|
Konu Kimliği: Konu Sahibi MERVE DEMİR,Açılış Tarihi: 24 Nisan 2009 (11:35), Konuya Son Cevap : 26 Temmuz 2009 (08:03). Konuya 5 Mesaj yazıldı |
| LinkBack | Seçenekler | Değerlendirme |
24 Nisan 2009, 11:35 | Mesaj No:1 |
Taraf Gazetesinden İktibas Yazılar Taraf Gazetesinden İktibas Yazılar Elhamdüllilah laikiz. Size bir soru sorayım. Neden Güney Kore, o bölgenin en çabuk kalkınan, en çabuk zenginleşen, sanayide dünya markaları yaratan ülkesi oldu? Neydi bu ülkenin özelliği? Güney Kore’nin en büyük özelliği, komünist Kuzey Kore’nin komşusu olmasıydı. Batı, aynı ülkenin “komünizmi” seçen parçasıyla, “kapitalizmi” seçen parçası arasındaki farkı bütün dünyaya göstermek, kapitalizmin “üstünlüğünü” Güney Kore üstünden kanıtlamak için harekete geçti. 1950’li yıllarda bir çöplük olan Güney Kore, “kapitalizmi seçen fakir ülkenin” nasıl zenginleştiğinin gösterilmesi için bir “model” olarak kullanıldı. Kapitalist Batı bu “modelle” övündü. Güney Kore bu sayede zenginleşti. Şimdi buna benzer bir “kader” Türkiye için hazırlanıyor. Niye? Nedir Türkiye’nin özellikleri? Birinci özelliği Müslüman olması. İkincisi, İslam görüntülü terörü desteklememesi. Üçüncüsü, laik olması. Dördüncüsü, en azından görüntüde bir diktatörlük olmaması. Yan yana gelen bu dört unsur bugün Türkiye’yi dünyanın en değerli ülkelerinden biri kılıyor. Bu özelliklerden bir tanesi bile eksilse Türkiye bütün değerini kaybeder. İlk çıktığı seyahatte Türkiye’ye gelen Obama, bizim parlamentoda yaptığı konuşmada, “11 Eylül’ün Bush kimliğinde simgeleşen çatışmacı, savaşçı, düşman ruhunun sona erdirildiğini” ve “barış döneminin” başladığını bütün dünyaya açıkladı. Amerika’nın İslam’la “savaşta” olmadığını söyledi. İslam’ı terörizmden ve El Kaide’den ayırdı, İran’a “zenginleşmesi” için işbirliği önerdi, Irak’ın bütünlüğünü savundu, Filistin devletinin varlığını destekledi. Guantanamo’yu kapattıklarını ve işkenceye son verdiklerini belirterek, geçmişi silmek istediklerini vurgulayan bir özeleştiri yaptı. Artık Amerika ve Batı dünyası “medeniyetler çatışması”nın sürmesini istemiyor. Bütün dinlerin ve ırkların birarada barış içinde varolacağı yeni bir dönem başlatıyorlar. Bu yeni dönemde Amerika’nın üstüne düşen görev, Bush döneminin bütün yeryüzünde “nefret” uyandıran savaşçı görüntüsünü hafızalardan silmek. Barışın öncülüğünü yapmak. Batı, “barışın” başta kendileri olmak üzere herkes için kârlı olduğunu keşfetmiş durumda. Ama, içinden çeşitli terör örgütleri çıkan, diktatörlüklerle kirlenen İslam âlemini de “barışın” faydalı olduğuna ikna etmeleri gerekiyor. Türkiye de bu noktada önem kazanıyor işte. Çünkü Türkiye, yeryüzünün hem laik, hem kör topal demokrat, hem terörü desteklemeyen, hem de Müslüman olan tek ülkesi. Bugün Türkiye, çevresindeki bütün ülkelerden daha “kıymetli” Batı için. Bu nedenle de anlaşılan “model” olarak seçildi. Benim anlayabildiğim kadarıyla, Batı dünyası, özellikle de Amerika, bütün İslam âlemine, “laikliği, demokrasiyi” benimsemiş bir Müslüman ülkenin ne kadar başarılı ve zengin olabileceğini Türkiye üstünden kanıtlamak istiyor. Bence Obama’yı Türkiye’ye getiren de bu neden. Onun için bütün İslam âlemine “artık savaşın bittiğini” Türkiye’den bu kadar net biçimde söyledi. Türkiye’nin kendisine biçilen “rolü” becermesi, zengin olması ve örnek haline gelmesi için yapması gerekenler de açıkça belirtildi. Önce sağlam bir demokrasi kuracak. Kürtlerin eşit vatandaşlık hakkını verecek, onlara anayasal güvenceler sağlayacak, anadilde eğitimi gündeme sokacak. Sonra, geçmişiyle barışacak. Ermeni sorununu açıkça konuşabilecek, Ermenistan sınırını açacak. Azınlıklara hakkaniyetle davranacak ve Ruhban Okulu’nun kapısına taktığı kilidi çıkaracak. Irak’ın bütünlüğünü dolayısıyla Kürdistan’ı tanıyacak. Müslüman kimliğini ifade etmek isteyenlerin “inanç özgürlüğünü” garanti altına alacak. Ve, laiklikten taviz vermeyecek. Bu tabloya baktığımızda, sadece Müslüman olduğumuz gerçeğini vurgulayan “dincilerle”, sadece “laik” olduğumuzu vurgulamak isteyen Kemalistler “tek başlarına” bir mana ifade etmiyorlar. Tek başına Müslümanlık önemli olsa Suudi Arabistan “rol modeli” olurdu, sadece laiklik önemli olsa Obama, Türkiye’ye değil Hırvatistan’a giderdi. Önemli olan Müslümanlıkla laikliği birarada yaşatabilmek. Müslüman kimliğimizi özgürce yaşayacağız, kızlarımız isterse türban da takacak ama laiklikten de asla taviz vermeyeceğiz, “inanç özgürlüğünün” yanı sıra “inanmama özgürlüğünü” de saygıyla karşılayacağız. Eğer Türkiye, dünyanın, Obama’nın ziyaretinde billurlaşan mesajlarını iyi anlarsa ve gereğini yaparsa... Kürt sorununu barış içinde adaletli bir şekilde çözerse, Ermeni sorununu, bu sorunu tabulaştırmadan, gerçekleri görerek aşabilirse, dindarlarının “inanç özgürlüğüne” sahip çıkarsa, azınlıkların haklarını kabul ederse, gerçek bir laikliği sürdürürse... Mutlu ve zengin bir ülke olmak için her türlü desteği bulacağız. Tarih, bize büyük bir imkân sunuyor. “Makûs talihimizi” yenebileceğimiz bir fırsat bu. Eğer, dünyanın, tarihin ve çağın bizden istediklerini gerçekleştirmenin bizim yararımıza olduğunu anlayabilir ve bunları gerçekleştirecek enerjiyi gösterebilirsek, çok kısa bir süre sonra, bugüne dek hiç bilmediğimiz bir huzurun ve refahın içinde yaşayacağız. AHMET ALTAN | |
Konu Sahibi MERVE DEMİR 'in açmış olduğu son Konular Aşağıda Listelenmiştir | |||||
Konu | Forum | Son Mesaj Yazan | Cevaplar | Okunma | Son Mesaj Tarihi |
Başbakan Recep Tayyip ERDOĞAN ülke tv Canlı... | Videolar/Slaytlar | Medine-web | 1 | 2893 | 23 Ağustos 2013 00:41 |
İran Emperyalizmi | Makale ve Köşe Yazıları | Medine-web | 6 | 3636 | 26 Ocak 2013 22:53 |
gerekli gereksiz bir şiir.. | Makale ve Köşe Yazıları | MERVE DEMİR | 0 | 3280 | 06 Aralık 2012 10:48 |
olmamış kayınbiradere mektup :) | Komik Paylaşımlar | Allahın kulu_ | 10 | 7779 | 03 Kasım 2012 23:19 |
İslamın kurtuluşu bilinçlenme ile mümkündür | Makale ve Köşe Yazıları | Esadullah | 11 | 7248 | 02 Ekim 2012 21:16 |
26 Nisan 2009, 01:01 | Mesaj No:2 |
RE: Taraf Gazetesinden İktibas Yazılar
Obama’nın yeşil bileziği ve soykırım Esquire dergisi 75. yaşını, kısa adı “Küp,” uzun adı “21. Yüzyılın Portresi” olan bir projeyle kutladı. Dergi önce, fikirleri, kişilikleri, maharetleriyle yüzyılın şekillenmesinde rol oynayacağını düşündüğü 75 kişiyi seçti. Aktör George Clooney’den kalp cerrahı Mehmet Öz’e uzanan bir liste çıktı ortaya. Sonra, video sanatçısı Lincoln Schatz, bu “nüfuzlular” listesindekileri tek tek Küp’e konuk etti. Küp, adı üstünde bir küptü. Kenarları üçer metrelik, cam duvarları ışığı geçiren bir kâğıtla kaplanmış ve çeşitli yerlerine 24 kamera yerleştirilmiş bu küpe giren 75 nüfuzlu şahsın beşer dakikalık portrelerini çekti Schatz. Küptekiler, çekim sırasında kendilerini iyi anlattığına inandıkları işleri yaptılar. Mehmet Öz plastik bir kalbi ameliyat etti; George Clooney on ayrı kadını dansa kaldırdı, vesaire. Esquire’ın seçtiği 75 nüfuzlu şahıstan biri de Samantha Power’dı. 39 yaşındaki yazar yalnız girmedi Küp’e; 20. yüzyılın en büyük kıyımlarının tanıklarını da beraberinde getirdi. Darfur’daki soykırımı yaşamış Motasim Adam; Ruanda soykırımından zorlukla kurtulmuş Jacqueline Murekatete; Pol-Pot’un ölüm tarlalarından kaçmış Sophy Yem; Holokost’u hatırlayan Bernard Gotfryd ve Ermeni soykırımında ailesinden birçok kişiyi yitirmiş 99 yaşındaki Perouz Kalousdian 27 metreküplük mekânda buluştular. Sohbet edip kendilerine verilen yeşil bilezikleri incelediler. Bileziklerin üzerinde “Not on my watch” (Ben bakarken olmaz) yazıyordu... Soykırım suçunun bir daha işlenmemesi için öncelikle bakmak ve görmek gerektiğini anlatıyordu bu söz. Gerçeği görmezden gelmek yerine gözümüzü açarak, yaşananlarla yüzleşerek yeni soykırımları önleyebilirdik... * * * Barack Obama ile Samantha Power’ın arkadaşlıkları, bundan birkaç yıl önce, bir telefon mesajıyla başladı. Başkanlık için yarışmayı kafasına koyan genç siyahî senatör, İrlanda doğumlu yazarın henüz 33 yaşındayken yayımladığı, Pulitzer ödüllü ilk kitabından çok etkilenmiş ve kısaca, “Benim adım Barack, beni arayın” demişti mesajında. Söz konusu kitap, Cehennemden Gelen Sorun: Amerika ve Soykırım Çağı başlığını taşıyordu. Power ve Obama ilk buluşmalarında, ABD’nin soykırım suçu karşısında sessiz kalmasının örneklerini tarihî bir perspektif içinde alan bu kitap üzerine uzun uzun konuştular. Her ikisi de Harvard Hukuk Fakültesi’nden mezundu; her ikisi de insan hakları ihlalleri, savaş suçları ve soykırım karşısında daha duyarlı bir siyaset yanlısıydı; iyi anlaştılar. Power, Harvard’da hocalığa ara verip Obama’nın dış politika danışmanları arasına katıldı ve ön seçim yarışının kızıştığı bir anda Hillary Clinton’dan “canavar” diye söz etmeseydi, muhtemelen bu görevini Obama’nın geçen kasımdaki seçim zaferine kadar sürdürecek, hatta belki bugün, Clinton’ın yerinde dışişleri bakanlığı koltuğunda oturuyor olacaktı. Olmadı. Ama Clinton’ı bakan yapan Obama, Power’ı da yakınında tutmak istedi ve genç kadını, Ulusal Güvenlik Konseyi’nde Çoktaraflı İlişkiler Kıdemli Direktörü olarak görevlendirdi. * * * ABD Başkanı Barack Obama’nın bugün yayımlayacağı Ermeni Anma Günü mesajı, Samantha Power’ın da görüş ve tavsiyelerini yansıtacak. Buna rağmen, mesajda “soykırım” kelimesinin doğrudan yer alması beklenmiyor. Obama, büyük olasılıkla, Türkiye ziyareti sırasında yaptığının bir benzerini yapacak... Bir yandan, Ermeni soykırımı konusunda daha önce söylediklerini reddetmeden, hatta o ifadelerin arkasında durduğunu ima ederek, kendisine ve cümle âleme karşı dürüst davranmayı deneyecek. Ama bir yandan da, “soykırım” kelimesini kullanması halinde, bunun gerek Türk-Amerikan ilişkilerine, gerekse Türk-Ermeni normalleşme planına darbe vuracağının bilgisiyle hareket edecek. Muhtemelen, “Konuya ilişkin Amerikan belgeleri gibi benim tarihte yaşananlar hakkındaki fikirlerim de kayıtlardadır. Ama benim ya da Amerikan devletinin bu konuda ne dediğinden daha önemli olan, yaşanan trajedinin taraflarının gerçekle yüzleşmesi ve işbirliğine dayalı yeni bir ilişkinin temelini atabilmesidir” diyecek. Tam da bu nedenle, yani Türkiye ile Ermenistan’ın üzerinde anlaştığı söylenen “normalleşme” planına sekte vurmamak için “soykırım” demekten imtina edecek. * * * Barack Obama’nın, Ankara’dayken de atıfta bulunduğu “bilinen görüşleri” değişmedi. Obama, Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşayan Ermenilerin maruz bırakıldığı sistemli kıyımın, Birleşmiş Milletler’in “soykırım” tanımının bütün unsurlarını taşıdığına inanıyor. Şu cümle, Obama’nın 2006’da, o günkü ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice’a yazdığı mektuptan: “1915’te Ermenilere soykırım uygulanmış olması, bir iddia, bir kişisel görüş, bir bakış açısı değildir, çok kapsamlı tarihsel bulgularla desteklenen, geniş biçimde belgelenmiş bir olgudur.” Yine Obama, 2008’de seçim kampanyası sırasında, “Amerika’ya, Ermeni soykırımı konusunda gerçekleri konuşan ve bütün soykırımlara kararlılıkla tepki veren bir lider lazım. Ben öyle bir başkan olmak niyetindeyim” demişti. * * * Barack Obama’nın yeşil bir bileziği var. Obama’ya o bileziği Samantha Power verdi. Üzerinde “Ben bakarken olmaz” yazıyor. Evet, ABD Başkanı 24 Nisan mesajında laf cambazlığı yapacak... Ama bence, baktığını, gördüğünü, bizlerin de bakmamız, görmemiz, yüzleşmemiz gerektiğini anlatmanın da bir yolunu bulacak. Bulmalı. YASEMİN ÇONGAR | |
28 Nisan 2009, 11:27 | Mesaj No:3 |
RE: Taraf Gazetesinden İktibas Yazılar
Soğuk ideoloji, sıcak ev Geçen hafta yazdığım yazıda, bir eğitimci olduğu için Türkan Saylan’ın evindeki aramalar sırasında daha özenli bir muameleyi hak ettiği şeklindeki düşüncemi ifade etmiştim. Hazreti Ali, “Bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum” demiş; öğretmenin öylesine saygın bir yeri vardır toplumsal geleneğimizde. Sonuçta ben de bir öğretmen kızıyım, mesleğini ciddiye alan ve eğitim-öğrenim kurumları kanalıyla içine doğdukları olumsuz şartların cenderesinden kurtulma şansı olabilecek öğrencileri için resmî kapıları zorlayan bir öğretmenin bu ülkede nelerle mücadele etmesi gerektiğini iyi bildiğimi söyleyebilirim. Bu nedenle de daha sonra Türkan Saylan’ın Ayşe Arman’a verdiği röportajda, başörtülü öğrenciler üzerine yaptığı açıklamaları yadırgayarak okudum. Saylan’ın çeşitli vesilelerle öne sürdüğü, başörtülü öğrencinin ÇYDD’nin bursuna ihtiyaç duymayacağı, zaten bir cemaatten burs alıyor olduğu şeklindeki iddia, kandırılmış aklı kıt (eksik etek) bir başörtülü öğrenci varsayımı üzerinden sürdürülüyor. Halk gibi, kadınlar konusunda da güvensiz, kötümser bir bakıştır, bu varsayımın kaynağı. “Bizi seçmeyen halk, bizim gösterdiğimiz yoldan yürümeyen kadınlar bir sürüdür ancak”; işte böyle düşünülüyor. Ergenekon soruşturmaları sırasında gündeme gelen bir konu, ÇYDD’nin uygulamaya geçirilmemiş Ata Evleri tasarısı oldu. Halkevleri’nde eksik olan, Ata Evleri’nde tamamlanır mıydı, nasıl tamamlanırdı, açık değil bu soruların cevabı. Eskiden cemaat evlerine ilişkin haberler yer alırdı medyada, hâlâ da bu tür haberlere rastlanıyor. Medyada herhangi bir cemaat evinden firar ederek şok uyandırıcı ifşaatlarda bulunan “aydınlanmış” müritlere ilişkin haberlere darbe öncesi dönemlerde daha sık rastlanırdı. Cemaat evlerine karşı laikçi evlerin (hatta odaların) kurulması, nasıl bir ihtiyaca karşılık geliyor peki... Her eğilimi, her cümleyi “analitik düşünce” adına kontrol altında tutma, gerekirse damgalayarak rafa kaldırma alışkanlığı için gerekli görülüyordu sanki, bu evler. 28 Şubat’tan sonra üniversitelerde kız öğrencileri başörtülerinden vazgeçirmek için kurulmuş olan “İkna Odaları”nın tarihi o kadar da uzakta değil. CHP’nin “mahalle evleri” açılımı, din dersi öğrenimini de içeriyordu. CHP bir kez daha her şeyi kapsama iddiasındaki bir nüfuza bu şekilde kavuşacağını umuyordu belki de... Parti binasını soğuk bulan, mahalle evinin kapısını çalar mıydı... Gri kamu binalarındaki bilinçlenmeyi sağlamlaştırmak için kurumun adının yanına “ev” kelimesinin ilavesi yetmiyor. CHP’li yetkililer, mahalle evleri projesi ve bu evlerde verilecek Kur’an derslerinin özünün ve içeriğinin mahallelinin açtığı bildik kurslardan farklı olacağının altını ısrarla çizerken başlamış oldular, geri adım atmaya. Hakan Arslanbenzer’in Atlılar dergisinde yayınlanan bir yazısında Türkiye gençliği 70’lerden itibaren şu şekilde sınıflandırılmıştı: 70’liler Dev-Genç, 80’liler Sev-Genç, 90’lılar Ev-Genç. 2000’li yılların gençleri bilişime yoğunlaşan ilgileriyle Bil-Genç sayılabilirler kanımca, ki bu ilgi de bir bakıma evin bilgisayarlı odasını işaret ediyor. Kendini evinde hissedememe, dolayısıyla ev veya çatı arayışı, modern zamanların sıkıntısı. 68 Devrimi ile birlikte sönmeye başladı komünlerin ışığı. İçinde bulunduğumuz dönemde en çekici vaatler eve, yuvaya ilişkin olanlar artık. Sanki asıl gerilim, bütün dokularına nüfuz edilemeyen aileleri barındıran ev iklimlerinde gelişmesi mümkün alternatif okumalarla, gri kamu binalarının temsil ettiği tek biçimci okumalar arasında yaşanıyor. Halk için evler tasarlanıyor, ama halka ilişkin tanımlar da değişmiyor, soğuk ideolojinin çalışkan, azimli eğiticilerinin kibri de... Türlü isimlerle açık tutulan halkevlerinde ümmetten millet yaratılıyor, çarşafını çıkartarak sahnede uçuşmaya başlayan medeniyet meleklerinin büyüsüyle... Okullu çocuklarının gözleri önünde çarşaflılar, başörtülüler “kara karga”, “ninja kaplumbağa” olarak işaretleniyor, sürekli... Batılı gözün estetik algısının zedelenmemesi adına, zahirde... *** Hakkari’deki o çocuklar... 23 Nisan Çocuk Bayramı türlü canlandırmalarla, temsillerle ülkenin dört bir yanında coşkuyla kutlanırken, kimi çocuklar bir kez daha dayakla tanıştı, ölümü gördü. Hakkari’de polisten ve biber gazından kaçarken dereye düşen Abdulsamed Erip’in başı taşa çarpıyor ve Erip hayatını yitiriyor ne yazık ki... Bir korucunun oğluymuş, 14 yaşındaki Abdulsamed. Fazla söze ne hacet... Aynı olaylarda dipçik ve darbelerle komaya sokulan Seyfi Turan da 14 yaşındaymış. “Mahkûm edilen her çocukla özgürlüğümüzü kaybediyoruz. Dipçiklenen her çocukla kafataslarımızda ve yüreklerimizde derin çatlaklar oluşuyor” deniliyor, Çocuklar İçin Adalet Girişimi’nin 24 nisanda Taksim tramvay durağında yaptığı basın açıklamasında. Yukarıdaki yazımda “soğuk ideoloji, sıcak ev”, dedim ya... “Bu çocukların Türkiye’yi yuva gibi hissetmesi için ne yapıyoruz” şeklindeki soruya acilen bir cevap bulmak gerekiyor. Niçin bu kadar çabuk unutuyoruz kendi çocukluğumuzu... “İşte bu şekilde olacak, bu şiiri okuyacak, böyle bir mantıkla düşüneceksin”, demek yetmiyor artık. Kimseye yetmiyor. CİHAN AKTAŞ | |
28 Nisan 2009, 11:49 | Mesaj No:4 |
RE: Taraf Gazetesinden İktibas Yazılar
Ama artık Türkiye 90'lı yıllardaki Türkiye değil..Eskiye oranla demokratik bağlamda gelişme oldu diyebiliriz.Tabi bazı kesimler muaf bu kavramdan. İnşAllah ilerleyen zamanlarda dahada düzelecek.. | |
03 Temmuz 2009, 15:36 | Mesaj No:5 |
RE: Taraf Gazetesinden İktibas Yazılar
Cumhuriyet tarihinin en ilginç dönemlerinden birini yaşıyoruz. Bütün hayatın “devlete ve devlet görevlilerine” göre tanzim edildiği “oligarşik” bir cumhuriyetten, her şeyin halka göre belirlendiği “demokratik bir cumhuriyete” geçme mücadelesi veriliyor. Cumhuriyetin yapısının değiştirilmesi için verilen mücadelenin tam göbeğinde “ordu” konusunun durması elbette bir tesadüf değil. Türkiye’yi halkın iradesinden bağımsız bir azınlığın yönetebilmesi ancak ordunun “silahlı bekçiliğiyle” mümkün. Biraraya geldiklerinde büyük çoğunluğu oluşturan dindarların, Kürtlerin, solcuların, Alevilerin “özgür ve eşit” yaşama talepleri hep “silahla” baskı altına alınmış. Bu kesimlerden “devlet görevine” seçilenler ise eski yeniçeriler gibi bir “devşirme” anlayışından geçirilmişler. Dindarlar dindarlıklarını, Kürtler Kürtlüklerini, Aleviler Aleviliklerini “devlet kapsında” bırakıp içeri öyle girebilmişler. Devletin içinde “asıl kimliklerinin” dışında “Atatürkçülük” diye tarif edilen yeni bir kimlik edinmişler. Bu “devşirme” yöneticiler, Sünni olacaklar ama Sünni yaşam tarzını ve ibadet etme biçimini terk edecekler, Kürt olacaklar ama “Kürtlüklerini” öne çıkartmayacaklar, Alevi olacaklar ama Aleviliklerini saklayacaklar, solcu olacaklar ama fikirlerini söylemeyecekler. İbadetinden, Aleviliğinden, Kürtlüğünden, solculuğundan vazgeçmeyen “halk” ise “hakkını” isteyemesin diye sürekli bir baskı altında tutulacak. Medyayla, edebiyatla, karikatürlerle beyinleri yıkanacak, dindarlar “yobaz”, Aleviler “mumsöndü yapan ahlaksız”, Kürtler “bölücü”, solcular “hain” gösterilecek. İnsanlar dinlerinden, dillerinden, fikirlerinden “utanır” hale getirilecek. Devlet ekonomide tek patron olacak. Cumhuriyet çok uzun zaman bunu başarıyla yürüttü. Dünyanın koşulları da buna izin verdi. Ama dünya da Türkiye de değişti. Türkiye, “küreselleşen, bütünleşen” dünyanın önemli bir parçası haline geldi. İnsanlar “hakları” olduğunu öğrendi. Üretim yapan “halk” yavaş yavaş zenginleşmeye, devletin boyunduruğundan çıkmaya başladı. Zenginleşen “dindar” kesim siyasete ağırlığını koydu. Kürtler, silahla “kimliklerini” kabul ettirme yolunu seçti. Aleviler örgütlendi. Devletle, halk “iktidar” için karşı karşıya geldi. Şimdi dünya koşulları “halktan” yana. Para, halkın elinde. Halkın Kürt kesiminde “silah” var. Ve, halk “yeter” diyor. Sadece bu ülkenin halkı değil, dünya da “yeter” diye bağırmakta. Bu ülkenin huzura kavuşabilmesi için halkın bu ülkenin “sahibi” olması gerekiyor. Bunun önündeki engel ordu. Gerek ordu, gerekse “ordu yanlısı medya” sürekli olarak aynı şeyi söylüyor: “Cumhuriyet tehlikede.” Söyledikleri doğru ama eksik. Bu “oligarşik cumhuriyet” tehlikede. Bu ülkede “azınlığın sultası” sona erecek. Halkın iradesine tabi “demokratik” bir cumhuriyet kurulacak. Ordu, “hukuk dışı” bir baskı kuramayacak halkının üzerinde. Kendi kimliğini unutmak zorunda kalan “devşirmeler” tarafından değil, gerçek kimliklerine sahip çıkan insanlar tarafından birlikte yönetilecek bu ülke. “Ben Kürdüm” diyen birini cumhurbaşkanı seçebileceğiz, “ben Aleviyim” diyen bir başbakanımız olabilecek, “Cuma namazlarını kaçırmayan” diyen bir genelkurmay başkanımız görev yapabilecek, “enternasyonalizme” inanan bir Marksist Meclis başkanlığını üstlenebilecek. Bu ülkenin her vatandaşı, inancı, dini, dili, fikri ne olursa olsun diğerleriyle “eşit” konuma gelecek. Bizim gerçek bir ülke, gerçek bir cumhuriyet, gerçek bir demokrasi olabilmemiz için önümüzdeki en büyük engel olan ordunun asli görevi olan askerliğe dönüp, elini siyasetten çekmesi bunun ilk adımı. Bu ilk adımın sancılarını çekiyoruz. Çok uzun sürmez bu. Hayatın bizzat kendisi “orduya” bunu emrediyor, buna direnmek mümkün değil. Ordu kışlasına çekilecektir. Kendi halkına karşı “oligarşik” bir cumhuriyetin “bekçiliğini” çok fazla yapamaz. Güneydoğu’daki savaş da barışla sonuçlanacaktır normalleşmeyle birlikte. Asıl zorluğu belki de biz “ezilenlerin” kendi aralarındaki sorunlarda yaşayacağız. “Devletin bölünmesinden” çok korkan bu cumhuriyet, kendi halkını insafsızca “böldü” çünkü. Eğitim sistemiyle, medyasıyla, ezilen insanları birbirine düşman haline getirdi. Yıllarca ezilen ve birbirine düşman olan bu insanları barıştırmak, birbirlerinden duydukları kuşkudan kurtarmak, onların arasında eşitlik oluşturmak için eğitim sisteminden, medyanın yapısına kadar çok önemli değişikliklerden geçmemiz gerekecek. Türkiye’de büyük değişim başladı bence. Bu değişimin en görünür ve en çarpıcı adımı ordunun konumu ama onu hallettikten sonra daha epeyce değişimden geçeceğiz. Her çocuğun kendine ait bir odasının olacağı, her gencin özgürlüğü alabildiğine yaşayacağı, yaşlıların “bakın nasıl bir ülke yarattık” diye gülümseyeceği bir geleceğe doğru gidiyoruz. Bu yolculuk biraz zor belki ama varılacak menzil çok huzurlu. AHMET ALTAN | |
26 Temmuz 2009, 08:03 | Mesaj No:6 |
RE: Taraf Gazetesinden İktibas Yazılar
Avrupa’da modernlikten anlaşılan hep liberallik oldu. Otoriter zihniyet ise geçmişten gelen bir kalıntı olarak tanımlandı. Oysa modernlik otoriterliği yeniden harmanladı ve onu liberalizmin payandası olarak meşrulaştırdı. Dolayısıyla işlerin ‘iyi’ gittiği dönemlerde liberalliği öne çıkaran Avrupa, işler ‘kötüye’ sardığında hiç gocunmadan otoriterliğe sarılabiliyor. Hele ekonomik krizin yaşandığı bir dönemde hâlâ göçmen meselesini çözememiş durumda iseniz, otoriter zemin faşizan ve ırkçı meyveler de veriyor. Kendinizi ırkçı saymamanın yolu ise göçmenleri ‘gerçekten de’ geri ilan etmeyi gerektiriyor. Bunun en kolay yolu onları kültürel olarak mahkûm etmekten geçiyor ve özellikle Müslüman göçmenler bu açıdan son derece işlevsel. Diğer bir deyişle eğer Müslümanlığı öz itibariyle sakıncalı ilan edebilirseniz, Müslüman göçmenin entegrasyon sorumluluğundan kurtulur, yaşadığınız her türlü sıkıntının nedenini onlara yükleyebilecek bir ruh hali yaratabilirsiniz. Avrupa bugün bu hastalıklı psikolojinin içinde... Kullanılan en önemli manivela ise laiklik... Müslümanlığın öz olarak laikliğe aykırı olduğu ileri sürülüyor ve böylece Müslümanlara yönelik zımni ırkçılık besleniyor. Ama Avrupalılar hiç merak etmesinler... Yalnız değiller. Derinlemesine mülakatlara dayanan yeni bir çalışma, İstanbul, Ankara ve İzmir’deki laik kişilerin epeyce paralel bir ruh hali içinde olduklarını gösteriyor. Füsun Üstel ve Birol Caymaz’ın yürüttüğü araştırma laik kesimden prestijli okul mezunu, orta üst gelir grubundan ve yüksek mesleki pozisyonlara sahip insanları muhatap almış. Dikkat çeken ve konuşulan tüm kişiler için geçerli olabilecek bir tespit, çağdaşlığın ‘okumuş olma’ haliyle bağlantılı olarak algılanması. Anlaşıldığına göre okulda alınan iyi eğitimle ‘kültürlü’ olmak ve buradan hareketle ‘laik yaşam biçimi’ arasında doğrusal bir bağ kuruluyor ve buna ‘çağdaşlık’ deniyor. Böylece laik olmayanlar kendiliğinden bir ‘alt kültür’ oluşturup çağdaşlığın dışında kalıyorlar. Araştırmacılar mülakat yaptıkları kişilere gayrımüslimleri, Kürtleri, Müslümanları, AB’yi ve Ergenekon davasını sormuşlar. Çıkan sonuçlardan biri, genelde gayrımüslimlerin romantik ve nostaljik bir unsur olarak hatırlandığı, ama bu grubun yaşamış ve yaşamakta oldukları sorunlar konusunda büyük bir cehaletin olduğu. Aynı şey Kürtlere ilişkin olarak da geçerli... Bu mesele aniden ortaya çıkan ve ‘yabancıların’ tetiklediği, neredeyse yapay bir sorun olarak algılanıyor. Görüşmelere bakılırsa, Müslümanlar ise zorunlu olarak tahammül edilmesi gereken bir kesim... Bunları tamamlayan bir biçimde laik hayat tarzı nedeniyle beğenilen AB’den bir siyasi aktör olarak kuşku duyulduğu ve Ergenekon davasının da AKP’nin karşıtlarını temizleme operasyonu olarak görüldüğü anlaşılıyor. Bu tablonun en şaşırtıcı yanı muhakkak ki sergilenen cehalettir. Prestijli okullardan mezun olan, toplumun genelinden üstün oldukları iltifatıyla yetişen bu insanlar gerçekte hem tarih hem de siyaset alanında inanılması güç bir yüzeysellik ve bilgisizlik içindeler. Bu cehalet bir yandan içe kapanmaya, öte yandan da laik cemaat dışında kalanlara karşı gizli bir ırkçılığa neden oluyor. Görünen o ki laik kesim içinde siyasi önermelerin özcü bir bakışa dayandırılması doğal bir durum. Başkaları genellemeler içinde ifade edilip homojenize ediliyorlar ve ‘zorunlu’ birliktelik ima eden durumlarda da aşağılanıyorlar. Nitekim Müslümanlığın simgesi olarak alındığı için, başörtüsü takanlar yaygın bir aşağılanma ile karşı karşıyalar. Bu fikirleri öne sürenler kendilerini ırkçı olarak değil, çağdaş olarak görüyorlar... Böylece siyasete gelindiğinde de rahatlıkla darbeciliği savunabiliyorlar. Çünkü otoriter modernlik anlayışı, kültürel farklılığı bir ‘demokrasi filtresi’ olarak işlevselleştiriyor. Diğer bir deyişle ‘geri’ kültürden olanın demokrasi dışı kalması mümkün olurken, onu demokrasinin dışına iten, haklarına el koyan tavırlar da ırkçılık değil, aksine çağdaşlık oluyor... Söz konusu tablo muhakkak ki ulus-devletin ideolojik yönü güçlü eğitim sistemiyle yakından bağlantılı. Gerçekten de Türkiye’deki prestijli okullar ve makbul eğitim sistemi, aksiyomatik bilgi üretmeye ağırlık vermekte. Belirli disiplinleri öğrenmek, onların içinde ilerlemek teşvik ediliyor; ancak dışımızdaki toplumsal gerçekliği anlamaya yönelik bilgi vermekten özellikle kaçınılıyor. Böylece ortaya kendi konularını gayet iyi bilen ama toplum, tarih, siyaset alanlarında epeyce cahil olan bir ‘modern’ cemaat çıkıyor. Bugün Türkiye’deki laik kesim halen korunmuş bir gerçeklik dünyasında yaşıyor... Cehalet aslında devletin elinde siyasi bir asimilasyon aracı... Modern eğitim iyi yurttaşlar yaratmayı hedeflediği ölçüde, içinde yaşadığı topluma yabancılaşmış, devlete bağımlı ve ‘ötekileri’ horlayan bir cemaat da üretiyor. Ve bu tablo Avrupa’da faşizme göz kırpan yeni muhafazakârlaşma ile örtüşüyor. Ama doğrusu Avrupalıların durumu daha utanç verici... Çünkü onlar cahil bırakılmaktan ziyade cehaleti seçiyorlar... Psikolojik nedenlerle değil, siyasi kaygılarla içe kapanıyorlar. Irkçılığın ve faşizmin yeryüzünden kalkmasının önkoşulu, bunlardan utanılmasıdır... Türkiye kendisini henüz yeni tanıyor, ama Avrupa bunu bilerek yapıyor. ETYEN MAHÇUPYAN... | |
Konuyu Toplam 1 Kişi okuyor. (0 Üye ve 1 Misafir) | |
Benzer Konular | ||||
Konu Başlıkları | Konuyu Başlatan | Medineweb Ana Kategoriler | Cevaplar | Son Mesajlar |
Günüme düşen yazılar | Sükutu-Ezber | Sükutu-Ezber | 7 | 15 Nisan 2024 19:34 |
Tebessümlük yazılar... | MERVE DEMİR | Komik Paylaşımlar | 18 | 04 Ekim 2023 22:44 |
Büyülü Yazılar/İbrahim İnecik | İBRAHİM İNECİK | İbrahim İnecik | 1 | 23 Ağustos 2013 19:51 |
Ergenekon Terör Örgütü İle İlgili Yazarlardan İktibas Yazılar | MERVE DEMİR | Makale ve Köşe Yazıları | 10 | 26 Temmuz 2009 08:06 |
Tartışmada yenilmemek için karşı taraf haklı olsa bile haksızdır diyorum günah mı? | MERVE DEMİR | Soru Cevap Arşivi | 0 | 08 Nisan 2009 08:55 |
.::.Bir Ayet-Kerime .::. | .::.Bir Hadis-i Şerif .::. | .::.Bir Vecize .::. |
|