mekândan münezzeh allahı ahi rette onu nasıl göreceğiz?
Zamandan ve mekândan münezzeh olan Allah ahirette, zamandan ve mekândan münezzeh ve keyfiyetsiz olarak görülecektir. Kıyamet kopmadan ve ahiret âlemi kurulmadan yüce Allah’ı görme şerefi ilk ve tek olarak Peygamberimiz’e (a.s.m.) nasip olmuştur. Peygamberimiz’in (a.s.m.) diğer peygamberlerden, tüm meleklerden üstün olmasının ve “Levlâke” sırrına mazhar olmasının bir sebebi de bu mazhariyettir.
Peygamber Efendimiz (a.s.m.) ise Mi'racta Arş-ı Azama çıkmış ve Kab-ı Kavseyn makamında tüm varlığı arkasına alarak Cenâb-ı Hak’la görüşmüştür. Kab-ı Kavseyn, imkân ile vücub ortasında bir makamdır. İmkân, zerreden galaksilere, yeryüzünden Arş-ı Azama ve dünyadan ahirete kadar tüm yaratılmış varlıkları kapsamaktadır. Yani, “kaf-nun” (kün/ol) tezgâhından çıkan emirle yaratılan tüm varlıklardır. Vücub ise; zatıyla, şuunatıyla, sıfatlarıyla, isimleriyle ve fiilleriyle varlığı kendinden olan, zamandan ve mekândan münezzeh olan Cenâb-ı Hakk’ın varlık mertebesidir. Cennette Cenâb-ı Hakk’ın görülmesi, rü’yeti Peygamber Efendimiz’in Kab-ı Kavseyn’de görmesi gibi ya da buna benzer bir şekilde gerçekleşecektir. Peygamber Efendimizin (a.s.m.) ifadesiyle ne göz görmüş, ne kulak işitmiş, ne de insanın kalbine hutur edilmiş olan Cennet hayatını bile dünya hayatı ile kıyaslamak mümkün değilken, Cennetteki nimetlerin en büyüğü olan rü’yetullahı anlamak insanın sınırlı aklı için imkânsız bir durumdur.
Yeryüzünde varlıklar üzerinde isimlerinin tecellileriyle Cenâb-ı Hakk’ı tanımaya çalışan bir mü’min, ahirette tüm perdelerin kalkmasıyla Cenâb-ı Hakk’ı daha yakından tanıyacak ve keşfedecektir. Allah imtihan dünyasında kendi zatını; şuunatı, sıfatı ve esmasının yetmiş bin perdesiyle gizlemiştir. Esma, sıfat ve şuuûnat perdelerinden geçmeden rü’yete mazhar olmak mümkün değildir. Ahirette ise her mü’min Cennetteki derecesine göre rü’yete mazhar olacak ve huzuru en zirve noktada yaşayacaktır. Bu öyle bir mazhariyettir ki, Cennet hayatının bin senesi Cenâb-ı Hakk’ın cemalinin bir saat rü’yetine denk olmayacaktır.
İnsan aklı ancak gördüğü ve bildiği şeylere bir şekil ve keyfiyet verebilir. Bunun için insan bu dünyada yüce Allah’ı “mevcud-ı meçhul” unvanı ile tanımalıdır. Yani Allah’ın tanınması, bilinmesi, marifeti hiçbir şekille, suretle ya da özelliklerle sınırlamamaktan geçmektedir. “Allahu Ekber”in hakikati de bu sırra dayanır. Yani Allah daima, bizim bildiğimizden, anladığımızdan daha büyüktür, yücedir, aşkındır.
Akıl, kalp, ruh gibi varlığı kesin olarak bilindiği halde mahiyetleri bilinmeyen çok şeyler vardır. Önceki asırlarda en büyük dâhilerin bilmediklerini günümüzde çocuklar biliyor. Çünkü ilim geliştikçe akıl da gelişiyor. Dün imkânsız olan bir şey bu gün sıradan kabul ediliyor. İşte ahirette de dünyada imkânsız gibi görünen çok şeyler gerçekleşecektir ve alışılmış bir durum olacaktır. Ahiret ve bilhassa Cennet hayatı ve keyfiyeti çok farklı olacağı için bu dünyada imkânsız olan bir şey ahirette mümkün olacaktır. Cennete giren bir mü’min melekleri ve cinleri görebilecektir. Cennette her şey canlı olacağı için taşlarla, ağaçlarla ve tüm varlıklarla konuşulabilecektir. Bir anda birçok yerlerde bulunabilecek ve pek çok işi bir anda yapabilecek ama bir işi diğerine mani olmayacaktır. Böyle bir âlemde elbette dünyada imkânsız olan pek çok şey Cennetin âdî işlerinden sayılacaktır.
Geniş, ebedî, nuranî ve sınırların olmadığı Cennette, insanın bedeni de hayal hızında, ruh hafifliği ve kuvvetinde olacaktır. Cennet ehlinin ruhları tam anlamıyla bedenlerine hâkim olacağından aynı anda yüz bin yerlerde bulunup, yüz bin hurilerle sohbet etmeleri ve yüz bin farklı zevki tatmaları mümkün olacaktır. İşte bu derecede gelişmiş bir beden ve ruh Cenâb-ı Hakk’ı zamandan ve mekândan münezzeh bir keyfiyetle görecek ve Cennet nimetleriyle kıyaslanmayacak ilâhî zevkleri tadacaktır.
Son olarak, biz bu dünyanın dar ve maddi kalıpları ile rü’yetullahı anlayamayız, anlatamayız. Yalnız deriz:
“İdrak-i meâli bu küçük akla gerekmez
Zira bu terazi o kadar sıkleti çekmez.”