer bilirseniz, oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır." Başlangıçta oruç tutma yükümlülüğü müslümanlara zor gelmişti. Oruç, Hicretin ikinci yılında ve cihadın farz kılınışından az önce farz kılınmıştı. Bunun için yüce Allah oruç tutamayanlara, ayetin ifadesi ile "ancak zorlukla oruç tutabilenlere" bu konuda kolaylık (ruhsat) tanımıştır. Bu kolaylık, tutamadığı günlere bedel olarak bir yoksulu doyurmak şartıyla tanınmıştır. Arkasından böylelerini, yoksullara yemek verme konusunda bu zorunlu miktardan daha fazlasını yapmaya mutlak anlamlı bir ifade ile teşvik etmiştir. Yani bu fazladan yemek verme, hem fidye dışında tutulan bir bağış olarak hem de verilecek fidyenin miktarını fazla tutarak olabilir. Meselâ oruç tutulmayan her Ramazan günü karşılığında bir yoksul yerine iki, üç ya da daha çok sayıda yoksula yemek verilebilir. Ayetin o cümleciğini tekrarlıyoruz: "Kim gönüllü olarak bundan daha fazlasını verirse bu onun için daha hayırlıdır." Daha sonra yolculuk ve hastalık dışında kalan bu muafiyetli durumlarda sıkıntılarına rağmen oruç tutmanın tercih edilmesi özendirilmiştir. Ayetin o cümleciğini de tekrarlayalım: "Ayrıca eğer bilirseniz, oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır." Yani, "Eğer bu durumda oruç tutmanın içerdiği hayrı, yararı bilirseniz, takdir edebilirsiniz..." Bu özendirici ifade orucun irade eğitimini sağlayıcı, dayanma gücünü geliştirici ve yüce Allah'a ibadet etmeyi şahsî rahata tercih ettirici fonksiyonuna dikkatimizi çekiyor ki, bunların hepsi İslâmî eğitimin müslümanlara kazandırmak istediği unsurlardır. Yine bu orucun, hastalar dışında kalan kimseler için taşıdığı sağlıkla ilgili avantajların oruç tutarken zorluk duyanlar için bile geçerli olduğuna da dikkatlerimizi çekmektedir. Yorumu nasıl yapılırsa yapılsın, bu ilâhî direktif, sağlığı yerinde ve yolcu olmayan müslümanlardan oruç tutmayıp karşılığında fidye verme kolaylığının kaldırılmasına hazırlık ve mutlak anlamda oruç tutmanın farz olduğunu vurgulama özelliği taşır. Nitekim daha sonraki ayette bu husus belirtiliyor. Bu kolaylık hükmü, sadece orucun bitkin düşüreceği ve tutamadığı günleri ilerde kaza edebilecek bir duruma geleceği beklenmeyen aşırı yaşlılar için geçerli kalmıştır. Nitekim İmam-ı Malik'in bildirdiğine göre sahabilerden Hz. Enes oruç tutamayacak derecede yaşlanınca oruç tutmayarak yerine fidye vermişti. Sahabilerden Abdullah b. Abbas (Allah onlardan razı olsun) bu konuda "Bu hüküm, yürürlükten kaldırılmadı (neshedilmedi). Oruç tutamayacak derecede yaşlanmış erkek ve kadınlar hakkında geçerlidir, böyleleri oruçsuz geçirdikleri her Ramazan günü yerine bir yoksulu doyururlar" diyor. İbn-i Ebu Leylâ da; "Bir Ramazan günü Ata'yı ziyaret ettim, yanına girdiğimde yemek yiyordu" dedikten sonra sözlerine şunları ekliyor; "Abdullah b. Abbas, bir sonraki ayetin, bu ayetin hükmünü yürürlükten kaldırdığını, bu durumda bu kolaylığın sadece aşırı yaşlılar için geçerliliğini sürdürdüğünü, bu tür yaşlıların istedikleri takdirde oruçsuz geçecek her günleri için bir yoksul doyurarak farz orucu tutmayabileceklerini söylemişti". Şurası açıktır ki, "İçinizden kim o aya erişirse onu oruçla geçirsin" şeklindeki bir sonraki ayet, sağlığı yerinde ve yolcu olmayan kimseler için kolaylık hükmünün yürürlükte olmadığını kanıtlamaktadır. Sağlığı yerinde ve yolcu olmayan kimseleri, bu farzı yerine getirmeye özendiren bir başka gerekçe de şudur: Bu oruç, içinde Kur'an-ı Kerim'in indirildiği ay olan Ramazan ayında tutulacaktır. Kur'an-ı Kerim'in Ramazan ayında indirilmesi de ya bu kitabın bu ayda inmeye başlaması veya büyük bir çoğunluğunun bu ayda inmiş olması anlamındadır. Oysa Kur'an, bu ölümsüz ümmeti karanlıktan aydınlığa çıkaran, ona bu orjinal yapısını kazandırmış,olan, onun endişe dolu hayatını güvene dönüştüren, yeryüzüne egemen olmasını sağlayan, daha önce bir hiç olduğu halde kendisine ümmet olmanın temel dayanaklarını bağışlayan bir kitaptır. O temel dayanaklar ki, eğer ortadan kalkarlarsa bu ümmet ne ümmet olarak kalabilir, ne yeryüzünde yeri olabilir ve ne de göklerde adı geçebilir. Kur'an-ı Kerim'in sağladığı bu nimetin gerektirdiği şükrün asgarî derecesi, bu kitabın indiği ayda oruç tutmaktır: "Ramazan ayı ki, o ayda Kur'an, insanlara yol gösterici, doğru yolu belirtici, eğri ile doğruyu birbirinden ayırdedici olarak indirildi. İçinizden kim bu aya erişirse onu oruçla geçirsin. Kim hasta ya da yolcu olursa tutmadığı günler sayısınca sonraki günlerde oruç tutsun." Az önce değindiğimiz gibi, aşırı yaşlı erkek ve kadınlar dışında kalan sağlıklı ve yolcu olmayan kimseler hakkında fidye vererek oruç tutmama kolaylığını yürürlükten kaldıran, emredici ayet, bu ayettir. Ayetin ilgili cümlesini tekrarlayalım: "Kim bu aya erişirse onu oruçla geçirsin." Yani, "Kim yolcu olmayarak bu aya erişirse..." ya da "Kim bu ayın Hilâl'ini görürse..." Ramazan Hilâl'inin görüldüğünden başka bir yolla emin olan kimse Ramazan süresince oruç tutma zorunluluğu açısından tıpkı bu Hilâl'i gözüyle görmüş kimse gibidir. Bu hüküm genel olduğu için, arkadan gelen cümlede hasta ve yolcu olanların bu hükmün dışında tutulacağı, bu genel hükümden müstesna oldukları belirtiliyor: "Kim hasta ya da yolcu olursa tutmadığı günler sayısınca sonraki günlerde oruç tutsun." Ayetin devamında oruç farzını teşvik eden üçüncü bir gerekçe sunulmakta; bunun yansıra hem yükümlülüklerde ve hem de kolaylıklarda beliren ilâhî merhamet vurgulanmaktadır: "Allah sizin için kolaylık ister, zorluk istemez." Bu ilke, bu inanç sisteminin bütün yükümlülükleri için geçerli olan büyük bir kuraldır. Bu yükümlülükler kolaylık amacını gözetirler, zorluk taşımazlar. Bu inanç sistemi, kendisinden haz duyan kalplere hayatın tüm yönlerini kolay ve yumuşak tarafından almayı aşılar, müslümanın vicdanına zorlamaya ve karmaşıklığa yer vermeyen, kendine has bir sadelik, müsamahakârlık damgası basar. Bu sadelik ve kolaylık eşliğinde bütün yükümlülükler, bütün farzlar ve hayatın bütün yorucu faaliyetleri suyun akışı, ağaç fidanının büyümesi gibi rahatlık, güven ve hoşnutluk içinde yerine getirilir. Yine bu sadelik ve zorlamasızlık duygusu müslümanda, yüce Allah'ın rahmeti ve mümin kulları için zorluk değil, kolaylık dilediği gerçeği üzerine sürekli bir bilinç geliştirir. Yolcuya ve hastaya Ramazan'dan sonraki günlerde eksik kalan günlerin orucunu tutma imkanı tanındı. Böylece zor duruma düşen bu kimselere Ramazan günlerini tamamlama fırsatı verilmiş oldu. Bu durumda onlar için sevap kaybı da sözkonusu değildir. `Bu sayılı günleri tamamlayasınız diye..' Bu şekildeki oruç, yüce Allah'ı tekbir etmeyi (O'nun ululuğunu dile getirmeyi) ve şükretmeyi gerektiren bir nimettir. "Sizi doğru yola ilettiğinden dolayı kendisini tekbir etmenizi (ululuğunu dile getirmenizi) ister. Ola ki, O'na şükredersiniz." Bu farzın gayelerinden biri de budur. Yani müminlerin, yüce Allah tarafından kendilerine bağışlanmış olan hidayetin (doğru yol bilincinin) değerini takdir etmeleri, bilmeleri. Müminler kalplerinin günah işleme düşüncesinden ve organlarının bu günahları işlemekten uzak tutulduğu, aynı zamanda somut, gözle görülür derecede hidayet bilinci ile donanmış bulundukları oruç döneminde, diğer herhangi bir dönemden daha güçlü bir şekilde bu duyguyu içlerinde hissederek bu hidayet bağışına karşılık Allah'ın ululuğunu dile getirme, O'nun bu nimetine karşılık şükretme, bu ibadet yolu ile kalplerini O'nun dergâhına sığındırma ihtiyacını duyarlar. Oruçtan bahseden daha önceki ayetin sonunda buyurulduğu gibi, "Ola ki, Allah'tan sakınırlar, takva sahibi olurlar." İşte bedenlere ve ruhlara zor gibi gelen bu yükümlülüğün yansıttığı ilâhi nimet böylece meydana çıkıyor, onunla güdülen eğiticilik amacı, bu ümmetin gerçekleştirmek üzere ortaya çıkarıldığı büyük role hazırlama gayesi belirginleşiyor, bu büyük rolün takva güvencesi, ilâhî koruma ve vicdan duyarlılığı içinde yerine getirilmesinin yolu açılıyor. Bu ayetler demetinin akışı içinde orucun süresi, yiyip içme ile yemekten ve içmekten kesilmenin başlangıç ve sonu ile ilgili hükümlerin ayrıntılarına geçilmeden önce insan psikolojisinin derinliklerine ve duygular aleminin gizliliklerine şaşırtıcı bir projektör yansıtıldığını görüyoruz. Oruç tutarken çekilen sıkıntının özlenen, sevimli ve eksiksiz karşılığını, yüce Allah tarafından hüsnü-kabul görmenin göstergesi olarak bekletilmeden gelen ödül ile karşılaşıyoruz. Sözkonusu karşılığı ve ödülü yüce Allah'ın yakınlığını kazanmakta, O'nun kulun duasını kabul edişinde buluyoruz. Bu karşılığın ve bu ödülün müjdesini aşağıdaki nerdeyse ışık saçacak derecede parıltılı ve müşfik kelimeler tasvir ediyor: 186- Eğer kullarım sana benden sorarlarsa onlara de ki; ben kendilerine yakınım, bana dua edenin duasını, dua edince, kabul ederim. O halde onlar da benim çağrıma olumlu karşılık vererek bana iman etsinler ki, doğru yolu bulsunlar. "Ben onlara yakınım", "Bana dua edenin duasını, dua edince kabul ederim." Ne büyük bir incelik, ne güçlü bir şefkat, ne büyük bir muhabbet ve ne şaşırtıcı bir canayakınlık, değil mi? Gerek orucun ve gerekse diğer herhangi bir dini yükümlülüğün meşakkati bu sevginin, bu yakınlığın ve sevecenliğin gölgesi altında nerede kalır, ne anlam taşır?! Ayetin her sözcüğünün anlatımına bu sevecen özveri egemendir: "Eğer kullarım sana benden sorarlarsa onlara deki; ben kendilerine yakınım, bana dua edenin duasını, dua edince, kabul ederim" Yüce Allah "Kullarım" diyerek onları kendine izafe ediyor. Ayrıca sorularına aracısız biçimde doğrudan doğruya kendisi cevap veriyor. Yani "onlara deki; Ben kendilerine yakınım" demiyor. Bunun yerine soru gelir gelmez, ona cevap vermeyi bizzat üstleniyor ve "yakınım" buyuruyor. Bunların yanısıra "Onların duasını işitirim" demiyor, bunun yerine "Bana dua edenin duasını dua edince, kabul ederim" diyerek duanın kabul edilmesi işlemini önplâna geçiriyor. Bu ayet, müminin kalbini tatlı bir özveri, cana yakın bir sevgi, huzur verici bir hoşnutluk ve kesin bir güvenle dolduran şaşırtıcı bir ayettir. Mümin, bu duyguların etkisiyle hoşnutluğun yüceliğinde, özverili bir yakınlığın kucağında, güvenli bir sığınakta ve sarsılmaz bir huzur içinde yaşar. Bu sevecen dirliğin, bu sevgi dolu yakınlığın ve heyecan uyandırıcı hüsnü kabulün gölgesi altında yüce Allah kullarını kendi çağrısına olumlu cevap vererek O'na iman etmeye çağırıyor. Ola ki, bu olumlu cevap ve bu iman, onları doğru yola, hidayete ve iyiliğe iletir. "O halde onlar da benim çağrıma olumlu karşılık vererek bana iman etsinler ki, doğru yolu bulsunlar.." Demek ki, yüce Allah'ın çağrısına olumlu karşılık vermenin ve iman etmenin nihaî meyvesi de yine kullara aittir. Bu nihaî meyve; doğru yola, hidayete ve iyiliğe ermektir. Yoksa yüce Allah'ın alemdeki hiçbir varlığa ihtiyacı yoktur, bunların tümünden müstağnidir. Gerçek hidayete erme ve olgunluk ancak yüce Allah'ın çağrısına uymakla ve ona iman etmekle mümkün olur. Yüce Allah'ın insanlar için seçtiği hayat tarzı, onları kurtaracak yegane mükemmel hayat tarzıdır. Bunun dışındaki bütün yaşama tarzları, hiçbir olgun vicdanın hoşlanmayacağı ve hiçbir doğru yol yolcusunun yanına yanaşmayacağı bir cahiliye düzeni, birer akıl fukaralığıdır. Kullar Allah'ın çağrısına olumlu karşılık verince ve doğru yola kavuşunca, yüce Allah'ın dualarını kabul etmesini beklemeye hak kazanırlar. Allah'a dua etmeliler, ama dualarının hemencecik kabul edilmesini beklemeleri, bu konuda aceleci davranmaları da doğru değildir. Herşeyi en ince ayrıntısına kadar karara bağlamış olan Allah onların dualarını kabul edeceği en uygun zamanı kendilerinden daha iyi bilir. Nitekim İbn-i Meymun'un sahabilerden Hz. Selman-ı Farisî'ye (Allah onlardan razı olsun) dayanarak bildirdiğine göre Peygamber efendimiz şöyle buyuruyor: "Kul, iki elini açarak Allah'tan hayırlı bir şey dileyince yüce Allah bu iki açık eli boş olarak geri çevirmekten haya eder." (Ebu Davud, Tirmizi, İbn-i Mace)' Abdullah b. Abdurrahman Daremî'nin sahabilerden Hz. Sevban'a, ve İmam-ı Ahmed Hanbel'in yine sahabilerden Ubbade b. Samit'e (Allah hepsinden razı olsun) dayanarak bildirdiğine göre Peygamber efendimiz (salât ve selâm üzerine olsun) şöyle buyuruyor: "Yeryüzünde hiçbir müslüman kişi yoktur ki, yüce Allah'tan birşey istesin de Allah onun isteğini karşılamasın, ya da onu dileği kadar olan bir kötülükten, terslikten uzak tutmasın. Yalnız bu duanın günah ya da akrabalık ilişkisini kesme anlamına gelmemesi gerekir." (Tirmizi) Öteyandan yine Peygamberimiz şöyle buyuruyor: "İçinizden biri `Dua ettim, fakat kabul olmadı' diyerek acele etmediği sürece yaptığı dua mutlaka kabul edilir." (Buhari, Müslim) Yine Peygamberimiz şöyle buyuruyor: "Kul, günah ya da akrabalık ilişkisini kesme anlamına gelen bir dilekte bulunmadıkça ve acele etmedikçe mutlaka duası kabul edilir." Sahabilerden birinin; "Ya Resulallah, dua edenin acele etmesi ne demektir?" diye sorması üzerine de Peygamberimiz sözlerini şöyle bağladı: "Adam `Dua ettim, dua ettim, fakat ettiğim duaların kabul edildiğini görmedim' der ve bu durum karşısında hayal kırıklığına düşerek dua etmeyi bırakır." (Müslim) Öteyandan oruçlunun duası, kabul edilme ihtimali en yüksek dualar arasındadır. Nitekim İmam Ebu Davud Tayalisî'nin "Müsned" adlı hadis derlemesinde yeraldığına göre, sahabilerden Hz. Abdullah b. Ömer (Allah her ikisinden de razı olsun) Peygamberimiz; "Oruçlunun iftar açarken yaptığı dua kesinlikle kabul edilir, buyurdu" demiştir. Zaten Abdullah b. Ömer iftar ederken ailesini ve çocuklarını yanına çağırır ve onlar ile birlikte dua ederdi. Öteyandan İbn-i Mace'nin "Sünen" adlı adlı hadis kitabında yine Abdullah b. Ömer'e dayanarak naklettiğine göre Peygamberimiz, şöyle buyuruyor: "Oruçlunun iftar açarken yapacağı dua asla reddedilmez." Bunların yanısıra sahabilerden Hz. Ebu Hureyre'nin (Allah ondan razı olsun) bildirdiğine göre Peygamber efendimiz şöyle buyuruyor: "Şu üç grup kimsenin duası asla reddedilmez: 1- Adaletli hükümdar (imam) 2- Oruçlu kimse, iftar edinceye kadar 3- Mazlumun, haksızlığa uğrayanın bedduası. Yüce Allah Kıyamet günü bu bedduayı bulutların üzerinden aşırarak ona bütün gök kapılarını açar, ayrıca zulme uğrayana `ululuğum hakkı için bir süre sonra olsa da sana kesinlikle yardım edeceğim' diye buyuruyor." İşte bundan dolayıdır ki, oruçtan söz eden ayetlerin arasında dua konusuna yer verilmektedir. Okuyacağımız bu bölümde müslümanlara orucun bazı hükümleri hakkında bilgi veriliyor, onlara güneş batımı ile tanyerinin ağarması (fecr) arasında eşlerine yanaşmanın helâl olduğu, bu süre içinde yemelerinin ve içmelerinin de serbest olduğu anlatılıyor. Bunun yanısıra gündelik oruç süresinin tanyerinin ağardığı andan başlayıp güneşin batması ile bittiği, ayrıca mescidlerde geçirecekleri itikâf döneminde kadınlara yanaşmanın hükmü anlatılıyor: | |
17 Eylül 2008, 20:59 | Mesaj No:19 |
Cvp: Fizilalil Kuran Bakara Suresi Tefsiri 187- Oruç tuttuğunuz günlerin gecelerinde eşlerinize yaklaşmak size helâl kılındı. Onlar sizin, siz de onların örtüsü, elbisesisiniz. Allah sizin nefisleriniz tarafından aldatıldığınızı biliyordu, bunun için tevbelerinizi kabul, sizleri de affetti. Şimdi artık eşlerinize serbestçe yaklaşın ve Allah'ın size yazmış olduğunu arayın, isteyin. Tanyeri ağarıp siyah ipliği beyaz iplikten ayırdedinceye kadar yiyin, için. Sonra orucu geceye kadar sürdürün. Mescidlerde itikâfa girdiğinizde eşlerinize yaklaşmayın. Bunlar Allah'ın çizdiği sınırlardır, onlara yaklaşmayın. Allah, ayetlerini insanlara böyle açık açık anlatıyor ki, yasaklardan sakınabilsinler. Orucun farz olduğu ilk yıllarda iftardan sonra uyuyunca artık kadına yanaşma, yeme ve içme yasağı başlardı. Bu durum eğer oruç tutmuş olan kimse bir süre sonra uyansa -Bu uyanışı tanyeri ağarmadan önce bile olsa- ne eşine yanaşabiliyor, ne yiyip içebiliyordu. Kimi zaman öyle oluyordu ki, adam iftar vaktinde yiyecek birşey bulamıyor, bu arada uykuya dalıveriyordu. Sonra uyanıyor, fakat yiyip içmesi helâl olmadığı için hiçbir şey yiyip içmeden oruca devanı ediyor, ama ertesi günü bitkin düşüyordu. Bu durum Peygamberimizin kulağına gitmişti. Kimi zaman da öyle oluyordu ki, iftardan sonra kadın ya da erkekten biri uyuyordu; fakat bir süre sonra uyandıklarında eşlerden birinin canı karşı tarafa yanaşmayı istiyor ve bu arzusunu gerçekleştiriyordu. Böyle durumlar da Peygamberimizin kulağına varmıştı. Böyle olunca oruç yükümlülüğünü yeriné getirmek müslümanlara zor gelmeye başladı. Bunun üzerine yüce Allah bu zorluğu kolaylaştırdı, onlara kendi nefisleri üzerinde somut bir deney yaptırarak kolaylığın değerini, yüce Allah'ın rahmetinin ve duaları kabul ediciliğinin derecesini anlamalarını sağladı. Arkasından bu ayet inerek oruç tutanlara akşam ile tanyeri ağarması arasında kalan sürede eşlerine yanaşmayı, cinsel ilişkide bulunmayı helâl kıldı: "Oruç tuttuğunuz günlerin gecelerinde eşlerinize yaklaşmak size helâl kılındı." Ayette kullanılan "Refs" sözcüğü hem cinsel ilişki öncesi oynaşmalar ve hem de bizzat cinsel ilişki anlamlarına gelir. Burada bu anlamların her ikisi de kasdedilmiş ve serbest bırakılmıştır. Fakat Kur'an-ı Kerim, eşler arasındaki cinsel ilişki konusunu her zaman yumuşak ve nazik bir üslup ile alır, böylece karı-koca ilişkisine incelik, pırıltı ve canayakınlık yansıtır; bu ilişkiyi hayvanlara özgü kabalığından ve arsızlığından uzaklaştırır; aynı zamanda bu ilişkilerin sağlıklı yürümesi açısından gizliliğin ve örtülmüşlüğün taşıdığı önemi vurgular: "Onlar size örtüdür, elbisedir; siz de onlara örtü, elbisesiniz." Elbise, örtünme ve korunma aracıdır. Karı-koca arasındaki ilişki de tıpkı böyledir. Herbiri, karşı tarafın üzerine örtü çeker, onu korur. İslâm, insan denen şu varlığı bütünü ile ve olduğu gibi ele alır, onun yapısını ve fıtri karakterini aslına uygun biçimde kabul eder ve bu realist yaklaşım içinde elinden tutarak onu bütünü ile yüceliklerin zirvesine tırmandırmaya çalışır. İşte bu bakış açısı ile insana yaklaşan İslâm, kanın ve etin atılımını anlayışla karşılayarak üzerine bu tatlı soluğu üfler ve bu nazik örtüyü örter. Ayetin devamında, müslümanların içlerinde gizledikleri duyguları bildiği için yüce Allah'ın kendilerine yönelik rahmetinin sonucu olarak fıtrî içgüdülerinin arzularını tatmin etmelerine izin verdiği belirtiliyor: "Allah, sizin nefisleriniz tarafından aldatıldığınızı biliyordu, bunun için tevbelerinizi kabul ederek sizleri affetti." Burada sözü geçen müslümanların nefislerine karşı işledikleri hıyanet, gizli duygular ve bastırılmış arzular biçiminde olabileceği gibi doğrudan doğruya cinsel ilişki eylemi biçiminde gerçekleşmiş olabilir. Zaten bazılarının bu eylemi gerçekleştirdiklerini yansıtan rivayetlere rastlanmaktadır. Her iki durumda da müslümanların zayıflığı ortaya çıkınca yüce Allah onların tevbelerini kabul ederek günahlarını bağışladı ve kendi kendilerine ihanet etmiş oldukları konuda onlara hareket serbestliği tanıdı: "Şimdi artık eşlerinize serbestçe yaklaşın" Fakat bu serbestlik, bu sakıncasızlık; yüce Allah'a bağlılık tazelenmeden, bu eylemde de vicdanları yüce Allah'a yöneltmeden yürürlüğe girmiyor: "Allah'ın size yazmış olduğunu arayın, kovalayın:' Yani "Yüce Allah'ın size yazmış olduğu kadından yararlanmayı, çoluk-çocuk edinerek soyunuzu sürdürme nimetini, cinsel ilişkinin bu ürününü arayın, kovalayın. Bunların her ikisi de yüce Allah'ın buyrukları arasındadır, O'nun tarafından size bağışlanmış olan nimetlerdendir. O, bunları size mübah kıldığı, size sunduğu için onları aramak ve kovalamak sizin için mubahtır. Fakat bilmelisiniz ki, bu nimet ile yüce Allah arasında sıkı bir bağ vardır, onu bağışlayan O'dur ve arkasında bir hikmet vardır, O'nun hesabına göre bu nimetin bir amacı vardır. Buna göre bu eylem, her faaliyetin yönelik olduğu o yüce ufuktan kopuk, ona yabancı, sırf organizmaya yapışık bir hayvanî boşalmadan ibaret bir içgüdüsel faaliyet değildir." Bu anlayış sayesinde karı-koca arasındaki cinsel ilişki, bu ilişkiden daha büyük, toprak düzeyinden ve ilişki anının sağladığı hazdan daha yüksek olan bir amaca bağlanır. Yine bu anlayış sayesinde bu ilişki, arınmışlık, incelik ve yücelik kazanır. Gerek Kur'an'ın yönlendirme sürecinde ve gerekse İslâmî düşünce sisteminde yeralan bu tür telkinleri gözden geçirdikçe şu insanlığın, fıtratının, yeteneklerinin ve yapısal karakterinin sınırları içinde ilerleyip gelişmesi için İslâm tarafından harcanan hikmetli ve verimli çabaların değerini daha iyi anlıyoruz. İşte Allah'ın insanlığa sunduğu İslam'ın eğitim, yüceltme ve geliştirme metodu. O Allah ki, yarattıklarını herkesten iyi tanır; O, kullarına karşı engin bir lütuf sahibidir ve herşeyin içyüzünden haberdardır. Yüce Allah Ramazan gecelerinin sözkonusu süresi zarfında cinsel ilişkiyi mubah kıldığı gibi yemeyi ve içmeyi de mubah kılmıştır. "Tanyeri ağarıp siyah ipliği beyaz iplikten ayırdedinceye dek yiyin, için." Yani "Ufukta ve dağ doruklarında aydınlık belirinceye kadar..." Bu aydınlıktan kasdedilen şey, "yalancı şafak (fecr-i kâzib)" diye anılan gökte beyaz ipliğin belirmesi durumu değildir. İmsak vaktinin belirlenmesi ile ilgili bize ulaşan rivayetlere dayanarak diyebiliriz ki, imsak vakti güneşin doğuşundan az önceki vakittir. Biz şimdi, ülkemizdeki geleneksel ibadet takvimi uyarınca şer'i vaktinden biraz daha önce imsaka giriyoruz. Bu durum, belki de daha ihtiyatlı olma endişesinden kaynaklanıyor. Nitekim İbn-i Cerir'in sahabilerden Semure b. Cündüb'a (Allah onlardan razı olsun) dayanarak bildirdiğine göre Peygamber Efendimiz bu konuda şöyle buyuruyor: "Tanyeri ağarıncaya (ya da fecir doğuncaya) kadar ne Bilâl'in ezan sesi ve ne de şu ufukta beliren beyazlık sizi aldatmasın." Yine İbn-i Cerir'in, Sevad b. Hanzele yolu ile yine Semure b. Cündüb'e (Allah onlardan razı olsun) dayandırarak bildirdiğine göre Peygamber efendimiz şöyle buyuruyor: "Ne Bilâl'in ezanı ve ne de şerit biçimindeki tanyeri ağarması, sizi sahur yemeği yemekten alıkoymasın. Sahur yasağı, ufukta belirecek yuvarlak ağartı ile başlar." Peygamberimizin (salât ve selâm üzerine olsun) burada sözünü ettiği "Ufukta beliren yuvarlak ağartı" güneşin doğuşundan az önceki bir vakti gösterir. Hz. Bilâl, uyuyan sahabileri uyarmak için sabah ezanını vaktinden önce okurdu. oysa Peygamberimizin bir başka müezzini olan İbn-i Umm-ı Mektûm (Allah her ikisinden de razı olsun) bu ezanı imsak vaktinden sonra okurdu. Peygamberimiz bu yüzden Hz. Bilâl'in ezanına işaret ediyor. Daha sonra mescidlerde (camilerde) girilecek itikâf; yüce Allah ile başbaşa kalmak üzere camilere kapanmak ve abdest bozma, yeme, içme gereği olmadıkça eve girmemek demektir. Ramazan'ın son günlerinde müstehaptır. Peygamberimiz, Ramazan'ın son on günü itikâfa girerdi. İtikâf, dünyadan koparak sırf yüce Allah ile başbaşa kalma dönemidir. Bundan dolayı duygu dünyasının her şeyden sıyrılmasını ve kalbin her türlü dünya meşguliyetinden uzak kalmasını sağlayacak bu eksiksiz Allah'a yönelmeyi, sırf O' nunla başbaşa kalma amacını gerçekleştirebilmek için bu süre içinde cinsel ilişki yasağı getirilmiştir. "Mescidlerde itikâfa girdiğinizde eşlerinize yaklaşmayın." İtikâf dönemindeki cinsel ilişki yasağı, günün hem oruçla geçirilmesi gereken dönemi ve hem de oruçsuz kalınacak devresi için geçerlidir. Bu ayetin sonunda bütün faaliyetlerin, bütün yasakların, bütün emirlerin, bütün sakındırmaların, bütün hareketlerin ve durgunluğun Kur'anî metod gereği yüce Allah'a yöneltilmesi onun adına yapılması gerektiği vurgulanıyor: "Bunlar, Allah'ın koyduğu sınırlardır. Sakın onlara yaklaşmayın." Burada sınırlara ``yaklaşmak" yasaklanıyor ve böylece helâller alanı ile yasaklar alanı arasında bir güvenlik kuşağı oluşturuluyor. Çünkü yasak bölge çevresinde dolaşan kimse her an bu bölgeye girme tehlikesi ile karşı karşıyadır. İnsan her zaman nefsine hakim olamaz. Bu yüzden nefsinin arzuladığı yasaklara yaklaşarak iradesini sınava sokmaktan kaçınması, yasaklara dalmak üzere olan nefsine engel olabileceğine fazla güven bağlamaması daha tedbirli ve yerinde bir tutumdur. Ayrıca burada sözkonusu olan alan, cinsel hazların ve şehevi isteklerin sınırlarının alanı olduğu için ayetteki yasak "yaklaşmayın" biçiminde karşımıza çıkıyor. Gerçi maksat yasağa yaklaşmak değil, bilfiil yasağa dalmaktır. Fakat bu şekilde dile getirilen bu uyarı, daha sakındırıcı ve takvaya yöneltici bir telkin içeriyor. Şimdi de ayetin son cümlesini okuyalım: "Allah ayetlerini insanlara böyle açıklıyor ki, yasaklardan sakınabilsinler." Görüldüğü gibi takva, yüce Allah'ın ayetlerini insanlara açıklamasının gayesi olarak karşımıza dikiliyor. Zaten takva, bu Kur'an-ı Kerim'in her dönemdeki değişmez muhatapları olan mü'minlerin değerini takdir etmekte gecikmeyecekleri en büyük amaçtır. GASB Şimdi de orucun, başka bir deyimle yeme-içme yasağının ışığı altında başka tür bir yeme yasağı ile, yani "başkalarının malını haksızlıkla yeme" yasağı ile karşılaşıyoruz. Bu haksız mal yeme türü şöyle oluyor: Bir adam düşünelim ki, aslında kendisinin hakkı olmayan bir mal konusunda elindeki belgelerin ve ipuçlarının demagojik yorumuna, güzel konuşma ve etkili savunma yeteneğine dayanarak dava açıyor. Hakim de önüne getirilen sözde delilleri ve gerekçeleri gözönüne alarak haksız taraf lehine karar veriyor. Oysa gerçek, kendisine gösterildiği gibi değildir. Bu uyarı, yüce Allah'ın "koyduğu sınırlar"a değinildikten ve takva çağrısından hemen sonra geliyor. Böylece yüce Allah'ın yasaklarından alıkoyucu olan korku havasının etkisi altında kalması sağlanıyor insanın. 188- Birbirinizin mallarını haksız yollardan yemeyin. İnsanların bir kısım mallarını günah olacak biçimde bile bile yemek için hakimlere peşkeş çekmeyin. | |
17 Eylül 2008, 20:59 | Mesaj No:20 |
Cvp: Fizilalil Kuran Bakara Suresi Tefsiri GASB Ünlü müfessir İbn-i Kesir, bu ayet hakkında şu açıklamayı yapıyor: Ali b. Talha şöyle diyor: "Abdullah b. Abbas'dan gelen bir rivayet de aynı niteliktedir: Bu ayet, başkasının hakkı olan bir malı zimmetine geçiren bir adam ile ilgilidir. Adam, bu mal konusunda aleyhinde delil olmadığı için borcunu inkâr ediyor ve bu iddia ile mahkemeye başvuruyor. Oysa haksız olduğunu, günahkâr olduğunu, yediği malın haram olduğunu biliyor." Nitekim Mücahid, Said b. Cubeyr, İkrime, Hasan, Katade, Sedi, Mukatil b. Hayyan, Abdurrahman b. Zeyd b. Eslem'den rivayet edildiğine göre adı geçen zatlar bu konuda "Haksız olduğunu bile bile dâva açma" demişlerdir. Öteyandan Buharî ile Müslim'in, Umm-u Seleme'ye dayanarak naklettikleri bir hadise göre Peygamber Efendimiz şöyle buyuruyor: "Hiç kuşkusuz ben de bir insanım. Zaman zaman bana da davacı başvurur. İçinizden biri, bir başkasına göre davasını daha etkileyici bir dil ile savunabilir ve ben de onun lehine hüküm verebilirim. Bu şekilde kimin lehine hüküm verir de başkasının hakkını zimmetine geçirirsem bilsin ki, bu haksız mal, bir ateş parçasıdır. Buna göre ister onu taşısın, isterse bıraksın." Görülüyor ki, Peygamberimiz (salât ve selâm üzerine olsun) böylelerini içyüzünü bildikleri davaları ile başbaşa bırakıyor. Zira hakimin kararı ne herhangi bir haramı helâl ve ne de herhangi bir helâli haram haline getirebilir. O sadece gözönündeki delillere göre bağlayıcılık ifade eder. Günahı, sorumluluğu o konuda hile yapan, yanıltmaya başvuran tarafın omuzlarındadır. Böylece kısasta, vasiyyette ve oruçta olduğu gibi mahkeme önüne çıkmakta ve malda da İslâm meseleyi takvaya, Allah korkusuna bağlıyor. Bunların tümü ilâhî sistemin birbirini tamamlayan, uyumlu ve organik bölümleridir; hepsi de bu sistemin bütün parçalarını birbirine bağlayan ilâhi kulpa, halkaya bağlıdırlar. Böylece bu ilâhî sistem bölünmez, parçalanmaz bir bütün, organik bir ünite oluşturur. Bu durumda bir tarafını bırakıp başka bir tarafını benimsemek ve uygulamak, yüce Allah'ın kitabının bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr etmek anlamına gelir ki, böyle bir tutum, Allah korusun son çözümde kâfirliktir. Bir önceki bölümde olduğu gibi bu bölümdeki ayetlerde de bu ümmete emredilen farzların ve yükümlülüklerin, onun hayatını düzenleyen prensiplerin, gerek kendi bireyleri arasındaki ve gerekse çevresindeki diğer milletler ile olan ilişkilerini yönlendiren şeriat hükümlerinin, yasal esaslarının anlatımına devam ediliyor. Giriş bölümünde hilaller (yani aylar) ile ilgili bir açıklama yeralıyor. Bunu, cahiliyeden kalma bir adeti düzeltme amacı güden bir açıklama izliyor. Sözkonusu cahiliye adetine göre belirli bir vesile ile herhangi bir eve girmek gerektiğinde normal olan kapısından değil de arka tarafından giriliyordu. Daha sonra genel olarak savaşla ilgili hükümler ve özel olarak haram aylarda ve Mescid-i Haram sınırları içinde savaşmaya ilişkin esaslar anlatılıyor. Bölümün sonunda ise İslâm'ın belirlediği, arındırdığı ve cahiliye düşünceleri ile ilişkili tüm unsurlardan ayıkladığı şekliyle Hacc ve Umre ibadetlerinin ayrıntıları açıklanıyor. Yine bu ayetler de -Daha önceki bölümde olduğu gibi-. bir yandan inanç ve düşünce sistemine ilişkin hükümler, bir yandan ibadet amacı taşıyan davranışlara ilişkin hükümler ve bir yandan da savaşa ilişkin hükümler karşımıza çıkıyor. Bu hükümlerin hepsi aynı nokta etrafında bütünleşiyor, hepsinin sonu yüce Allah'ı ve Allah korkusunu hatırlatan uyarılar ile noktalanıyor. Meselâ evlere arka taraflarından girme konusunu işleyen ayetin sonunda iyilik kavramına doğru bir anlam kazandıran, iyiliğin görünürdeki davranışlarla değil, takva derecesi ile ölçüleceğini vurgulayan bir uyarı ile karşılaşıyoruz: "Evlere arka taraflarından girmeniz iyiliğe uygun bir davranış değildir. İyiliğe uygun davranış, kötülükten sakınarak, Allah'tan korkarak evlere kapılarından girenlerin davranışıdır. Allah'tan korkun ki, kurtuluşa, umduğunuza eresiniz." Genel anlamda savaş konusunda ise müslümanlar ölçüyü aşmamaya, saldırgan olmamaya çağrılmakta ve bu mesele ile yüce Allah'ın sevgisi ve nefreti arasında bağ kurulmaktadır: "Çünkü Allah ölçüyü elden bırakanları, saldırganları sevmez." Haram aylarda savaşmanın hükmünü açıklayan ayet de müslümanları Allah'tan korkmaya çağıran şu uyarı ile sona eriyor: "Allah'tan korkun ve bilin ki, Allah kendisinden korkanlar ile beraberdir." Öteyandan, Allah yolunda mal infak etmeyi emreden ayetin son cümleciğinde de yüce Allah'ın iyilik yapanları sevdiği vurgulanmaktadır: "İyilik yapın hiç kuşkusuz Allah iyilik yapanları sever." Bunların yanısıra Hacc ibadetinin bazı hareketlerini anlatan ayet de şu yorum cümleciği ile noktalanıyor: "Allah'tan korkun ve bilin ki, O'nun azabı ağırdır." Aynı şekilde Haccın ne zaman yapılacağını, Hacc sırasında kadına yaklaşmanın, diğer hacı adayları ile küfürleşmenin ve kavga etmenin yasak olduğunu belirten ayet de şu uyarı cümleciği ile bağlanıyor: "Yanınıza yolazığı alın. Hiç şüphesiz en hayırlı yolazığı takvadır; Allah korkusudur. Ey akıl sahipleri benden korkun." Hatta müslümanları, Hacc ibadetinin bitiminden sonra yüce Allah'ın adını anmaya çağıran ayetin sonunda bile yukarıdakiler ile aynı içeriği taşıyan şu yorum cümleciği yeralıyor: "Allah'tan korkunuz ve biliniz ki, hepiniz O'nun huzurunda biraraya getirileceksiniz." Böylece bu değişik konuların birbirleriyle sıkı bir ilişki halinde ve birbirine kenetlenmiş olduğunu görüyoruz. Bu sıkı ilişki, bu dinin karakterinden kaynaklanır. Bu dinin karakterinde ibadet amaçlı hareketler, kalpteki duygulardan ve bunların her ikisi sosyal hayata yön veren yasal düzenlemelerden ayrılmaz. Bu din, ancak hem dünya işlerini hem Ahiret işlerini, hem kalple ilgili gelişmeleri, hem sosyal ve devletlerarası ilişkileri hep birlikte kapsadığı; hayatı tümü ile denetimi altına alarak onu, üniteleri birbirini tamamlayan tek bir düşünce sistemi, uyumlu tek bir metod, yaygın tek bir sosyal düzen ve tek bir araç uyarınca yönlendirdiği takdirde rayına oturabilir. Burada sözü geçen tek uygulama aracı, hayatın bütün faaliyet kesimlerinde yüce Allah'ın şeriatına dayanan kendine özgü, orjinal hayat sistemidir. Bu surenin incelemekte olduğumuz bölümünden itibaren Kur'an-ı Kerim'in değişik bir anlatım tarzı ile karşılaşıyoruz. Bu yeni anlatım tarzı, birtakım merak edilen meselelere cevap biçiminde karşımıza çıkıyor. Müslümanlar bu durumlarda Peygamberlerine (salât ve selâm üzerine olsun) çeşitli meseleler hakkında sorular soruyorlardı. Sordukları bu meseleler hayatlarının yeni döneminde karşılaştıkları problemlerle ilgiliydi. Bu meselelerde yeni düşünce sistemleri, yeni yaşama düzenleri uyarınca nasıl hareket edeceklerini öğrenmek istiyorlar; ayrıca içinde yaşadıkları evren karşısında uyanıklık kazanan duyu organlarının dikkatini çeken bazı evrensel realiteler de zaman zaman bu sorularının gündemini oluşturuyordu. Meselâ hilâller, yeni aylar hakkında soru soruyorlar. Acaba bunların mahiyeti nedir? Ayın görüntüsü niçin önce hilâl biçiminde beliriyor, sonra gitgide büyüyerek yuvarlak bir dolunay halini alıyor, arkasından da yavaş yavaş eksilerek yine hilâl şekline giriyor; sonra da yeniden hilâl biçiminde ortaya çıkmak üzere gözlerden kayboluyor? Bir başka zaman Allah yolunda nasıl harcama yapacaklarını, hangi tür mallardan harcama yapacaklarını, sahip oldukları servetin ne kadarını ve ne orandaki bölümünü vereceklerini soruyorlar. Başka bir zaman da haram aylarda ve Mescid-i Haram civarında savaşmanın hükmünü soruyorlar: "Acaba bu savaş caiz midir, değil midir?" diyorlardı. Bir başka gün, alkollü içkinin ve kumarın hükmünün ne olduğunu öğrenmek istiyorlar. Bilindiği gibi cahiliye döneminde içki ve kumar Araplar arasında çok yaygındı. Bir başka gün ise kadınların aybaşı kanamaları hakkında soru soruyorlar. Kadınların bu dönemlerinde onlarla aralarındaki ilişkinin nasıl olması gerektiğini öğrenmek istiyorlar. Başka bir zaman da eşleri ile aralarındaki en mahrem meseleler hakkında sorular soruyorlar. Kimi zaman da bu tür sorular kadınların kendileri tarafından gündeme getiriliyordu. Kur'an-ı Kerim'in diğer surelerinde yeralan, çok daha değişik konularla ilgili sorular da vardı bunların arasında. Bu sorular çeşitli açılardan anlamlı, önemli birkaç realitenin somut göstergesidir: 1- Bu sorular, herşeyden önce müslümanların yaşama tarzında ve sosyal ilişkilerinde belirgin bir açılmanın, canlanmanın ve gelişmenin meydana geldiğini, yavaş yavaş orjinal kişiliğini bulmaya başlayan İslâm toplumunda yeni toplumsal şartlar belirdiğini, müslümanların bu topluma güçlü bağlarla bağlandıklarını, artık onların eski başıboş fertler ya da dağınık kabileler olmadıklarını; kendine özgü bir yapısı, bir düzeni, herkesin bağlı olduğu bir fonksiyonu olan yeni bir ümmet haline geldiklerini gösterir. Bu ümmetin her ferdi toplumdaki davranışlarının biçimi ve sosyal ilişkilerinin nasıl olması gerektiği ile ciddi biçimde ilgileniyor. Bu durum İslâm düşünce sisteminin, düzeninin ve yönetim mekanizmasının ortak katkısı ile meydana getirdiği yeni bir durumdur. Genel anlamda sosyal, fikrî, duygusal ve insanî düzeylerde beliren somut bir gelişme ile karsı karşıyayız. 2- Bu soruların diğer bir anlamı, ikinci bir göstergesi de şudur: Bu ümmette son derece uyanık bir dinî bilinç, güçlü ve vicdanlara egemen bir inanç gelişmiştir. Bu yüzden herkes gündelik hayatında yeni inanç sisteminin görüşünün ne olduğundan emin olmaksızın herhangi bir hareket yapmaktan çekiniyor. Artık eski hayatlarından kalma ve böyle durumlarda başvurabilecekleri hükümler ve bilgi birikimleri de yok. Çünkü bütün cahiliye dönemi alışkanlıklarını kalplerinden söküp attılar, onlara güvenlerini yitirdiler ve bunun sonucu olarak hayatlarının her alanında yeni direktifler beklemeye koyuldular. Bu duygusal durum, gerçek imanın meydana getirdiği bir durumdur. Böyle bir durumda daha önce yürürlükte bulunan bütün hükümlerden, bütün geçmiş alışkanlıklarından sıyrılır, cahiliye döneminde yaptığı eylem karşısında çekingen bir tutum takınır; her konuda yeni inanç sistemi tarafından yönlendirilmeye yatkın bir beklentiye girer; yeni hayatını geçmişin tüm gölgelendirici etkisinden uzak kalarak bu yeni inanç sistemine uyarlama konusunda titiz bir çaba gösterir. Bu arada eğer yeni inanç sisteminden, eski alışkanlıklarının şu ya da bu ayrıntısını onaylayan bir direktif alırsa bunu yeni düşünce sistemine bağlı, yepyeni bir unsur olarak algılar. Çünkü yeni düzenin, eski düzenin bütün ayrıntılarını ortadan kaldırması gerekli ve kaçınılmaz değildir. Fakat önemli olan, bu ayrıntıların, yeni düşüncenin özü ile irtibatlandırılmasıdır. O zaman bu ayrıntılar, bu düşünce sisteminin ayrılmaz parçası, yapısının öz unsurları ve diğer parçaları ile uyuşan öğeleri olurlar. Tıpkı İslamın Hacc ibadeti içinde benimsediği eski ziyaret gelenekleri gibi. Bu durumda bu gelenekler İslâm düşüncesinden kaynaklanmış, onun ilkelerine dayalı, cahiliye düşüncesi ile hiçbir ilişkisi kalmamış geleneklere ve hükümlere dönüşürler. 3- Bu sorulardan çıkan üçüncü bir anlam da bu dönemin tarihinden kaynaklanıyor. Bilindiği gibi bu dönemde Medine'li yahudiler ve Mekke'li müşrikler zaman zaman İslâm'ın yeni düzenlemelerinin değeri konusunda zihinleri bulandırma kampanyaları açıyor, kimi olaylar ve uygulamalar ile ilgili olarak yanıltma kampanyaları başlatabilmek için önlerine çıkan her fırsattan yararlanıyorlardı. Meselâ Abdurrahman b. Cahş'ın komutasındaki bir askeri müfrezenin haram aylarda müşrikler ile çatışmaya girdiği biçimindeki söylentiler ve dedikodular bu amaca yönelikti. Bu maksatlı kampanyalar zihinlerde şüphe belirmesine yolaçıyor ve bu soruların cevaplandırılması gerekiyordu. Ancak bu yolla bu zehirli kampanyaların önüne geçilebilir, müminlerin kalplerine güven ve huzur aşılanabilirdi. Sözkonusu sorularından çıkarılacak önemli sonuç Kur'an-ı Kerim'in sürekli bir savaşın ortasında olması idi. Bu savaş ister kalplerde yapılan cahiliye düşünceleri ile İslâm düşüncesi arasındaki iç savaşta olsun, ister müslüman cemaat ile çevresinde pusuya yatmış, fırsat kollayan düşmanları arasında cereyan eden dış savaşta olsun, Kur'an-ı Kerim etkin bir faktör olarak devrede idi. Bu savaşların her iki türü de hâlâ devam ediyor. Zira, insan nefsi, yine o eski nefis olduğu gibi müslüman ümmetin düşmanları da yine o günkü düşmanlardır ve Kur'an'da gözlerimizin önünde, elimizin altındadır. İnsan vicdanının ve müslüman ümmetin, bu Kur'an'ı savaşa sokmaktan, ona o ilk dönemde olduğu gibi canlı ve tam tekmilli bir faktör olarak bu mücadeleye katılma fırsatı vermekten başka hiçbir kurtuluş yolu yoktur. Müslümanlar bu gerçeğin kesinlikle bilincine varmadıkça ne kendilerini kurtarabilirler ve ne de herhangi bir başarı elde edebilirler. Bu gerçeğin insan vicdanında meydana getireceği asgari etki, Kur'an'a bu anlayışla, bu idrakle ve bu düşünce ile yaklaşmak; onu hareketli, etkili, düşünce üretici, cahiliye zihniyetine karşı direnen, bu ümmeti savunucu ve onu tökezlemelerden koruyucu bir kaynak olarak algılamaktır; buna karşılık onu bu günkü insanlar gibi sırf ahenkle okunacak tatlı nağmeler bütünü ve güzel sözler serisi şeklinde algılayan ve onun fonksiyonunu bundan ibaret sanan düşünceden uzak durmaktır. Halbuki yüce Allah Kur'an'ı bundan başka bir fonksiyon icra etmek için indirmiştir. Yüce Allah Kur'an'ı eksiksiz bir hayat tarzı meydana getirmek ve bu hayat tarzını harekete geçirerek dikenler, uçurumlarla dolu, çeşitli arzu ve ihtirasların cirit attığı, her adım başında engellerin kol gezdiği sıkıntılarla dolu yolda ilerlemeye çalışan insanlığı güvenli bir kapıya ulaştırmak amacıyla indirmiştir. Şimdi bu bölümün ayetlerini ayrıntılı biçimde incelemeye geçelim: 189- Ey Muhammed, sana hilâl aşamasındaki aylar hakkında soru soruyorlar. De ki; "Onlar insanlar ve Hacc için zaman ölçüsüdürler." Evlere arka taraflarından girmeniz iyiliğe uygun bir davranış değildir. İyiliğe uygun davranış, kötülükten sakınarak evlere kapılarından girenlerin tutumudur. Allah'tan korkunuz ki, kurtuluşa, umduğunuza eresiniz. | |
Konuyu Toplam 30 Kişi okuyor. (0 Üye ve 30 Misafir) | |
Benzer Konular | ||||
Konu Başlıkları | Konuyu Başlatan | Medineweb Ana Kategoriler | Cevaplar | Son Mesajlar |
Fizilalil Kuran A'la Suresi Tefsiri-Medineweb | MERVE DEMİR | Fizilalil Kur'ân | 1 | 28 Ekim 2012 17:43 |
Fizilalil Kuran Tin Suresi Tefsiri-Medineweb | MERVE DEMİR | Fizilalil Kur'ân | 2 | 30 Nisan 2012 09:50 |
Fizilalil Kuran Nas Suresi Tefsiri-Medineweb | MERVE DEMİR | Fizilalil Kur'ân | 1 | 18 Ekim 2009 18:54 |
Fizilalil Kuran Rad Suresi Tefsiri-Medineweb | MERVE DEMİR | Fizilalil Kur'ân | 4 | 08 Ekim 2008 13:40 |
Fizilalil Kuran Nur Suresi Tefsiri-Medineweb | MERVE DEMİR | Fizilalil Kur'ân | 7 | 08 Ekim 2008 12:56 |
.::.Bir Ayet-Kerime .::. | .::.Bir Hadis-i Şerif .::. | .::.Bir Vecize .::. |
|