|
Konu Kimliği: Konu Sahibi Medineweb,Açılış Tarihi: 06 Temmuz 2014 (15:14), Konuya Son Cevap : 06 Temmuz 2014 (15:24). Konuya 3 Mesaj yazıldı |
| LinkBack | Seçenekler | Değerlendirme |
06 Temmuz 2014, 15:14 | Mesaj No:1 |
Durumu: Medine No : 13301 Üyelik T.:
04 Şubat 2011 | Ravilerin Ta'n Edilmeleri ve Başlıca Ta'n Sebepleri Ravilerin Ta'n Edilmeleri ve Başlıca Ta'n Sebepleri 4. Ravilerin Ta'n Edilmeleri ve Başlıca Ta'n Sebepleri Hadîslerin merdûd olma sebepleri, yukarıda da açıklandığı üzere, isnadın başında, ortasında veya sonunda râvi düşmesi olduğu gibi, isnadı teşkil eden râvilerden birinin veya birkaçının adalet ve zabt yönünden ta'n edilmiş olmalarıdır. Buna göre, herhangi bir râvi, adalet veya zabtı yönünden ta'n edilmiş olursa, o râvinin hadîsi merdûd sayılır. Ta'n, lugatta, vurmak, kargı ile saldırmak, zemmetmek, kötülemek gibi manâlarda kullanılır. Hadîs ıstılahında İse, râvilerin, hadîslerine zarar veren ve onların zayıf veya merdûd sayılmalarına sebep olan kötü halleri yüzünden cerh edilmeleri demektir. Nitekim râvilerde görülen ve ta'n edilmelerine sebep olan kizb, bid'at, fisk, muhalefet ve su'i hıfz gibi başlıca on hal vardır ki, hadîs ilminde bu haller matâ'ın-i aşere adiyle tanınmıştır ve kendisinde bu hallerden biri görülen râvi, o hal sebebiyle ta'n veya cerh edilir ve hadîsi merdûd sayılır. Hadîs râvilerinin ta'n edilmelerine sebep olan on halin beşi, râvinin adaletiyle, beşi de zabtıyle ilgilidir. Her iki guruba giren ta'n sebeplerini şöyle sıralayabiliriz: |
Konu Sahibi Medineweb 'in açmış olduğu son Konular Aşağıda Listelenmiştir | |||||
Konu | Forum | Son Mesaj Yazan | Cevaplar | Okunma | Son Mesaj Tarihi |
Medinewebli önlisans İlahiyat 1.sınıf öğrencileri... | İlahiyat Öğrencileri İçin Genel Paylaşımlar | nurşen35 | 87 | 33271 | 23 Mayıs 2015 21:53 |
Gülmek isteyenler tıklasın :))) | Videolar/Slaytlar | Kara Kartal | 3 | 4068 | 10 Mayıs 2015 16:16 |
Cumartesi Anneleri’nin ahı/Can Dündar | İslami Haberler | Medineweb | 0 | 2728 | 10 Mayıs 2015 16:13 |
Ayın Üyesi ''zeynepnm'' | Ayın Üyesi | 9Esra | 13 | 8928 | 30 Nisan 2015 14:29 |
Müzemmil suresi bize ne anlatıyor | Tefsir Çalışmaları | Medineweb | 0 | 3324 | 19 Nisan 2015 15:45 |
06 Temmuz 2014, 15:16 | Mesaj No:2 |
Durumu: Medine No : 13301 Üyelik T.:
04 Şubat 2011 | Cevap: Ravilerin Ta'n Edilmeleri ve Başlıca Ta'n Sebepleri 5) Râvinin Adaletine Taalluk Eden Ta'n Sebepleri a) Kizbu'r-Râvi Kizb, Hazreti Peygamberin söylemediği bir şeyi kasden ona isnadla rivayet etmek, daha açık bir ifade ile yalan söylemektir. Hadîsçilere göre ta'nsebeplerinin en şiddetlisi olan kizb ile tanınmış bir râvi, artık ebediyyen terk olunur ve hadîsi reddedilir. Ahmed îbn Hanbel'in de belirttiği gibi, bir râvinin yalnız bir hadîste yalan söylediği, sonra da bu yalandan tövbe ettiği görülse bile, tövbesi kendisiyle Allah arasında olan bir iştir ve bu râviden artık hiçbir hadîs alınmaz ve yazılmaz. El-Buhârî'nin şeyhlerinden Ebû Bekr el-Humeydî'nin ve Şâfî'î imamlarından Ebû Bekr es-Sayrafî'nin görüşleri de budur. Es-Sayrafî buna ilâveten, "kizbi dolayısıyle hadîsini terkettiğimiz kimsenin, tövbesi dolayısıyle kabulü cihetine gitmeyiz. Keza bazı hallerinden dolayı zayıf gördüğümüz kimseyi, bundan sonra kuvvetlendirmeye çalışmayız" demiş ve şehadeti bu kaidenin dışında bırakmıştır. Bu görüşlerden anlaşılıyor ki, hadîs rivayetinde kizb, tutunması halinde kıyamete kadar bir şerîat olarak kalabilecek ve dîni ifsad edebilecek büyük bir tehlikedir. Bu sebeple bir râvinin yalnız bir hadîste yalanı görülse ve sonradan tövbekar olsa bile, dîni korumak için artık ondan bir daha hadîs alınmaz. Bununla beraber, hadîs dışında, yalanı sabit olan kimse, her ne kadar terke müstehak olsa da, bu yalandan tövbe ettikten sonra onun hadîsleri alınabilir; çünkü hadîs dışındaki yalanın fesadı umumî değildir. Nitekim yalan şehadette bulunduktan sonra tövbekar olan kimsenin şehadeti de kabul olunmaktadır. Ancak en-Nevevî, hadîs rivayeti ile şehadet arasında hiçbir fark bulunmadığına işaretle, şehadettekı yalanından tövbe edenin şehadetinin kabul olunduğu gibi, hadîs rivayetindeki yalanından tövbe eden kimsenin tövbesinin de kabul edilmesi gerektiğini, nitekim kâfir olan bir kimsenin müslümaii olduktan sonra rivayetinin aynı şekilde kabul olunduğunu ileri sürmüştür. Bununla beraber, kâfirin müslüman olması halinde rivayetinin kabul olunduğu yolunda ileri sürülan görüşün, bu konuya uygun bir misal olmadığı anlaşılmaktadır. Zira İslâm vasfı, hadîs rivayet edenlerde aranan ilk ve umumî bir şarttır; fakat bu şart, her İslâm vasfını taşıyan kimsenin hadîslerinin kabul edilmesini gerektirmemektedir. Nitekim hadîs uydurup bunları Hazreti Peygambere isnad eden kimseler de bu vasfa sahip olan kimselerdir. Bir râvinin kizbi, çok defa, kendisinden hadîs rivayet ettiği kimsenin vefat tarihi ile, kendisinin doğum tarihinin bilinmesi halinde arada beliren zaman farkından anlaşılır. Hikâye edildiğine göre, Ömer îbn Mûsâ Hımıs'a gelerek bir mescidde hadîs rivayet etmeye başlar. Ancak rivayetlerinin çoğunda haddesenâ şeyhukumu's-sâlih (bize sâlüı bir şeyhiniz rivayet etti) ibaresini tekrar edince, orada bulunanlardan biri "bu sâlih olan şeyhimiz kimdir; açıkla da öğrenelim?" der. Râvi bu şeyhin Hâlid îbn Ma'dân olduğunu ve 108 senesinde Ermîniyye gazvesinde onunla karşılaştığını söyler. Bunun üzerine o kimse, râviye şu mukabelede bulunur: "Allah'tan kork ve yalan söyleme. Hâlid îbn Ma'dân 104 senesinde vefat etti; sen ise, onunla ölümünden dört sene sonra karşılaştığını söylüyorsun. Sana şunu da söyleyeyim ki, o, Ermîniyye seferine değil, Rûm seferine katılmıştı". Hadîs râvileri arasında bu çeşit yalanları çok çabuk ortaya çıkan pek çok kimse vardır. Bu sebepledir ki, Hafs İbn Gıyâs "bir şeyhi itham ettiğiniz vakit, onu senelerle hesaba çekin", yâni o şeyhin yaşı ile, ondan hadîs rivayet eden kimsenin yaşını hesâb edin, demiştir. Nitekim Sufyân es-Sevrî de, "râvilerin yalan söylemeye başlamaları üzerine, kendilerinin de tarihler kullanmaya başladıklarını" söylemiştir'. Bu tarihler sayesinde, mülâkî olmadıkları şeyhlerden hadîs aldıklarını iddia eden kimselerin yalanları kesin bir surette ortaya çıkmıştır. b) İttihâmu'r-Râvi bi'1-Kizb Râvinin hadîsinde yalancılıkla itham olunmasıdır. Râvi, Hazreti Peygamberden rivayet ettiği hadîslerde yalan söylemese bile, sair konuşmalarında yalancılıkla tanınması halinde, hadîs rivayetinde de yalancılıkla itham olunur ve bu gibi kimselerden hadîs rivayet edilmez. Böyle kimselerin hadîsleri metruk sayılır. c) Bid'atu'r-Râvi Lugatta bid'at, bir şeye ilk defa başlamak, onu ihdas etmek, inşa eylemek manâsına gelir.denildiği zaman, enşe'ehu (onu inşâ etti) ve bede'ehu (ona başladı) manâsı anlaşılır. Bid'at, hadis olan şeydir. Istılahta ise bid'at, dînin ikmalinden sonra ihdas olunan ve dîne izafe edilen şeye denilmiştir. İbnu's-Sekît'in tarifine göre her muhdes (ihdas olunan şey) bid'attır. Ömer İbmı'l-Hattâb, Ramazan aylarında kılman teravih namazı hakkında (bu ne güzel bid'attır) demiştir. Buna göre bid'atı iki kısma ayırmak gerekir. Birincisi hidayete götüren bid'at; ikincisi ise, dalâlete götüren bid'attır. İlki, Allah'ın ve Rasûlünün emir ve teşvik ettikleri şeylerdir ki, övülmeye lâyıktır. Nitekim Hazreti Ömer, teravih namazı hakkında "bu ne güzel bir bid'at" diyerek bu namazı övmüştür. Diğeri ise, Allah'ın ve Rasûlünün emir ve teşvik ettikleri şeylerin hilâfına olan işlerdir; bu da kötülenmeye ve inkâr edilmeye lâyık olur. Övülmeye lâyık olan bid'at, Hazreti Peygamberin bir hadîsinde de belirtildiği gibi, insana sevâb kazandırır. Bu hadîsinde Hazreti Peygamber şöyle buyurmuştur: "İyi bir şeyi - veya yolu - sünnet ittihaz eden kimse, onun ve onunla amel eden kimselerin ecr ve sevabına nail olur. Kötülenmeye ve inkâr edilmeye lâyık olan bid'at ise, yine Hazreti Peygamberin hadîsinde görüldüğü gibi, sahibine günâh kazandıran bid'attır. Hazreti Peygamber, biraz önce zikrettiğimiz hadîsinin devamında şöyle buyurmuştur: "Kötü bir şeyi - veya yolu - sünnet ittihaz eden kimse, onun ve onunla amel eden kimselerin günahını yüklenir". Hazreti Ömer'in teravih namazı hakkında söylediği "bu ne güzel bir bid'at" sözü ile, Övülmüş olan ve bu namazı ikame edene sevâb kazandıran bir sünnet kasdedilmiştir. Ancak bu sünnet, Hazreti Peygamberin sünnetlerinden değildir. Zira Hazreti Peygamber, teravih namazını bazı geceler kılmış, sonra terketmiştir; halkı devamlı ve muntazam bir şekilde böyle bir namaz için toplamamıştır. Hattâ Ebû Bekr devrinde de muntazam bir teravih namazı kılınmamıştır. Ancak Ömer İbnu'l-Hattâb halkı bu namaza davet etmiş ve bu sebepledir ki teravih namazı hakkında "ne güzel bir bid'at" tabirini kullanmıştır. Onun "bid'at" olarak vasıflandırdığı bu namaz, Hazreti Peygamberin "benim ve benden sonraki Hulefâ-i Râşidînin sünnetine uymanız sizin için lüzumludur'' hadîsinin delaletiyle yine de bir sünnet sayılmış ve bütün müslümanlarca benimsenmiştir. Ancak hadîs ıstılahında bid'at kelimesinin, dîne aykırı ve dolayısıyle kötülenmeye lâyık manâlarda kullanıldığım burada belirtmek gerekir. Filhakika bu kelimeden türeyen ve fail manâsına sahip bulunan mubtedi' veya mubtedi'a, yahut ehl-i bid'at tabirleri, dîne aykırı olan yollara sapmış veya dalâlete düşmüş kimseler hakkında kullanılmıştır. Nitekim ez-Zehebî, mub-tedi'adan veya bid'at ehlinden bahsederken şöyle demiştir: "Osman'ın hilâfeti zamanında zahir bir bid'at vukubulmamıştı. Fakat onun öldürülmesi üzerine birbirine karşı iki bid'at zuhur etti. Biri Alî'yi tekfir eden havâric, diğeri de, onun imametini, ismetini, yahut nübüvvetini ve ulûhiyyetini iddia eden râfıza (gulât-ı şî'a) bid'atları idi Ez-Zehebî'nin bu sözlerinde de görüldüğü gibi, havâric, râfıza veya gulât-ı şî'a ve benzeri fırkalar hakkında bid'at tabiri kullanılmıştır. Bu fırkaların İslâm dışı davranışları ve inançları dolayısıyle dalâlet içinde kalmış bir takım teşekküller olduğu, mezhebler tarihine vâkıf herkes tarafından bilmen hususlardır. Bid'atm, ıstılah olarak, ihdas edilmiş dîn dışı ve dîne muhalif, fakat dîndenmiş gibi gösterilmiş bir takım inanç ve davranışlar olduğu anlaşılınca, bu gibi inanç ve davranışlardan ve bunlara kendilerini kaptırmış olan kimselerden çekinmek, dînin selâmeti ve insan nefsinin hidayeti bakımından zorunlu olmak gerekir. İşte bu sebepledir ki hadîs ilminde bid'atu'r-râvi, yâni hadîs rivayet eden kimsenin bid'ata nisbet edilmesi ve onun bid'at ehlinden sayılması, ta'n sebeplerinden biri olmuştur. Çünkü râvi, sahip olduğu bid'at sebebiyle ya mükefferdir; yâni onun sahip olduğu inanç ve itikad, küfrü gerektiren inanç ve itikadlardan olması dolayısıyle tekfir olunmuştur; yahut râvi, bu inanç ve itikadı dolayısıyle tekfir olunmasa bile, fıska nisbet edilmiş ve onun fâsık olduğu söylenmiştir. Bu iki halden birincisinde, yâni râvinin itikadı dolayısıyle küfre nisbet edilmesi halinde, bu hadîsçi, hadîsçiler nazarında makbul değildir ve onun rivayeti kabul edilmez. Bununla beraber bazı hadîsçiler, bu râvinin, dîn dışı inançlarının yaygınlaşması ve herkes tarafından benimsenmesi için yalan söylemenin meşru ve helâl olduğuna inananlardan olmadığı kesinlikle bilinirse, onun rivayetlerinin kabul edilebileceğini söylemişlerdir. Bununla beraber, şurası da muhakkaktır ki, herhangi bir bid'at sebebiyle her tekfir olunan râvinin reddedilmesi zorunlu değildir; çünkü her gurup, muhaliflerinin mubtedi'adan olduğunu iddia eder ve çok defa da bu iddiasında mübalâğalı olur. Bu takdirde ortada tekfir olunmamış hiç kimse kalmaz. Bu sebeple, rivayeti reddolunacak bir râvinin, her şeyden önce, dînde tevatür yolu ile sabit olmuş ve zarurî olarak bilinmesi sağlanmış bir işi inkâr etmesi veya bunun aksine inanmış olması lâzımdır. Bu evsafta olmayan râvinin, aksine, takvası ve sözünde güvenilir olması da bahis konusu ise, rivayetinin kabulü için hiçbir engel yok demektir. Eğer râvi, bid'atı tekfiri gerektirmeyen kimselerden olursa, bu gibiler hakkında çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Bazılarına göre bunların rivayetleri de mutlaka reddolunur; çünkü bid'at sahibinden rivayet, mezhebinin propaganda edilmesine ve isminin yücelmesine vesile olur. Bu sebeple mubtedi'adan hiçbir şey rivayet etmemek gerekir. Bu görüşe sahip olanların başında Mâlik İbn Enes gelir. "Hadîsleri kimlerden aldığınıza dikkat edin" ve "Kaderiyyenin arkasında namaz kılınmaz; hadîsleri de alınmaz" sözleri, onun bu konudaki görüşünü açık bir şekilde ortaya koy Bazıları, yalanın helâl olduğu inancına sahip olmayan mubtedi'adan rivayeti kabul etmişler; bazıları da, mubtedi', rivayetiyle kendi bid'atma daveti gaye edinmedikçe, ondan hadîs rivayet edilebileceğini söylemişlerdir; çünkü bid'ata davet, onu övmekle gerçekleşir; bu ise, Övgüye mesned teşkil edecek rivayetler vaz'ma veya bazı rivayetlerin tahrifine yol açar. Hadîsçiler arasında umumiyetle kabul edilen görüş de budur''. Bid'at ehlinden olup da doğruluğundan şüphe edilmeyen kimselerden hadîs alınmasında herhangi bir mahzur görmeyen hadîsçilerin başında imam eş-Şâfî'î gelir. Ibn Bbî Leylâ, Sufyân es-Sevrî ve Kâzî Ebû Yûsuf un da aynı görüşe sahip oldukları söylenir'.Ancak eş-Şâfi'î, Râfıza'nm Hattâbiyye kolunu bu görüşten ayrı tutmuştur; çünkü Hattâbiyye, eş-Şâfi'î'ye göre, kendi taraftarları için yalan söylemeyi tecvîz ederler Ebû Yûsuf ise, Hattâbiyye'ye Kaderiyye'yi de ilâve ederek, bu iki taife dışındaki bid'at ehlinden sözüne güvenilir olanların şehadetlerinin kabul edilebileceğini söylemiştir. Kaderiyye'nin reddedilmesindeki sebep ise, onların, Allahu Ta'âlâ1 -nın bir şey vücûd bulmadıkça onu bilemeyeceği inancında olmalarıdır'' d) Fısku'r-Râvi Râvinin fışkı, veya onun fâsık olmasıdır. Fısk, "emr-i ilâhîyi terk ile İsyan edip tarîk-ı haktan hurûc eylemek, yahut zina ve fucûr eylemek manâsmdadır"''. Es-Suyûtî'den nakledildiğine göre Araplar, fısk lafzını, bidayette mücerred hurûc manâsında kullanıyorlardı. Sonradan ilâhî tâ'attan hurûc-ı fâhış ile hurûc manâsına nakledip bu vech üzere hâriç olan kimseye fâsık ıtlak eylediler. Buna göre kelime, lügat manâsına değil, ıstılâh-ı şer'î manâsına kullanılmış olmaktadır. Fışkın yukarıda zikrettiğimiz manâsından anlaşılıyor ki, insan, Allah'ın emirlerine ittiba ve nehiylerinden ictinâb etmediği müddetçe Allah'a isyan etmiş ve İslâm'ın yolundan çıkmış (hurûc etmiş) olmaktadır. Hazreti Peygamber bir hadîsinde bu hususu şöyle açıklamıştır: "Zâni, zina işlediği sıra mü'min olduğu halde zina işlemez. Hırsız, hırsızlık yaptığı sıra mü'min olduğu halde hırsızlık etmez. İçki içen, içki içtiği sıra mü'min olduğu halde içki içmez. Zikrettiğimiz bu hadîsten anlaşılıyor ki, Allah'a İsyan eden ve O'mın nehyettiği kebâiri işlemekten sakınmayan kimseler, onları işledikleri ânda mü'min vasfını kaybetmekte; veya hiç olmazsa, bazı İslâm ulemâsının Kur'ân-ı Kerîm'deki "Allah, kendisine şirk koşulmayı asla affetmez; fakatbunun dışındaki günahları dilediği kimseler için bağışlar' âyetine istinaden, günah işleyenlerin mü'min olsalar bile, îmanlarındaki noksanlık sebebiyle gerçek bir mü'min olamayacakları yolundaki görüşlerinin muhatabı olmaktadırlar, işte bu görüşe dayanarak denebilir ki, fısk, insanı kâmil mü'min olmak vasfından mahrum eden ve Allah'ın meşiyyeti tecelli ettiği anda onu azabına sürükleyen bir davranıştır. Fısk, amelî ve itikadî olmak üzere iki kısımda mütalâ edilmiştir. Amelî fısk, kizb ile birlikte haram olan diğer fiilleri işlemektir. Ancak hadîs ilminde ayrı bir önemi olan kizb, fısk sayılan diğer fiillerden ayrı mütalâ edilmiş ve kizbu'r-râvi adı altında incelenmiştir. İtikadî fısk ise, İslâm'a aykırı inançlardan ibaret olup, fısktan ayrı bid'at olarak mütalâ edilmiş ve bid'atu'r-râvi adı altında incelenmiştir. Buna göre, râvinin cerhine sebep olan fısk, kizb ve bid'at dışında, işlemiş olduğu diğer bütün haram fiillerdir ve bu fiilleri işlemekten sakınmayan bir râvi, fâsık olarak terke müstehak olur; onun munker sayılan hadîsleri de kendisinden alınmaz ve rivayet edilmez. e) Cehâletu'r-Râvi Cehl veya cehalet, lugatta, "umûr-ı mübhemede ilim olmaksızın te-kaddüm" olarak tarif edilmiştir. Râğıb'a göre cehaletin üç şekli vardır: 1. Nefis ilimden tamamiyle halî olur. 2. Bir şey, olduğundan başka bir şekilde bilinir ve ona Öylece itikad olunur. 3. Yahutta bir şey, yapılması gereken şeklin hilâfına yapılır; bunu yapan, ya itikadı dolayısıyle böyle yapar ve bu itikadında samimidir; yahutta fâsiddir''.Maamafİh cehalet hakkında, "bilinmesi mümkün olabilecek şey hakkındaki bilginin olmaması" şeklinde gelen tarifi kabul etmek, konumuz yönünden daha uygun görülmektedir. Çünkü hadîs ıstılahında cehalet tabiri, bir râvinin cerh ve ta'dîline sebep olabilecek hallerinin bilinmemesi yönünden kullanılmıştır. Ancak burada şu hususu belirtmek gerekir ki, cehalet lügat manâsıyle alınacak olursa,ta'na lâyık olan kimsenin, cehalet vasfına sahip olan kimse olduğu anlaşılır. Oysa üzerinde durduğumuz konu ile ilgili olduğu zaman, cehalet, hadîs râvisi hakkında cerh ve ta'dîl hükmü verecek olan hadîs imamının vasfıdır ve bu imamın câhili olduğu husus da, hadîs râvisinin hal ve meşrebidir. Bu bakımdan hadîs imamının râviye cehaleti dolayısıyle hakkında ta'n bahis konusu değildir; aksine bahis konusu olan ta'n, râvi hakkındadır; yâni onun bilinmemesi, cerh ve ta'dîl yönünden mechûl kalmasıdır. Mechûl olan râvi, mechûl kalmış olması dolayısıyle ta'na müstehak olur. Râvinin bilinmemesi, yâni hadîs imamları arasında mechûl kalması, başlıca iki sebebe dayanır. Birincisi, râvinin isim, künye, lakab, neseb gibi çeşitli ve pek çok sıfatları olduğu halde, bunlardan yalnız birisiyle tanınmış olması ve rivayet isnadında, tanınmış olduğu isimlerden başka bir isimle zikre dilme sidir. Râvinin kendi ismi olmakla beraber, meşhur olmayan bir isminin kullanılması, onun başka bir şahıs olduğu zannını uyandırır. Bu ise, hadîs rivayetinde güven sağlamış kimseleri arayan hadîsçilerin, bu şahıs hakkında tam bir bilgi edinmelerine engel olur; böylece râvi hadîsçiler arasında mechûl kalır veya hadîsçiler bu râvi hakkında câhil olurlar. Râvinin mechûl kalmasının ikinci sebebi, hadis rivayeti yönünden mukıllûn'dan olmasıdır. Mukıll, (çoğulu mukıllûn), az hadîs rivayet eden kimselere denir. Bunlar arasında, umumiyetle, kendisinden yalnız bir kişinin hadîs aldığı kimseler vardır. Bu kimselerin isimleri çok defa isnadda zikredilmekle beraber, bazen de zikredilmez ve mubhem bırakılır. Mubhem bırakılan bu isimler yerine ahberanî fulânun, ahberanî şeyhun, ahberanî racuiun, ah-berani ba'zuhum, ahberanî îbn fulânin gibi umumî tabirler kullanılır. Râviîeri bilinmeyen hadîsler, umumiyetle, hadîs imamları arasında makbul sayılmamıştır. Çünkü bir hadîsin kabul edilebilmesi için, onun râvilerinde adalet ve zabt gibi bazı şartlar aranır; yâni râvinin bu şartları cemeden sika kimselerden olması gerekir. Esasen hadîsçilerin bir râvi hakkındaki cehaletleri de, bu râvinin adalet ve zabt yönünden durumlarına vâkıf olmamalarından başka bir şey değildir. El-Hatîb el-Bağdâdî'nin de belirttiği gibi, hadîsçiler arasında mechûl olan bir râvi, hadîsle meşgul olmayan, ilim talebi (talebu'1-üm) ile şöhret kazanmayan, fazla hadîs rivayet etmeyen ve bu sebepler dolayısıyle de hadîsçiler tarafından bilinmeyen kimsedir. Bunların isimlerinden bahsedilmesi ise, kendilerinden umumiyetle bir kişiden fazla kimsenin rivayet etmemesi sebebiyledir. Meselâ Amr Zû Mur, Cebbar et-Tâ'î, Abdullah İbn Ağar el-Hemdânî, el-Heysem İbn Haneş, Mâlik İbn Ağar, Sa'îd İbn Zî Hıdân, yalnız Ebû İshâk es-Sebî'î'nin kendilerinden rivayet ettiği kimselerdendir. Keza yalnız eş-Şa'bî'nin hadîs aldığı Sem'ân İbn Meşnec ve el-Hezhâz İbn Mîzen; Ebu't-Tufeyl Âmir İbn Vâsile'nin hadîs aldığı Bekr İbn Karvas ve Hallâm İbn Cezel; Hılâs İbn Amr'in hadîs aldığı yezîd İbn Suheym; Katâde'nin hadîs aldığı Curey İbn Kuleyb, hadîsçiler arasında mechûl olan kimselerdendir Hadîsçiler arasında mechûl olan bu râviler, umumiyetle, mechûlu'1-ayn ve mechûlu'1-hâl olmak üzere iki yönden mechûl sayılırlar. Bu halleri şöyle açıklamak mümkündür: 1) Mechûlu'I-Ayn: Hadîs talebiyle ve rivayetiyle tanınmamış, haklarmda cerh ve ta'dîl imamlarından herhangi biri tarafından cerh veya ta'dîlle ilgili hiçbir hüküm verilmemiş ve kendilerinden yalnız bir kişi tarafından hadîs nakledilmiş kimselere mechûlu'l-ayn denir. Bu tabir, lügat yönünden şahsen mechûl olmak manâsına gelirse de, böyle bir kimseden hadîs rivayetiyle teferrüd eden kimsenin, onun ismini zikrettiği ve bu suretle o şahsın malûm kimselerden olduğu gözönünde bulundurulursa, mechûlu'l-ayn tabirinin hadîsçilere hâs bir ıstılahtan ibaret olduğu anlaşılır. Buna göre, bu tabirle kasdolunan manâ, hadîsi yalnız bir kişi tarafından rivayet edildiği için şahsı hadîsçiler arasında mechûl kalan kimsedir. Mechûlu'l-ayn'm hükmü, aynen mubhem gibidir. Yâni mechûlu'l-ayn olan kimse, hadîsçiler nazarında merdûttur ve hadîsleri alınmaz. Bununla beraber rivayetin kabulü için İslâm'dan başka şart aramayanlar, mechûlu'l-ayn'm rivayetinin kabul edilebileceğini ileri sürmüşler, bazıları da ilim dışında bir şeyle, meselâ zühd veya şecaatle şöhret kazanmış olmaları halinde rivayetlerini makbul saymışlardır ki, bu sonuncusu İbn Abdi'l-Berr'in gö-rüşüdür İbn Hacer'e göre ise, mechûlu'l-ayn''dan teferrüd eden râvi, cerh ve ta'dîle ehil bir kimse ise, bu râvinin tezkiyesi ile, değilse, bunun dışında cerh ve ta'dîle ehil bir kimsenin tezkiyesi ile mechûlu'l-ayn'm rivayeti kabul edilir; aksi halde, yâni ehil bir kimse tarafından tezkiye edilmeyen mechûlu'l-ayn makbul değildir. Yine İbn Hacer'a göre doğru olan görüş de budur. 2) Mechûlu'1-Hâl: Hadîs talebiyle veya hadîs rivayetiyle tanınmamış, hakkında cerh ve ta'dîl imamlarından herhangi biri tarafından cerh ve ta'dîlle ilgili hiçbir hüküm verilmemiş ve bu sebeplerle hadîsçiler arasında mechûl kalmış bir kimseden iki veya daha fazla âdil kişi ismini zikrederek bir hadîs rivayet ederlerse, bu kimseye mechûlu'l-hâl veya mestur denir. Bu kimse, her ne kadar ismi zikredilerek kendisinden iki veya daha fazla kimseler tarafından hadîs rivayet edilmişse de, âdil olup olmadığı açıklanmadığı için, mechûl ve bu yönden hali mestur kalmış demektir. Mechûlu'l-hâl ile mechûlu'l-ayn arasındaki fark, yukarıda da açıklandığı gibi, birincisinden iki ve daha fazla kişinin rivayet etmesiyle şahsının mechûl olmaktan çıkması ve yalnız adalet yönünden halinin mechûl kalması, buna karşılık ikincisinden, yâni mechûlu'l-ayn'dan yalnız bir kişinin rivayet etmesi dolayısıyle hem şahsı, hem de adaleti yönünden mechûl kalmasıdır. İbn Hacer, mechûlu'l-hâl ile mestur arasında hiçbir ayırım yapmaz ve "eğer bir râvi, kendisinden iki ve daha fazla kimse rivayet eder ve fakat tezkiye olunmazsa, bu râvi mechûlu'l-hâl'dir ve buna mestur denir" der Ona göremechûlu'l-hâl veya mestur 'un rivayeti, herhangi bir kayda tâbi tutulmaksızın bazı kimseler tarafından kabul edilmiştir. Fakat doğru olanı, her iki ihtimale istinaden ne reddine ve ne de kabulüne hükmetmek, hali belli oluncaya kadar beklemektir İbnu's-Salâh'a göre ise, zahiren ve bâtınen adaleti bilinmeyen mechûlu'l-hâl, çoğunluğun nazarında makbul değildir; fakat zahiren âdil olduğu bilinen mestur ise, mechûlu'l-hâVi reddedenlerce kabul edilmiştir. Bazı Şâfi'î imamları bu görüşe sahiptirler. Meselâ bunlardan Süleyman İbn Eyyûb er-Râzî, zahiren âdil olan mestûr'un kabulü ile ilgili olarak, şu görüşe yer vermiştir: Bir şey hakkında haber vermek, o haberi nakleden râvi hakkındaki husn-i zanna dayanır. Eğer bir râvi, reddini gerektirecek şekilde cerh edilmemişse, yahut kendisi ile ilgili herhangi bir cerh bilinmiyorsa, o râvi hakkında husn-i zanda bulunmak gerekir. Bu, zahiren de olsa, onun adaletini gösterir. Halbuki cerhedilmemiş bir râvinin, cehalet dolayısıyle tezkiye ve tevsîk edilmemesine istinaden reddine hükmetmek, onun hakkında su-i zanda bulunmak demektir. Nitekim birçok meşhur hadîs kitabında, bir hayli zaman önce vefat etmiş ve bâtınen adaletlerim tahkik etmek imkânı kalmamış pek çok râvi hakkında bu yolla, yâni husn-i zanla amel edilmiştir'. |
06 Temmuz 2014, 15:18 | Mesaj No:3 |
Durumu: Medine No : 13301 Üyelik T.:
04 Şubat 2011 | Cevap: Ravilerin Ta'n Edilmeleri ve Başlıca Ta'n Sebepleri 6. Râvinin Zabtına Taalluk Eden Ta'n Sebepleri a) Fuhş-ı Galatı'r-Râvi Hadîs rivayetiyle meşgul olan bir râvinin, rivayet ettiği hadîslerde yarıdan fazla hata yapması sebebiyle cerh veya ta'n edilmesine yol açan hallerden biri olup, onun zabt sıfatıyle ilgilidir. Bilinen bir gerçektir ki, bir hadîsin onu rivayet eden râviden kabul edilebilmesi için, o râvinin sika (güvenilir) olması şarttır ve onun sika olması da, adalet ve zabt sıfatlarına sahip olmasına bağlıdır. Râvinin zabt sıfatıyle ilgili olan ve zabtının zayıflığına ve rivayetinde çok hata yaptığına delâlet eden fuhş-ı galat ise, onun tarafından rivayet edilen hadîslerin munker sayılıp reddedilmelerine sebep olan bir haldir. b) Fuhş-ı Gafleti'r-Râvi Hadîs rivayetiyle meşgul olan bir râvinin, aşırı derecede gafil olması, yahut dikkat ve titizlikten uzak bulunması sebebiyle cerh edilmesine yol açan hallerden biri olup, galat gibi bu da râvinin zabt sıfatıyle ilgilidir. Dalgınlık manâsına da gelen gaflet, çok defa râvinin rivayetinde hata yap-masma sebep olur. Bu hal, hadîs ıstılahında fuhşı galat olarak ifade edilmiş ve kendilerinde bu halin görüldüğü râviler cerh edilerek hadîsleri merdûd sayılmıştır. c) Muhalefetu'r-Râvi İster zayıf olsun, ister güvenilir olsun, bir râvinin kendinden daha güvenilir râvilerin rivayetlerine aykırı olarak hadîs nakletmesine muhalefet denilmiştir. Muhalefetin, dâima bir râvinin vehim ve hatası neticesi meydana gelmesi dolayısıyle, o râvi, bu vehim ve hatasından dolayı mecruh, muhalif olarak rivayet ettiği hadîs de merdûd veya zayıf sayılır. Muhalefet çeşitli şekillerde vukubulur ve gerek muhalif olarak rivayet edilen hadîs ve gerekse bu hadîsin muarızı olan diğer hadîs, muhalefetin vukuu şekline göre değişik isimler alır. Eğer râvi, gerek râvisinin zaptı yönünden ve gerekse turukunun çokluğu yönünden daha üstün durumda olan bir rivayete muhalif rivayette bulunursa, üstün durumda olan rivayetin tercih edilmesi gerekir. Bu muhalefet, aynı hadîsin birbirinden farklı iki rivayeti için söz konusudur. Bu bakımdan, kendinden daha güvenilir olan râvilerin rivayetine muhalefet eden râvi, yine de güvenilir bir kimse ise, hadîsine şâz adı verilir. Turukunun çokluğu veya diğer tercih sebeplerinden herhangi birisi ile daha üstün durumda bulunan ve bu sebepten tercih edilen mukabil hadîse de mahfuz denir. Güvenilir râvilere, rivayetiyle muhalefet eden râvi zayıf bir kimse ise, hadîsi munker'dir. Güvenilir râviler tarafından rivayet edilen ve munkerin mukabili olan diğer hadîs ise, maruf olarak isimlendirilmiştir. Muhalefet, bazen râvinin, rivayet ettiği hadîsin isnadında yaptığı değişiklik sebebiyle vukubulur. Meselâ bir cemaat, muhtelif isnadlarla bir hadîs rivayet eder. Bir başka râvi de, bu cemaatten aynı hadîsi, cemaattan yalnız birinin isnadında birleştirerek rivayet eder; fakat isnadlar arasındaki ihtilâfı belirtmez. Bu suretle rivayet ettiği hadîsin isnadı, mezkûr cemaatın her râvisinden ayrı ayrı hadîsi rivayet edenlerin isnadına muhalif olur. İsnadında muhalefet dolayısıyle böyle bir değişikliğe uğramış olan hadîse mudrecu'l-isnad denir. Muhalefet, bazen de râvinin, rivayet ettiği hadîsin metnine o hadîsten olmayan bir söz ilâve etmesiyle meydana gelir. Bu sözün ilâvesi, çok defa, ya hadîsin getirdiği hükme dikkati çekmek gayesine matuf olur ve râvi, bu maksatla sarfettiği sözü hadîsin metninden ayırt etmez. Bu suretle, hadîsini dinleyenler üzerinde, kendi sözününde hadîs metninden olduğu zannını uyandırır. Yahut hadîs metninde geçen garîb bir kelimenin şerh ve izahı, ya-hutta metinden hüküm istinbatı gayesine matuf olur. Fakat bu ilâveler her ne maksatla yapılmış olursa olsun, râvinin bu ilâvelerini ihtiva eden rivayeti ile, bu ilâveleri yapmayan râvilerin rivayetleri arasında muhalefet hâsıl olur. Bu çeşit ilâveleri ihtiva eden hadîslere mudrecu'l-metn adı verilir. Bazen râvinin, isnaddaki bazı isimlerde ve metnin bazı ibareleri arasında yaptığı takdim ve tehirler dolayısıyle muhalefet hâsıl olur. Râvi isimleri veya ibareleri takdim ve tehire uğramış olan hadîslere maklûb denir. Bazen muhalefet, muttasıl olan bir isnadın ortasında yapılan râvi ziyadesiyle hâsıl olur. Bu ziyadeyi yapmayan râvi, yapan râviye nisbetle daha titiz ve daha dikkatli olsa bile, ziyadenin bulunduğu yerde semâ'a kesinlikle delâlet eden semVtu veya ahberanî gibi bir tabir kullanmadıkça, ziyadeyi yapan râvinin rivayeti tercih olunur. İsnadında böyle ziyadeleri ihtiva eden hadîslere el-mezîd fi muttasılı'l-esânîd (muttasıl isnadlarında ziyade edilmiş hadîsler) denilmiştir. Bazen de muhalefet, metin içinde herhangi bir kelimenin yazılışındaki bir değişme ile meydana gelir. Kelimedeki bu değişme, ya herhangi bir harfin noktasına nisbetle olur ve hattın şekli bozulmaz; yahutta bazı harfler yer değiştirmek veya yerlerine başka harfler konmak suretiyle olur. Harflerdeki bu değişiklik, tabiatiyle yazının şeklinde de bir değişikliğin meydana gelmesine sebep olur. Yazının şekli değişmeksizin yalnız noktaya nisbetle vukua gelen değişikliği muhtevî hadîse musahhaf, hat şeklindeki değişikliği ihtiva eden hadîse ise, muharref adı verilmiştir. Hadîslerin metin ve isnadlarında, râvileri tarafından yapılan bu çeşit değişiklikler, rivayetlerinin, bu değişiklikleri ihtiva etmeyen diğer rivayetlere muhalif olarak gelmesine yol açar. Bu bakımdan, yukarıda da işaret olunduğu gibi, hadîsçiler, dâima sahîh olarak gelen rivayetleri tercih etmişler, muhaliflerini ise, hiç tereddüt etmeden terketmişlerdir. Ancak, birbirine muhalif olarak gelen iki rivayetten birini tercîh etmek, bazen her iki rivayetin de aynı derecede bulunması dolayısıyle, mümkün olmamıştır. Bu takdirde hadîs muztarib addedilmiş ve iki rivayetten birinin tercihini mümkün kılacak herhangi bîr karinenin veya onu takviye edecek diğer bir sahîh isnadın zuhuruna kadar o hadîsle amel edilmemiştir. Muhalefet sebebiyle ortaya çıkan ve bizim burada kısaca işaret ettiğimiz hadîs çeşitleri, ileride, râvileri zabt yönünden ta'n edilmiş merdûd hadîsler bölümünde daha geniş bir şekilde ele alınacaktır. d) Vehmu'r-Râvi İnsanın yanlış bir zanna istinaden hataya düşmesi manâsına gelen vehim (vehm), hadîste, râvinin ta'n edilmesine sebep olan hallerden biridir. Zira vehim, râvinin mursel veya munkatı olan bir hadîsi muttasıl olarak, yahutta bir hadîsin metnini bir başka hadîse idhal ederek rivayet etmesine sebep olur. Bu bakımdan vehmin eseri olan hata, bazen isnadlarda, bazen de metinde görülür. Ancak râvinin vehmi her hadîste kolayca anlaşılmaz ve hadîsin çok defa sahîh olduğuna hükmedilir. Fakat hadîslerin çeşitli isnadlarına vâkıf olan ve çok tetebbuda bulunan bir hadîs imamı, herhangi bir râvinin vehmini kolayca anlayabilir. Önce sahih olarak rivayet edilen, sonra râvisinin vehmine muttali olunan bir hadîs, bu vehmin ortaya çıkmasından sonra sahih olma vasfını kaybeder ve illetli bir hadîs olur. Buçeşit hadîslere muallel denilmiştir. Ya'lâ İbn Ubeyd et-Tanâfısî, Sufyân es-Sevrî'den, Sufyân, Amr İbn Dinar'dan, Amr, İbn Ömer'den, o da Hazreti Peygamberden el-beyyi'âni bi'l-hıyâr hadîsini rivayet etmiştir. Ancak rivayette Ya'lâ, vehmi dolayısıyle Sufyân'm şeyhini Amr İbn Dînâr olarak zikretmiştir. Oysa Sufyân, hadîsi Amr İbn Dinar'dan değil Abdullah İbn Dinar'dan rivayet etmiştir. Nitekim Sufyân'm Ebû Nu'aym, el-Firyâbî, Mahled İbn Yezîd ve diğer ashabı, kendisinden Abdullah İbn Dînâr ismiyle bu hadîsi nakletmişlerdir. Bundan anlaşılır ki, hata, Ya'lâ İbn Ubeyd'in hatasıdır ve bu sebeple rivayeti illetlidir ve hadîs mualleVâir , Ne var ki bu çeşit illet, metne tesîr etmeyen ve onu zayıflatmayan bir illettir. e) Sû-i Hıfzı'r-Râvi Râvinin kötü hafıza sahibi olmasıdır. Râvide doğru tarafının hatalı tarafına tercih edilememesi şeklinde ortaya çıkan bu hafıza zayıflığı, ya doğuştan olabilir, yahutta ihtiyarlık veya hastalık sebebiyle ona sonradan arız olabilir. Hafıza zayıflığının râviye sonradan arız olması halinde, bu gibi râ-vilere muhtalıt denilmiştir. Muhtalıtm hükmü, ihtilâftan önce rivayet ettiği hadîslerin kabulü, ihtılâttan sonra rivayet ettiği hadîslerin de reddidir:Eğer ihtılât tarihi bilinmez ve rivayet ettiği hadîsler birbirinden ayırt edilemezse, râvinin bütün hadîsleri üzerinde tevakkuf olunur. Yâni herhangi bir karine ile sıhhati tesbit olunan hadîs çıkarsa onunla amel olunur; diğerleriyle amel olunmaz. Tâbi'ûn ulemâsından Atâ' İbnu's-Sâ'ibes-Sekafî el-Kûfî (Ö. 136), ömrünün sonlarına doğru ihtlâta maruz kalmış ve hafızası bozulmuştur. Bu sebepledir ki Ahmed İbn Hanbel onun hakkında "kim ondan eskiden işitmişse o sahihtir; fakat kim yeni işitmişse, o bir şey değildir" demiştir. Ahmed İbn Hanbel'in bu sözlerinden anlaşıldığına göre Atâ', ihtilâttan önce güvenilir ve hadîsi alınır bir kimse idiyse de, sonraki hali zayıf olup kabule şayan değildir. Hadîs ilminde ihtilâta maruz kalan hadîsçileri bilmek ne kadar önemli ise, bu hadîsçilerde ihtilâtm başlangıç tarihini ve ihtilâttansonra onlardan kimlerin hadîs aldıklarını tesbît etmek de o kadar önemlidir. Çünkü ihtilâttan önce güvenilir bir râvi olarak hadîsleri ne kadar sahîh ise, ihtilâttan sonra hafıza yönünden mecruh olmaları dolayısıyle de, onlardan alman hadîsler o kadar zayıf addedilir ve bu itibarla, ihtilâttan sonra onlardan hadîs rivayet edenlerin, sadece zayıf hadîs naklettiklerine hükmolu-nur. Meselâ yukarıda ismi geçen Atâ' İbnu's-Sâ'ib'ten, yalnız Sufyân es-Sev-rî ve Şu'be İbnu'l-Haccâc'm, yâni yaşları ileri olan ve Atâ'ya sağlam devrinde yetişen bu iki kişinin rivayetlerini sahîh kabul etmişler, bazıları da bu ikiye Hammâd îbn Zeyd ve Hammâd İbn Seleme'yi eklemişlerdir. Meselâ Yahya İbn Ma'în, Sufyân ve Şu'be müstesna, Atâ'dan hadîs işitenlerin hepsinin de ihtilâttan sonra ondan hadîs işittiklerini söylemiş, el-Ukaylî ise, aynı iddiayı Basra halkı için ileri sürmüştür. Ona göre Atâ', Basra'ya ihtilâttan sonra gitmiş ve Basralılar, ondan bu halde iken hadîs almışlardır. |
06 Temmuz 2014, 15:24 | Mesaj No:4 |
Durumu: Medine No : 13301 Üyelik T.:
04 Şubat 2011 | Cevap: Ravilerin Ta'n Edilmeleri ve Başlıca Ta'n Sebepleri 7. Râvileri Adalet Yönünden Ta'n Edilmiş Hadîs Çeşitleri a) Mevzu (Uydurma) Hadîsler Başta İslâm Dînine kasdedenler olmak üzere, nıensûb oldukları .siyasî fırka ve hizibleri, fıkhı mezhebleri, kabilelerini, cinsiyetlerini, dillerini, peşinden gittikleri imam ve hükümdarları medhetmek, halîfe ve emirlerin nezdinde yüksek mertebeler kazanmak, cami ve mescidlerde va'zettikleri cemaatın teveccühüne nail olmak, halkın dînî emir ve nehiylere karşı rağbetini artırmak maksadıyle dîn düşmanlarının, yalancıların ve câhillerin uydurdukları, sonra da bu uydurulan şeylere, derecelerini yükseltmek için tanınmış hadîs râvilerindeıı düzdükleri isnadlar ekleyerek hadîsmiş gibi Hazreti Peygambere iftira ile isnad ettikleri sözlere mevzu (uydurma) hadîs adı verilmiştir. Hazreti Peygamber » "ba?ıa yalan isnad etmek, herhangi bir kimseye yalan isnad etmek gibi değildir. Her kim benim üzerime kasden yalan söylerse, cehennemdeki yerine hazırlansın [Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]demiş olmakla beraber, esefle belirtmek gerekir ki, İslâm'ın çok erken bir devrinde başlamak üzere, çeşitli sebeplerle pek çok hadîs uydurulmuş ve Hazreti Peygamberin ismine izafeten sahîh hadîsler nıeyanmda rivayet edilmiştir. Hadîs vaz'ımn çeşitli sebepleri vardır. Bu sebepler üzerinde durmadan önce, tarihi kesinlikle tesbît edilemese bile, hadîs vaz'ımn başlangıcına, yahut mevzu hadîslerin zuhur etmeye başladığı devre kısaca işaret etmekte fayda vardır.[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] b) Mevzu Hadîslerin Zuhuru ve Hadîste Vaz Sebepleri 1. Siyasî ve İtikadî İhtilâflar islâm tarihinin ilk yarım asırlık müddeti içerisinde müslümanlar, aralarındaki bazı ufak tefek ihtilâflara rağmen, genellikle, sulh ve sükûn içinde yaşamışlar; zihinlerini, İslâm ordularının dört bir cihette kazandığı zaferlerle, dînî ahkâmın öğreniminden başka bir şeyle meşgul etmemişlerdir. Bu öğrenimde ele alman başlıca konuları da, Kur'ân-ı Kerîm'in tefsiri ile Hazreti Peygamberden işittikleri hadîsler teşkil ediyordu. Tefsir ve hadîs, bu devirde, birbirini tamamlayan ve İslâm Dîninin akaid, ibadet ve muamelât yönünden izahı demek olan bir ilim hüviyetini kazanmıştı. Bu bakımdan Hazreti Peygamberin hadîslerinde ve sahabe ile daha sonraki ilâhiyatçıların sözlerinde görülen "ilim" tabirinden, Kur'ân-ı Kerîm'in tefsîri ile bu tefsire temel teşkil eden hadîslere müteallik bilgi anlaşılmıştır. İslâmiyetin Hulefâ-i Râşidîn devrini içine alan ilk yarım asrında, müs-lümanlarm meşgalesini bu ilmin tahsîli teşkil etmiştir. Hazreti Peygamberin vefatından henüz çok kısa bir zaman geçmişti ve onun en yakın dostları olan sahabenin büyük çoğunluğu henüz hayatta bulunuyordu. Bunlar, Hazreti Peygamberle kader birliği etmiş, her türlü mahrumiyete katlanmış ve yalnız kalblerinde taşıdıkları îman ile îslâmiyetin zaferini dilemiş kimselerdi. Gerek vasıyyet ve gerekse şûra yolu ile işbaşına gelmiş olan ilk dört halîfenin hilâfeti üzerinde ittifak etmişlerdi. Bu sebeple içlerinde, herhangi siyasî bir gaye, daha doğrusu kendi arzu ve heveslerinin tezahürü olarak taşıdıkları siyasî bir mevki hırsı mevcut değildi. Hazreti Peygamber vefat edince, bu müslümanlarm önünde Kur'ân ve Sünnetten başka bir şey kalmamıştı; fakat bu iki kaynak, onlara, gerçek hayatı sağlayacak, dünyevî meselelerde her türlü müşkillerini halledecek bir kuvvete sahip bulunuyorlardı. Esasen onların, her ikisine de uymaya ve onların gösterdiği yolda gitmeye davet olunmalarının başlıca sebebi de bu idi.[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] Müslümanların, günün tarihçilerini bile hayrete düşürecek derecede kısa bir zaman içerisinde kuvvet kazanmaları ve Arap Yarımadasının hudutlarını da aşarak büyük bir imparatorluk kurmaları, onların Kitap ve Sünnete uymak hususunda kendilerine yöneltilen bu davete nasıl büyük bir aşkla icabet ettiklerini göstermeye yeterlidir. Sünnet veya daha umumî ifadesiyle hadîs, İslâm Dîninin hem kaynağı ve hem de Kur'ân-ı Kerîm'in tefsîri olduğu için, sahabe, bunların terkine veya herhangi bir görüşle onlara muhalif hareket edilmesine şiddetle karşıkoyduğu gibi, bunların nakil ve rivayetinde, ufak da olsa, bir hata yapılmasına ve bu suretle yalan veya tahrîfe maruz bırakılmasına hiçbir zaman rıza göstermiyordu. Bu çeşit rivayetlerin çoğalmasıyle hatanın da çoğalacağı düşüncesiyle, her fırsatta, rivayetin azaltılmasını emrediyorlardı. [Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]Kur'ân-ı Kerîm'in açık ve kesîn hükümleriyle Dînde gerçek yerini bulan hadîsler, ilk dört halîfe devrinde, her türlü şüphe ve tereddütten uzak, yalnız İslâm ilâhiyatçıları arasında alınıp rivayet edilmiş, ehil olmayanların eli bu sahaya uzanmamıştır. Fakat acı bir gerçek olarak, bu devir uzun sürmemiş, İslâm âlemi, yarım asırlık bir süreyi henüz tamamlamadan büyük bir badireye sürüklenmiştir. Bu badirede İslâm'ın üçüncü halîfesi Osman İbn Affân şehîd edilmiş; onun şehadetiyle İslâm'ın binası sarsılmış, inanç ve îman duvarlarında meydana gelen tamiri gayri kaabil çatlaklar zamanımıza kadar devam edegelmiştir. Hazreti Osman'ın katlinden sonra müslümanlar, Alî İbn Ebî Tâlib'e bey'at etmiş olmakla beraber, vukubulan yeni hâdiseler, eski sulh ve sükûnu iade edecek yerde, anlaşmazlıkları bir kat daha artırmıştır. Çünkü bir taraftan Hz. Alî'ye bey'at edilirken, diğer taraftan Hz. Osman'ın ölümünden mes'ûl olduğu ileri sürülerek Alî'den onun "dem" i talebedilmiştir. Bu olaylar, müslüman saflarında büyük bölünmelere sebep olmuş, bir tarafta Hicaz ve Iraklıların takviye ettiği Alî karargâhı teşekkül ederken, diğer taraftan Şâm ve Mısır halkının desteklediği Mu'âviye karargâhı, öbürünün karşısında yer almıştır. Müslümanlar arasındaki bu bölünme, taraflar arasında şiddetli çarpışmalara sebep olmuş, iş, tahkimle neticeye ulaşmış olmakla beraber, yeni yeni siyasî ve itikadî fırka ve mezheblerin zuhuruna yol açmıştır. Ez-Zehebî, bu durumu hulâsa ederek der ki: "Sahabe, diğerlerine nisbetle aralarında en az fitne olan kimselerdi. Nübüvvetten itibaren geçen her asırda, bir evvelkine nisbetle daha fazla ihtilâf ve tefrika zuhur ediyordu. Bu sebeple, Osman'ın hilâfetinde zahir bir bid'at vukubulmamıştı. Fakat onun katledilmesi üzerine, birbirine karşı iki bid'at zuhur etti. Biri Alî'yi tekfir eden Havâric, diğeri de, onun imametini, ismetini, yahut nübüvvetini veya ulûhiyyetini iddia eden Râfıza (gulâtı Şî'a) bid'atı idi. Sahabe asrının sonlarına doğru, İbnu'z-Zubeyr ve Abdu'l-Melik'in imaretleri sırasında Murci'e ve Kaderiyye bid'atları vukubuldu. Tâbi'ûn asrının başlarında, Emevî hilâfetinin sonlarına doğru Cehmiyye ve Muşebbihe Mümessile bid'atları zuhur etti. Sahabe devrinde bunların hiçbiri olmamıştı. Silâha istinad eden fitneler de böyle idi. Halk, Mu'âviye devrinde birlik halinde düşmana karşı harbediyordu. Fakat Mu'âviye'nin ölümü üzerine Hüseyin katledildi. Mekke'de İbnu'z-Zubeyr muhasaraya uğradı. Medine'de Harrâ fitnesi zuhur etti. Yezîd'in ölümü üzerine, Şam'da Mervân ile Dahhâk arasında ayrı bir fitne çıktı. İbn Ziyad'ın Muhtar tarafından öldürülmesi, Mus'ab İbnu'z-Zubeyr'in Muhtâr'ı, Abdu'l-Melik'in de Mus'ab'ı katli, Haccâc'm İbnu'z-Zubeyr'i bir süre muhasara ettikten sonra öldürmesi ve Irak'a vali olarak tayin edilmesinden sonra, Muhammed İbnu'l-Eş'as'm büyük bir kuvvetle Haccâc üzerine yürümesi... Hepsi de ayrı ayrı fitnelerin çıkmasına sebep olmuştu. Ve bu fitneler, Mu'âviye'nin ölümünden hemen sonra başlamıştı. Yine bu arada Horasan'da İbnu'l-Muhelleb fitnesi çıkmış, Kûfe'de Zeyd İbn Alî ve birçok kimse öldürülmüş, yine Horasan'da Ebû Müslim ve diğer bazı kimselerin de ortaya atılmasıyle zikri uzayıp gidecek harpler ve fitneler vukua gelmiştir." [Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] Burada, İslâm'ın oldukça erken devirlerinde ortaya çıkan bu harpler ve fitnelerin sebepleri veya siyasî neticeleri üzerinde durmaya gerek yoktur. Fakat şunu hemen belirtmek gerekir ki, İslâmiyet bir bütün olarak mütalâ edildiği zaman, onun, zuhurundan önce hiçbir devirde görülmemiş yeni bir dünya görüşü getirdiği ve fertlerin, dînî olduğu kadar, siyasî, içtimaî v.s. hayatlarını da belirli bir nizama sokmaya büyük ölçüde değer verdiği görülür. Dünya nizamı ile ilgili olarak getirdiği hükümler, insanın, toplum içerisindeki günlük davranışlarını dâima kontrol eder bir durumda olduğu için, müslümanlar, hayatlarını bu hükümlere göre ayarlamak zorundadırlar. Bu zorunluluk, dağda sürüsünü otlatan çobandan, memleketin idaresini elinde tutan ferde kadar herkes için varittir. Bu bakımdan fertler, hangi mes'ûl makamda olurlarsa olsunlar, muvaffakiyetleri veya muvaffakıyetsizlikleri, dînin vazettiği hükümlere göre değerlendirilir. İşte İslâm'ın bünyesinde mündemiç olan bu kaide dolayısıyledir ki, siyasî ihtilâfların zuhuru ile devletin idaresini elinde bulunduran halîfelerin idarî davranışları, bu kaideye göre değerlendirilmiş, ileri sürülen çeşitli görüşler, yeni yeni fırka ve hiziplerin nüvesini teşkil etmiştir. Meselâ Şî'a ile aynı devirlerde ortaya çıkan Havaric, Hz. Osman'ın idarî ve siyasî davranışlarını bu yönden değerlendirerek onlarda bazı hatalar bulmuş ve özellikle Havaric, bu hataları "büyük günâh" (kebîre) olarak tavsif etmiştir. Yine Havarice göre "büyük günâh sahibi" (murtekibu'l-kebîre) hakkında dîn yönünden verilecek hüküm "küfür" den başka bir şey değildir; yâni büyük günâh işleyen kimse, tövbe etmedikçe, kâfirdir''. [Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] Gerek Havaricin ve gerekse daha sonraları ortaya çıkarak büyük günâh sahibinin küfürle îman arasındaki bir derece (menzile beyne'l-menzileteyn) de olduğunu ileri süren Mutezilenin ve hattâ bu hususta herhangi bir görüş ileri sürmekten çekmen Murci'enin, halîfelerle şâir mes'ûl şahısların davranışları hakkında ortaya koydukları bu kabîl hükümleri, Ku'ân âyetleriyle Hazreti Peygamberin hadîsleri arasında buldukları bazı nasslardan istihraç ettiklerini söylemeye gerek yoktur. Ancak bu, ileri sürülen her hükmün, Kur'ân ve hadîste istinad edebileceği bir nassı bulunduğu manâsında anlaşılmamalıdır. Çünkü bu fırkalar, çok defa, görüşlerini teyîd edecek bir âyet bulamadıkları zaman, görüşlerini en yakın bir başka âyeti tevîl etmekten çekinmemişlerdira. [Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]İhtilâfların hâd safhaya geldiği, biribirlerini ittiham eden tarafların, görüşlerini teyîd etmek maksadıyle Kur'ân veya hadîsten mutlaka bir şeyler bulmak lüzumunu hissetmeleri sebebiyle, bu tevil faaliyetinin ne derece ileri gittiğini tahmin etmek güç değildir. İşte böyle durumlarda, her defasında değişen haller için, Kur'ân-ı Kerîm'den ve hadîsten dâima tevil edilebilecek nasslar bulunamayacağı ve tarafların, yeni nasslar vazetmek zorunda kalacakları da kolayca tahmin edilebilir. Bu çeşit bir vaz işinin Kur'ân-ı Kerîm için bahis konusu olamayacağına göre, bu konuda hadîslerden istifade edilmesi, başlıca çıkar yol olarak hesap edilmiştir. Bu suretle hadîste başlayan va;; hareketleriyle, ya bir şahıs Hazreti Peygamberin ağzından tekfir edilmiş, ya-hutta herhangi bir görüş veya İslâm dışı bir mezheb inancı telkin ve tavsiye edilmiştir. İslâm tarihinde mevzu hadîslerin tam olarak ne zaman sahneye çıktığını ve vaz'm hangi nesil içerisinde başladığını kesin bir şekilde tesbît etmek güçtür. Fakat tereddüt etmeden şunu söyleyebiliriz ki, kanlarını, canlarım ve mallarını Hazreti Peygamber için feda ederek İslâm yolunda hicretin meşakkatlerine göğüs geren, memleketlerini ve en yakın akrabalarım, sırf Allah kelimesini yükseltmek ve onu her şeye hâkim kılmak için terkeden sahabenin, kendi arzu ve heveslerini tatmin, yahut galeyana gelmiş ihtiraslarını teskîn için Hazreti Peygamberin ağzından hadîs uyduracaklarını, sonra da bunları diğer müslümanlar arasında yayacaklarını düşünmek, her akıl sahibinin kolayca kabul edebileceği bîr iş değildir. îçlerindeki îman, Hazreti Peygamberin . "bana yalan isnad etmek, herhangi bir kimseye yalan isnad etmek gibi değildir. Her kim benim üzerime kasden yalan söylerse, cehennemdeki yerine hazırlansın." hadîsinin ifade etmek istediği manâyı anlamalarında en büyük yardımcı idi. Bu sebeple onlar, îslâm Dîninin ve bu Dînin iki aslı olan Kur'ân ve Sunnet'in nıüdâfasını üzerlerine almışlar, her türlü tehlikeye, tehdide, eza ve cefaya rağmen, Peygamberlerinden aldıkları dînle ilgili ahkâmı teblîğ etmeyi başta gelen görevlerinden saymışlardır. Keza tâbi'ûndan olan hadîsçiler de, sahabeden işittikleri hadislerin kabulünde tereddüt göstermiyorlar, daha doğrusu, Hazreti Peygambere ve onun sünnetine olan inançları dolayısıyle, hadîsin her türlü yalandan, tahrîf ve tasniften salim bir şekilde nakledildiğine samimî bir kalble inanıyorlardı. Fakat bu inanç uzun müddet devam etmedi. Halîfe Osman îbn Affân'm öldürülmesiyle başlayan ve birbirini takip eden olaylar, müslümanların huzur ve sükûnunu bozduğu gibi, hadîsle meşgul olan kimselerin, biraz önce işaret ettiğimiz samimî inançlarını da yıkmakta gecikmedi; çünkü kendi aralarında alıp verdikleri hadîsler arasına, hiç kimsenin bilmediği bir takım sözler sızmış, hadîs adı altında, halk arasında dolaşmaya başlamıştı. Tanınmış hadîsçilerden Muhammed İbn Şîrîn (Ö. 110)' e isnad edilen bir söz, bunu teyîd eden bir manâya sahiptir. Bu sözünde İbn Şîrîn şöyle demektedir: "İlk zamanlar isnad sormuyorlardı; ne zamanki fitne zuhur etti; bize kendilerinden rivayet ettiğiniz kimselerin isimlerini söyleyin, demeye başladılar. Ehl-i sünnetten olanlara bakıyorlar ve onların hadîslerini alıyorlar; ehl-i bid'attan olanlara bakıyorlar, onların hadîslerini de terkediyorlardı." [Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] Hicrî 110 senesinde vefat eden îbn Sîrîn'den nakledilen bu söz, hadîs rivayetinde isnad tatbikinin fitne ile başladığını göstermektedir. Rivayette isnad tatbiki, hiç şüphesiz, hadîsleri garanti altına almak ve sahtelerinden korumak gayesine matuf olmak gerekir. Çünkü isnadın kullanılması, hadîsi rivayet eden râvilerin her yönden bilinmelerini gerektirir. Nitekim İbn Şîrîn, bunu, yukarıdaki sözünde belirtmiş ve "ehl-i sünnetten olanların hadîslerinin alındığını, bid'at ehlinden olanların hadîslerinin ise, ter-kedildiğini" söylemiştir. Sufyân es-Sevrî (Ö. 161)'nin "râviler yalana başvurunca, biz de onlar için tarihi kullandık" sözü de [Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]bunu teyîd eder. Buna göre, şu gerçek açık bir şekilde anlaşılmaktadır ki, rivayetlerde isnad kullanılmasına, fitne ile birlikte başlayan vaz' (uydurma) faaliyeti sebep olmuştur; çünkü fitne, dahilî karışıklık, isyan ve insanların biribirlerini öldürmelerine kadar varan kavga demektir. Filhakika Osman İbn Affân'mhilâfetinde böyle bir karışıklık olmuş ve Osman şehîd edilmiştir. Onun yerine halîfe seçilen Alî İbn Ebî Tâlib zamanında bu karışıklık daha da şiddetlenmiş ve bilindiği gibi, Hazreti Peygamberin eşi Âişe ve taraftarları ile Âlî ve taraftarları arasında, Basra civarındaki çöllerde İslâm tarihinin "Cemel Vak'ası" denilen meşhur çatışması meydana gelmiş, Talha ve Zubeyr gibi tanınmış bazı sahabîler bu çatışmada şehîd düşmüşlerdir. Buna benzer başka bir çatışma, daha sonraları, yine Alî ve taraftarları ile Şâm valisi Mu'âviye ve taraftarları arasında Sıffîn mevkiinde vukubulmuştur. Her ne kadar bu karşılaşmada İki tarafın hakeme başvurmaları sebebiyle kan dökülmemiş ise de, hakemler Alî'yi hilâfetten uzaklaştırmışlar, onun yerine de Mu'âviye'yi halîfe tayîn etmişlerdir. İşte İslâm'ın daha birinci yarısı içinde ortaya çıkan bu hâdiseler, müslümanların fırka ve hiziblere ayrılmalarının başlıca âmili olmuştur. Nitekim Mu'âviye'ye halîfe olarak be/at edilmesinden sonra, bir taraftan hilâfetin Alî'nin hakkı olduğu ve Mu'âviye'nin bu hakkı ondan gasbettiği görüşüne sahip olarak Alî etrafında Şî'a adiyle bir hizib teşekkül ederken, diğer taraftanda, hilâfeti Mu'âviye'ye teslim ettiği için Alî'ye karşı hurûc eden, fakat Mu'âviye'ye de karşı olan ve hepsini birden işledikleri büyük günâhlar sebebiyle tekfir eden Havâric fırkası ortaya çıkmıştır. Bunları, zamanla, kendi aralarındaki bölünmeler takip etmiş, ayrıca müdafa ettikleri itikadı görüşler dolayısıyle, o zamana kadar müslümanların sahip oldukları görüşlerden ayrılan Cebriyye, Kaderiyye, Murci'e, Mutezile gibi akaid mezheblerinin ortaya çıktığı görülmüştür. Bu açıklama, şu hususu açıkça ortaya koymuş olmaktadır ki, müs-lümanlar arasında oldukça erken bir devirde başlayan ihtiâflar ve bu ihtilâflar neticesinde ortaya çıkan siyasî ve itikadı fırka ve mezhebler, mevzu hadîslerin zuhurunda en büyük rolü oynamıştır. Şöyle ki: Bir taraftan siyasî, diğer taraftan itikadî fırka ve mezheblerin doğuşu, müslümanlar arasındaki mücadeleyi şiddetlendirmiş, her fırka ve mezheb, kendi görüşünde haklı olduğunu ileri sürerken muhalifini tekfir etmektende çekinmemiştir. Böyle ortamlarda insanın kendisi için haklılık, başkaları için ise, haktan uzak olmak iddiası, ancak güvenilebilir bir delil bulunması halinde kuvvet kazanır. Eğer iddia dînî bir mahiyet arzediyorsa, ona kuvvet kazandıracak delilin de dînî olmasına bilhassa dikkat edilir. İslâm'ın başlangıcında ortaya çıkan bu fırka ve mezhebler, şüphesiz dînî bir hüviyete sahip bulunuyorlardı ve delilleri de - bulabildikleri nisbette - Kur'ân âyetlerine ve Hazreti Peygamberden rivayet edilen hadîslere dayanıyordu. Fakat şurasını unutmamak gerekir ki, bir görüşün hem müdafii, hem de muarızı için bu iki kaynaktan da birer delil bulma imkânı yoktur. Hele o görüş İslâm dînine tam manâsı ile aykırı ise, hiçbir taraftar onu teyîd eden bir nass bulamaz. İşte böyle hallerde, taraftarın, hikmetli, kendi görüşüneuygun bir söze hadîs süsü vermesi ve böylece görüşünü bununla teyîd ve takviye etmesi işten bile değildir. İşte, yukarıda zikrettiğimiz Muhammed İbn Sîrîn'in hadîs rivayetinde isnad kullanılmasının fitneden sonra başladığını ifade eden sözlerini bu açıdan değerlendirmek gerekir. Fitneden sonra ortaya çıkan çeşitli fırkalar, kendi görüşlerine destek olabilecek dînî bir nassa ihtiyaç duydukları zaman hadîs vaz'ına başvurmuşlardır. Buna karşılık hadîsçİler de, Hazreti Peygamberin hadîslerini onların tasallutundan korumak için, hadîs rivayet edenlere rivayet ettikleri hadîsleri kimlerden aldıklarını sormaya ve ilk kaynağa inmeye başlamışlardır. İslâm tarihinde hadîs vaz'ınm, bu fırkaların zuhuru ile başladığını teyîd eden çeşitli haberler vardır. Bu haberlerden birisi, bilhassa Şî'anın tanınmış imamlarından olan Nehcu'l-belâğa şârihi îbn Ebi'l-Hadîd'e aittir ve açık yürekle ortaya konmuş bir itiraf sayılır. İbn Ebi'l-Hadîd şöyle der: "Bil ki, faziletlerle ilgili yalan hadîslerin aslı Şî'a yönünden gelmiştir. Onları hadîs vaz'ına sevkeden âmil hasımlarının düşmanlığı idi... Ne zaman ki Bekriyye Şî'anın bu faaliyetini gördü, onlar da kendi imamları hakkında Şî'anın hadîslerine mukabil başka hadîsler vazettiler." [Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] İbn Teymiye'nin İbnu'l-Cevzî'den naklen zikrettiği şu sözler de, îbn Ebi'l-Hadîd'in görüşünü teyîd eder: "Alî'nin fazîletleriyle ilgili sahîh hadîsler çoktur; fakat râfızîler bunlarla yetinmemiş, uydurabildikleri kadar hadîs uydurmuşlardır". [Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] Abdurrahman İbn Mehdî (Ö. 198) ile Mâlik İbn Enes (Ö. 179) arasında geçen şu konuşma, aynı konuda dikkata şayandır: "Yâ Ebâ Abdülah! Biz sizin beldede (Medine'de) dört yüz hadîsi ancak kırk günde işittik. Burada (Irak'ta) ise, bunların hepsini bir günde işitiyoruz"? Mâlik ona şu cevabı verir: "Yâ Abdarrahman! Sizin darbhaneniz bizde ne gezer. Öyle bir darb-hane ki, gece basıp gündüz dağıtıyorsunuz"'', [Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] Abdurrahman îbn Mehdî, Basralı meşhur bir imam olup Mâlik'in ta-lebelerindendir. Medine'de hadîs işitmenin güç olduğunu, Irak'ta ise, insanın kısa zamanda pek çok hadîs işitebileceğini söylediği zaman, Mâlik, Irak'ı darbhaneye benzetmiş ve para basılır gibi burada hadîs vazedildiğini söylemek istemiştir. Mâlik'in Irak hakkındaki bu görüşü, oranın, Şî'anın merkezi olması dolayısıyledir. Hadîsleri ilk defa tedvin etmekle şöhret kazanan İmam îbn Şihâb ez-Zuhrî (Ö. 124)' nin "eğer şark tarafından bilmediğimiz ve kabul etmediğimiz bir takım hadîsler gelmemiş olsaydı, ne bir hadîs yazardım, ne de yazılmasına izin verirdim." sözünde' [Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]zikredilen "şark taran" ile kasdedilen yer de yine Irak'tır ve Zuhrî bu sözü ile mevzu hadîslerin burada yayılmaya başladığını belirtmek istemiştir. Şî'a tarafından başlatılan hadîs vaz'ının başlıca gayesi, yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, Alî'nin ve Ehl-i Beyt'in faziletlerini ortaya koymak ve buna dayanarak hilâfetteki haklarını isbat etmekti. Mevzuat kitaplarında bunun çeşitli örneklerini görmek mümkündür. Meselâ: "Melekler, bana ve Alî İbn Ebî Tâlib'e yetmiş sene duada bulundular. Lâ ilahe illa'llah şehadeti arzdan semaya, ancak, benden ve Alî'den yük-se/ir".[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] Açıklandığına göre hadîsin râvisi Abbâd İbn Abdi's-Samed gulât-ı şî'adandır ve rivayet ettiği hadîslerin hepsi Alî'nin fazîletleriyle ilgilidir. [Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] "Alî'ye bakmak ibadettir". [Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] "(Alî'ye hitaben Sen ve şî'an cennettedir. [Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] "Kıyamet günü, Allah, bana ve Alî'ye diyecektir ki: Sizi sevenleri cennete, size düşman olanları da cehenneme sokun". [Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] "(İbn Mes'ûd'tan Cin taifesinin Hazreti Peygamberi ziyaret ettiği gece onun yanında idim. Ölümün kendisine haber verildiğini söyledi. Halîfe tayin et, dedim. Kimi diye sordu. Ebu Bekr, dedim. Sustu. Aradan uzun bir süre geçti. Sonra yine derin bir nefes aldı. Neyin var ey anam babam Rasulullah, dedim. Bana ölümüm haber verildi, dedi. Yine halîfe tayin et dedim. Kimi? diye sorunca, Alî İbn Ebî Tâlib'i diye cevap verdim. Bunun üzerine Hazreti Peygamber şöyle buyurdu: Nefsim yed-i kudretinde olan Allah'a yenim ederim ki, ona itaat ettikleri zaman hepsi cennete girer. [Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] Şî'a, Alî hakkında bu çeşit rivayetleri müslümanlar arasında yayarken, Şî'aya karşı hiç de sempati beslemeyen ve hattâ onlarla mücadelenin zorunlu olduğuna inanan Emevî taraftarları da, Mu'âviye'nin Alî'den hiç deaşağı olmadığını isbat etmek gerektiğini hissetmiş ve onlar da Mu'âviye hakkında onun faziletlerini ortaya koyan hadîsler uydurmaya başlamışlardır. Bunlardan bir kaç Örnek de şöyledir: "Cibril (a.s.) bana altından bir kalemle indi ve dedi ki: Aliyyu'1-A'lâ sana selâm ediyor ve diyor ki: Habîbim! Sana, Mu'âviye İbn Ebî Sufyân'a verilmek üzere Arşımın üstünden bir kalem gönderdim; bunu ona ulaştır ve bu kalemle Âyetu'l-Kursî'yi yazmasını, harekelemesini ve noktalamasını emret; zira ben, onun yazıldığı saatten Kıyamet Gününe kadar Âyetu'l-Kursî'yi okuyanların adedi kadar Mu'âviye'ye sevab yazdım. Bunun üzerine Hazreti Peygamber, yanında bulunanlara Mu'âviye'yi bana kim getirecek? dedi. Ebû Bekr kalktı ve biraz sonra onu elinden tutup getirdi. Selâmlaştılar. Hazreti Peygamber Mu'âviye'ye: Yâ Ebâ Abdirrahman! Bana yaklaş, dedi. Mu'âviye yaklaştı. Hazreti Peygamber kalemi ona verdi ve şöyle dedi: Ey Mu'âviye! Bu, Rabbımın Âyetu'l-Kursî'yi yazman için Arş'ının üstünden sana hediye ettiği kalemdir. Kendi hattmla yazacaksın, harekeleyip noktalayacaksın ve bana arzedeceksin. Sana bu kalemi verdiğinden dolayı Allah'a hamd ve şükr ederim. [Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] "Allah katında güvenilir üç kişi vardır: Cibril, ben ve Mu'âviye. [Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] ' "Allah, vahyini, gökte Cibril'e, yerde de Muhammed (s.a.s.)'e ve Mu'âviye îbn Ebî Sufyân'a emanet etti"'. [Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] "Rasûlullah (s.a.s.), Mu'âviye'ye bir ok verdi ve: Bunu cennette bana iade edersin, dedi. [Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] Emevîler adına bu çeşit hadîsler vazedilip yayılırken, Emevîlerlehilâfet kavgasına girişen ve ikinci hicrî asrın ilk yarısında idareyi ele alarak yeni bir devlet kuran Abbâs oğulları da hadîs vaz'ı yansında geri kalamazlardı ve onların da hilâfette hak sahibi olduklarını isbat edecek delilleri bulunmalı idi. Gerçekten Abbasî taraftarları bu çeşit deliller bulmakta güçlük çekmediler. Onlar da diğerleri gibi, uydurdukları hadîslerle hilâfetteki haklarını isbat etmeye çalıştılar. İşte bu hadîslerden bir kaçı: "(Alî'den nakledilmiştir Hazreti Peygamberin yanında bulunuyorduk ki Abbâs İbn Abdi'l-Muttalib çıkageldi. Hazreti Peygamber onu görünce şöyle dedi: Bu, Abbâs îbn Abdi'l-Muttalib, benim hem babam, hem amcam, hem de vasim ve vârisimdir". [Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] "(İbn Abbâs'tan nakledilmiştir Hazreti Peygamber, Alî îbn Ebî Tâlib'in de bulunduğu bir toplulukta Abbâs'a şöyle dedi: Mülk (hükümdarlık), oğullarında olacaktır. Sonra Alî'ye döndü ve ona da şöyle ,;tap etti: Senin oğullarından hiçbiri buna sahip olamayacaktır'. [Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] "İşte bu (Abbâs), Kureyş'in en cömerdi ve en büyük hâmisi, kırk halîfenin babasıdır. Es-Saffâh, el-Mansûr ve el-Mehdî onun oğullarmdandır. Ey Amca! Allah bu işi benimle başlattı, senin oğullarından birisiyle sona erdirecektir. [Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] Müslümanlar arasındaki siyasî ihtilâflar, vazedilen bu çeşit hadîslerle körüklenip şiddetlendirilirken, ortaya çıkan bazı itikadı mezhebler de, sahip oldukları İslâm dışı inançlarını teyîd edebilmek için hadîs vaz'mdan faydalanma yolunu tutmuşlardır. Meselâ bunlardan birisi olan ve birinci asrın ikinci yarısında ortaya çıkmış bulunan Murci'e, îman ile ameli birbirinden ayırmak ve masiyetin îmana zarar vermeyeceği ve dolayısıyle îmanda artma ve eksilme olmayacağı görüşünü benimsemekle şöhret kazanmış bir mez-hebtir. Bu görüşü teyîd eden ve hadîs süsü verilen bir takım sözlerin bu mezheb taraftarlarınca vazedildiğine şüphe yoktur. Bu sözlerden birkaçı şöyledir: "Her kim îmanın artıp eksildiğini iddia ederse, (bilsin ki) artması nifak, eksilmesi ise, küfürdür. Böyle kimseler, eğer tövbe ederlerse ne âlâ; aksi halde boyunlarını kılıçla vurun. Bunlar, Rahman (olan Allah'ın) düşmanlarıdır. Allah'ın dinini parçalamışlar, küfre intisab etmişler ve Allah'a nıuhasım olmuşlardır. Allah, yeryüzünü bunlardan temizlesin. Haberiniz olsun ki, bunların namazları da, zekât ve hacları da makbul değildir. Haberiniz olsun ki, bunların dini de yoktur. Rasûlullah (s.a.s.) onlardan uzaktır; onlar da Rasûlullah'tan". [Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] "Sekîf heyeti Hazreti Peygambere gelip îmanın artıp eksilmesi hakkında bir sual sormuş, Hazreti Peygamber de onlara şöyle demiştir: Hayır; iman sabit dağlar gibi kalplerde yerleşmiştir. Artması da eksilmesi de küfurdür. [Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] "İman kavildir; amel, onun şeraiidir; artmaz ve eksilmez. [Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] "Şirk ile birlikte hiçbir şey fayda vermediği gibi, îmanla birlikte hiçbir şey zarar vermez". [Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] Murci'e, görüşlerini, vazettikleri bu çeşit hadîslerle teyide çalışırken, onların muhalifleri de, Murci'eyi kötülemek ve görüşlerini reddetmek için hadîs vazetmekten geri kalmamışlardır. Bunlar için şu örnekler zikredilebilir: "Bir murci'î, yahut bir kaderi ölüp de defnedilse, üç gün sonra kabirleri açıldığında, kıble cihetinden dönmüş oldukları görülür. [Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] "Rasûlullah (s.a.s.)'a Murci'e hakkında sorulduğu zaman şu cevabı verdi: Allah, Murci'eye lanet etsin. Bunlar, öyle bir kavimdir ki, amelsiz îman üzerinde konuşurlar; salât, zekât ve haccı farz saymazlar. Bunlar, yapılırsa iyidir, yapılmazsa bir şey lâzım gelmez, derler". [Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] "İman kavi ve ameldir; artar ve eksilir. Kim bundan başka bir şey söylerse, o, mübtedi'dir." [Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] Mutezile mezhebi, Allah'ın sıfatları hakkında getirdiği ta'tîl akidesi ili' de şöhret kazanmıştır. Bu akidenin bir neticesi olarak Kur'ân-ı Kerîm'İn mahlûk olduğu görüşünü ileri sürmüş ve halîfe el-Me'mûn'un bu mezhebi devletin resmî mezhebi olarak ilân etmesinden sonra da, onun yardımı ile müslümanları bu görüşe davet etmiştir. Halîfe el-Me'mûn, önce müs-lümanların ileri gelen imam ve fakîhlerinin ikrarını almak maksadıyle, başta Ahmed İbn Hanbel olmak üzere birçok tanınmış kimseye davetiye çıkarmış ve onları Kur'ân'm mahlûk olduğunu ikrara çağırmış, fakat müabet bir cevap alamamıştır. El-Me'mûn'dan sonra yerine geçen kardeşi el-Mu'tasım, daha sonra onun oğlu el-Vâsik zamanlarında, halku'l-Kur'ân inancını ikrar etmeyen İmamlara işkence edilmiş, fakat yine de bir netice alınamamıştır. Tarihte mihne adiyle şöhret kazanan bu hâdiseler, Mutezilenin tam bir başarısızlığı ile sonuçlanmıştır. Mutezilenin, İslâmî hiçbir değeri olmayan halku'l-Kur'ân inancını müs-lümanlara zorla kabul ettirmeye kalkışmaları, bunun için de insanlık dışı yollara başvurmaları, büyük tepkilere yol açmıştır. Bazı müslümanlar devlete karşı harekete geçme teşebbüsüne girişirken, bazıları da, yine Hazreti Peygamberin hadîslerinden medet ummuşlar ve yukarıda Örneklerini gördüğümüz hadîsler gibi, tepkilerini Hazreti Peygamberin ağzından dile getirmeye çalışmışlardır: ..Her ^dm Kur'ân'ın mahlûk olduğunu söylerse kâfir olur'.[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] "Göklerde ve gökle yer arasında, Allah ve Kur'ân müstesna, her şey mahlûktur. Kur'ân O'nun kelâmıdır; her şey onunla başlamış ve O'na dönecektir. Ümmetimdem bazı kimseler çıkıp Kur'ân'm mahlûk olduğunu söyleyeceklerdir. Her kim bunu söylerse, Allah'a küfretmiş olur. Böyle söyleyen kimseyi karısının hemen boşaması lâzımdır; zira mü'min olan bir kadının, kâfir bir erkeğin taht-ı nikâhında bulunması caiz değildir; meğer ki kadın, aynı sözü kendisinden ew*1 dememiş olsun"''. [Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] "Kur'ân Allah'ın kelâmıdır. Hâlık da değildir, mahlûk da.. Kim bundan başka bir şey söylerse kâfirdir"'. [Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] 2. İslâm Düşmanlığı İslâm tarihinin oldukça erken bir devrinde hadîs vaz'ının başlamasında ve büyük bir süratle yaygınlaşmasında rol oynayan siyasî ve itikadı ihtilâflar yanında, bu faaliyeti körükleyen ve mevzu hadîs sayısının artmasına yol açan başka sebepler de vardır ve bunların başında, içlerinde, İslâm'a ve müslümanlara karşı aşırı derecede kin ve düşmanlık besleyen zümrelerin faaliyetleri yer alır. Bilindiği gibi müslümanlar Medine'ye hicret edip orada ilk Şehir Devletini kurdukları zaman, henüz bu kçük şehrin yarısına bile sahip değildiler. Medîneli Ensar dışında, halkının yarıdan fazlasını yahudîlerle henüz İslâm'a girmemiş müşrik Araplar teşkil ediyordu. Bununla beraber, hicretten on sene gibi çok kısa bir zaman sonra, yâni Haz-reti Peygamberin vefat ettiği senelerde, İslâm Devleti, bütün Arabistanı, Cenubî Irak'ı ve Filistin'i de içine alarak Avrupa kıt'ası kadar geniş bir sahaya yayılmış bulunuyordu. İslâmiyetin bu kadar kısa bir zaman içerisinde be derece süratle yayılması ve hele, o sıralarda Fürslerin sahip oldukları imparatorluğa son vermesi, hükümranlıkları elinden alınmış bu kavimlerin bütün kin ve gayızlarını yeni dîn ile bu dînin mensuplarına yöneltmişti. Ancak, şân ve şerefleriyle birlikte harp gücünü de kaybetmiş olan bu milletler, İslâm'dan intikam almak için akaidine fesad sokmak ve müs-lümanlarm vahdetini parçalamaktan başka kendilerinde hiçbir kuvvet bulamamışlardı. Bu sebeple İslâm'a gurup gurup girmeye başlamışlar, bazen zühd ve takva, bazen felsefe ve hikmet örtüsüne bürünerek, fakat asıl maksatlarım içlerinde gizleyerek müslümanlar arasında yayılmışlardır. Zındık ismiyle tanınan bu kimseler, Kur'ân üzerinde herhangi bir tebdîl ve tağyîryapamadıkları için, bütün güçleriyle Hazreti Peygamberin hadîslerine yönelmişler ve uydurdukları binlerce hadîsle İslâm akaidini teşviş etmeye ve müslümanların kalblerinde şüphe yaratmaya çalışmışlardır. Zındıkların ne kadar hadîs vazettiklerini anlamak için şu misali hatırlamak yeterlidir. Abdu'l-Kerîm îbn Ebi'1-Avcâ' , hadîs vaz'ından dolayı öldürülmek üzere yakalandığı zaman, suçunu itiraf etmiş ve dört bin hadîs uydurduğunu, bu hadîslerle helâli haram, haramı da helâl kıldığını söylemiştir''. [Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] Zındık tabiri, umumiyetle, zahiren müslüman olan, fakat içinde küfrü gizleyen kimseye ıtlak olunmuştur. Zındıklar, daha ziyade mecûsî dînine mensup olan, yahut Mani ve Senevi akaidini benimseyen, iki ilâha ibadet eden kimselerdir. Abbasî devrinde itikadı bozukluğun yaygınlaşması ve dinsizliğin açığa vurulması dolayısıyle ulûhiyyeti inkâr eden herkese zındık adı verilmiştir. El-Gazalî, "küfr" ün bir hukm-i şer'î olduğunu ve nass veya kıyasla bilinebileceğini açıklarken, yahudî ve hıristiyanlar hakkında nass vârid olduğunu, brahman, senevî ve dehrîlerin bitarîkılevlâ bunlara iltihak edeceğini belirtmek suretiyle, zındıkları, seneviyye ve dehriyye cümlesinden olarak zikretmiş'', bir başka yerde ise, "kâinatın tedbirli, âlim ve muktedir bir yaratıcısı bulunduğunu inkâr eden, onun eskiden beri kendiliğinden böylece mevcut olduğunu, hayvanın nutfeden, nutfenin de hayvandan meydana geldiğini, eskiden beri böyle olduğunu ve ilelebed de böyle olacağını ileri süren" dehrîlerden bahsederken de, "işte zındıklar bunlardır" demek suretiyle', dehriyye ve zandakayı, yahut zındık ve dehrîyi mü-radif iki isim olarak kullanmıştır. Zındıkların İslâm tarihinde zuhuru, Emevî idaresinin sonlarına rastlar. Halîfe el-Velîd İbn Yezîd İbn Abdi'l-Melik'in mürebbii Abdu's-Samed îbn Abdi'l-Â'lâ'nm zındık olduğu söylenir''. Keza son Emevî halîfesi Mervân İbn Muhammed'in mürebbii Ca'd îbn Dirhem, Îbnu'n-Nedîm'in ifadesine göre bir zındık idi''.Halîfeye Mervân el-Ca'dî lakabının verilmesine sebep olan Ca'd'',müslümanlar arasında cebr, ta'tîl ve halku'l-Kur'ân akîdelerini yaymakla da şöhret kazanmıştı'. Nitekim bu faaliyetlerini halîfe Hişâm İbn Abdi'l-Melik zamanında daha çok artırdığı için, halîfenin Irak'taki valisi Hâlid İbn Abdillah el-Kasrî tarafından bir Kurban Bayramı sabahı hutbeyi müteakip boğazlanarak öldürülmüştür.Zındıkların İslâm Dîni ve akaidi üzerinde bıraktıkları kötü iz çok derin olmuştur. Bununla beraber, Allah'a şükürler olsun ki, tehlikenin büyüklüğünü çok erken bir devirde farkeden hadîs imamları, ortaya koydukları rivayet ve tahammül, cerh ve ta'dîl kurallarıyle sahîh hadîsi sakîminden, gerçek hadîsçiyi sahte ve yalancısından ayırt ederek, İslâm akaidini, ona kasdedenlerin şerrinden korumaya muvaffak olmuşlardır. 3.Cinsiyet, Kabile, Mezheb Kavgaları Hadîs vaz'ına sebep olan âmillerden bir diğeri, değişik ırklara, kabilelere ve mezheblere mensup kimseler arasındaki münakaşalar ve mücadelelerdir. Bu mücadelelerde her birinin, kendi mensup olduğu topluluğu veya bu topluluğun reisini, yahut imamım övmesi, buna karşılık muhalifi olduğu diğer toplulukların reis veya imamlarını yermesi, çok defa, bu konularda uydurduğu ve Hazreti Peygambere isnad ettiği hadîslerle takviye edilmek istenmiştir. Bazı taraftarların, kendi topluluğu adına gösterdikleri bu aşırı taassup, insanı hayretler içinde bırakan uydurma hadîslerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Bunun en güzel misali, Ebû Hanîfe ile eş-Şâfi'î hakkında uydurulan hadîslerdir. Enes îbn Mâlik'ten merfû olarak rivayet edilen bu mevzu hadîs, İmam Şâfi'î düşmanlığı ile, İmam Ebû Hanîfe sevgisini taassup derecesine varan bir ifade ile aksettirmektedir. Me'mûn İbn Ahmed es-Sulemî veya Ahmed İbn Abdillah el-Cuveybârî tarafından uydurulduğu belirtilen bu hadîste şöyle denilmiştir: "Ümmetim arasından Muhammed İbn İdrîs (eş-Şâfi'î) adında biri çıkacaktır; bu adamın ümmetime zararı, iblisin zararından çok daha büyük olacaktır. Yine ümmetim arasından Ebû Hanîfe adında bir adam çıkacak ve bu adam, ümmetimin ışığı olacaktır" Muhtelif şehirlerin, günlerin, ayların ve yiyecek maddelerinin medhi veya zemmi ile ilgili bu çeşit uydurulmuş ve Hazreti Peygambere isnad edilmiş pek çok haber vardır. Mevzû'ât kitapları bu çeşit haberlerle doludur. 4.Va'z ve Hikâyeler Cami ve mescidlerde, veya kalabalık halk topluluklarının bulundukları yerlerde, şöhret kazanmak ve hediye toplamak gayesiyle va'zeden ve va'zlarım dâima hikâyelerle süsleyen kimselere kassâs (çoğulu: kussâs) denilmiştir. Hulefâ-i Râşidîn devrinin sonlarına doğru, fitne tabîr edilen dahilîkarışıklıklarla birlikte zuhur etmeye başlayan bu hikayeciler, daha sonraları bütün İslâm âlemine yayılmış, cami ve mescidlerde halkın dînî hislerini galeyana getirmeyi bir meslek ve sanat haline getirmişlerdir. Konuşmalarındaki heyecan verici ustalık, çok defa, dinleyenleri coşturduğu için, halk arasında aranan, peşlerinden gidilen ve sözlerine güvenilen kimseler olmuşlardır. Aslında bu hikayecilerden bazılarını, halkın büyük bir tehacümle etraflarına toplanmasından başka bir şey ilgilendirmiyordu. Kazandıkları şöhret, hırslarım daha çok artırır, halkı heyecanlandırmak galeyana getirmek ve üzerlerindeki tesîri va'z boyunca devam ettirmek için akla hayale gelmedik hikâyeler uydururlardı. İşte, Hazreti Peygamberin hadîsleri üzerine gelen büyük belâlardan biri de, bu kassâs sınıfından gelmiştir. Çünkü bunlar, uydurdukları hikâyelerin halk üzerinde daha çok müessir olması için , onları Hazreti Peygambere isnad etmekten çekinmezler, bunda herhangi bir günâh, bir bühtan görmezlerdi. Teessüf edilecek bir husus da, bu kimselerin, Hazreti Peygamber üzerine en büyük yalanları isnad etmelerine, halkın tetkik ve tetebbudan uzak en koyu câhilleri olmalarına rağmen, kendilerini dinleyecek kulak, tasdîk edecek dil, müdâfa edecek kol bulabilmeleri idi. Rivayet olunduğuna göre bunlardan ;jiri, Bağdâd camilerinden birinde, Kur'ân-ı Kerîm'in "Belki böylece Rabbın seni övülecek bir makama yükseltir" ' mealindeki âyetini tefsir eder ve bu âyete istinaden Hazreti Peygamberin Allahu Ta'âlâ ile birlikte Arş üzerinde oturacağım ileri sürer. Bu hâdise, meşhur müfessir Muhammed İbn Cerîr et-Taberî'nin kulağına gider; hikayeciye kızar ve itirazını şiddetlendirir; kapısı üzerine de şöyle bir ibare yazar:Ne var ki et-Taberî'nin hikayeciye karşı bu davranışı, Bağdâd halkını galeyana getirir; evini taşa tutarlar; adetâ onu recmederler. Kapısı taş yığını altında kaybolur. Bağdâd camilerinden birinde Zur'a isminde bir kâs (hikayeci) vardı. Meşhur İmam Ebû Hanîfe'nin anası, bir mesele hakkında fetva almak ister. Ancak Ebû Hanîfe'nin verdiği fetvayı "ben, senin sözünü değil, ancak Zur'a'nm sözünü kabul ederim" diyerek reddeder. Bunun üzerine Ebû Hanîfe anasını Zur'a'ya götürür ve ona: "Bu benim ananıdır; senden şu mesele hakkında fetva istiyor" der. Zur'a: "Sen benden daha âlim ve fakîhsin; istediği fetvayı sen ver" deyince Ebû Hanîfe, "ben bu mesele hakkında şu fetvayı verdim" cevabını verir. Zur'a'nın "mesele Ebû Hanîfe'nin dediği gibidir" demesi üzerine kadın razı olur ve oradan ayrılırlar. Bu hikâye, kussâsm, halkın akılları üzerinde ne derece hükümran olduklarını göstermeye yeterlidir. Fıkıhta, ilimde, zekâ ve anlayışta en yüksek dereceye ulaşmış, şöhreti her tarafa yayılmış olan Ebû Hanîfe gibi bir imamın verdiği fetva ile anası kani olmuyor, hikayeci Zur'a'mn fetvasını istiyor. Çoğu câhil olan ve yaptıkları işin tehlikesini de farkedemeyen bu kimselerden bazısı iyi niyet sahibi olabilirler ve naklettikleri uydurma hadîslerle, halkın bilhassa ibadetlere karşı rağbetini artırmaya çalışırlar. Bazılarının da halk arasında şöhret kazanmak ve dolayısıyle mal ve mülk sahibi olmak niyetini güttükleri şüphesizdir. Fakat bunlar, halkın en hayasızları idiler. Uydurdukları hadîslerin halk arasında tutulması için ezberledikleri birkaç isnadı bu hadîslerin basma eklerler, sanki Hazreti Peygamberden sahîh isnadla rivayet edilmiş ve sanki kendileride isnadın başında yer alan meşhur imamdan bu rivayeti almış gibi, büyük bir ciddiyetle onu tekrarlarlardı. Onların bu hayasızlığını aksettiren başka bir olay da, Ahmed îbn Hanbel ve Yahya İbn Ma'în'i hayret ve dehşet içinde bırakan bir haber olarak nakledilmiştir: Bir gün Ahmed İbn Hanbel ve Yahya İbn Ma'în, Bağdad'm er-Rusâfe mescidinde namazlarını kılmışlardı ki, va'zetmek için kürsüye çıkan bir şahısdiyerek şu hadîsi rivayet eder: "Bir kimse la ilahe illa'llah derse, Allah, bu sözün her kelimesinden bir kuş yaratır; bu kuşun gagası altından, tüyleri de mercandandır..." Bu ibarelerle başlayan hikâye, yirmi varak kadar tutmaktadır. Hikâyeyi işiten Ahmed İbn Hanbel ve Yahya İbn Ma'în şaşkınlık içinde birbirlerine bakarlar ve, "sen bunu rivayet ettin mi?" diye birbirlerine sorarlar. Fakat her ikisi de bu kıssayı hemen orada işittiklerini söylerler. Nihayet va'z bite ve Yahya İbn Ma'în, eliyle vaizi yanlarına çağırarak anlattığı bu kıssayı kimden işittiğini sorar. Adam: Ahmed İbn Hanbel ve Yahya İbn Ma'în'den" deyince, Yahya: "Ben Yahya İbn Ma'în, bu da Ahmed İbn Hanbel; biz hiçbir zaman Hazreti Peygamberin böyle bir hadîsini işitmedik." der. Bunun üzerine adanı şu cevabı verir: "Ben, Yahya îbn Ma'în'in bu derece ahmak olduğunu bilmiyordum; fakat şu anda öğrenmiş oldum. Sanki sizden başka Yahya îbn Ma'în ve Ahmed îbn Hanbel yok. Ben, on yedi tane Ahmed îbn Hanbel ve Yahya îbn Ma'în'den hadîs yazdım". Bu sözler üzerine Ahmed îbn Hanbel, eliyle yüzünü kapatarak "bırak gitsin" der. Adam, her ikisiyle de istihza eder bir halde yanlarından uzaklaşır. 5. Halîfe ve Emirlere Yaklaşma Arzusu Dünya nimetlerini âhıret nimetlerine tercih ederek halîfe veya emirlerin heveslerine göre fetvalar veren kimseler, hacet ânında hadîs uydurmaktan da çekinmezler. Bilhassa Abbasî devrinde görülen bu gibi olaylar, bazı halîfelerin, Emevîleri halkın gözünden düşürmek için böyle kimselerden istifade ettiklerini ve Emevîler aleyhine çeşitli hadîsler uydurulmasına yol açtıklarını göstermektedir. El-Hâkim'in Hârûn İbn Ebî Abdillah tarîkıyle babasından naklettiği bir haber, tefsîriyle şöhret kazanmış olan Mukâtil İbn Süleyman'ın halîfe el-Mehdî'ye yaklaşmak mak-sadıyle Abbâs hakkında nasıl hadîs uydurabileceğini göstermesi bakımından şâyân-ı dikkattir. Yine el-Mehdî ile ilgili bir başka olay, kezzâb (yalancı) Gıyâs İbn İbrahim en-Naha'î'nin halîfeye yaklaşmak için böyle bir teşebbüse giriştiğini gösterir. Bu şahıs, halîfenin yanma girdiği zaman, onun, bir güvercinle oynadığını görmüş ve hemen şu hadîsi rivayet etmiştir: (Müsabaka, yalnız okla, yahut tırnaklı hayvanlarla, yahutta kanatlı hayvanlarla yapılır). Bu hadîs, aslında, sonunda yer alan "kanatlı hayvanlar" ibaresi olmaksızın Sunen-i Erba'a'da nakledilen sahîh hadîslerdendir. Fakat Gıyâs, halîfenin endişesini gidermek, daha doğrusu ona yaranmak ve bu suretle hediye koparmak için hadîsin sonuna "yahut kanatlı hayvanlar" ibaresini ilâve etmekten çekinmemiş ve böylece güvercin gibi kanatlı hayvanların da diğerleri gibi müsabakalar için beslenebileceğine Hazreti Peygamberin ağzından izin vermek istemiştir. Vakıa halîfe, Gıyâs'm maksadını anlamış ve ona bir miktar para da vermiş olsa bile, sonunda "görüyorum ki kafan, Hazreti Peygamber adına yalan söyleyen bir kezzabın kafası" diyerek onu huzurundan kovalamış, güvercinleri de öldürtmüştür''. 6. Halkı Hayırlı İşlere Yöneltme Arzusu Siyasî ihtilâflardan sonra nıüslümanlann çeşitli fırka ve hiziplere ayrıldığını, bu tefrikanın her fırkayı, kendi görüşlerini teyîd etmek nıaksadıyle hadîs vaz'ına yönelttiğini yukarıda açıklamıştık. Müslümanlar arasındaki bu tefrika, birçok kimseyi endişeye sevkediyor ve durumu büyük bir üzüntü içinde takip ediyorlardı. Bunlar arasında zühd ve takva yönünden kuvvetli, fakat Dînin asıllarına câhil olan bazı kimseler vardı ki, nıüslümanlar arasındaki bu ihtilâfları izale etmek ve fırkaları birbirine yaklaştırmak içinhadîs vaz'ım mubah görüyorlardı. Kendilerine Hazreti Peygamberin men kezebe aleyye mute'ammiden... hadîsi hatırlatıldığı zaman "biz ona yalan isnad etmiyoruz; fakat onun için yalan söylüyoruz" diyorlardı.Halbuki bu söz, onların cehaletlerinden ve akıllarının dînî meselelere ermemesin-den kaynaklanıyordu. Yoksa Hazreti Peygamber, Dînin kemali ve fazlı için yalana ve yalancılara muhtaç değildi. Zâhid ve sâlih kimselerin vaz ettikleri hadîslerin çoğu, Kur'ân sûrelerinin fazîletleriyle ilgili idi. Bu çeşit haberleri rivayet eden Nûh İbn Ebî Meryem'e "Kur'ân sûrelerinin faziletleri hakkında Ikrime tarikiyle İbn Abbâs'tan naklettiğin bu haberleri nereden buluyorsun? Halbuki bunlar, Ik-rime'nin ashabında bile yok." denildiği zaman, Nûh şu cevabı vermiştir: "Halkın Kur'ân'dan uzaklaştığını ve Ebû Hanîfe fıkhı ile İbn İshâk'm Mağâzî'sine fazla düştüğünü görünce, bu hadîsleri uydurdum". Hadîs vaz'ma sebep olan daha birçok âmiller vardır. Biz, bunlardan, usûl kitaplarında, üzerinde en fazla durulmak suretiyle şöhrete ulaşmış bazı örnekler verdik. Daha fazla bilgi almak için mevzû'at kitaplarına başvurmak gerekir. c) Mevzu Hadîslerin Bilinmesi Çeşitli konularda ortaya çıkan mevzu hadîslerin malzemesi, çok defa, yalancıların kendi görüş ve düşüncelerinden ibaret olmuştur. Bu görüş ve düşünceleri, hadîs uydurucuları (el-vaddâ'), kudretleri nisbetinde mu'ciz sözlerle ifade etmeye çalışmışlar ve başına, halkın itimad ettiği hadîs imamlarının isimlerinden müteşekkil bir isnad ilâve etmişlerdir. Bazen bu kimselerin, hadîs uydurmak için malzeme sıkıntısı çektikleri de görülmüştür; bu takdirde başvurdukları kaynaklar, bazı hukemânm sözleriyle eski Arap darb-ı meselleridir Uydurmak istedikleri konu ile ilgili olarak, bunlardan seçtikleri sözlere, yine muttasıl isnadlar eklemişler ve Hazreti Peygambere nisbet ederek, onun sözü imiş gibi halk arasında yaymışlardır. Hadîs ilminin erken bir devirde gelişmiş, usûl ve kaidelerinin kesinlik kazanmış olması dolayısıyle, mevzu hadîslerin, sahîh hadîsleri bünyesinde eritmesine, veya yok etmesine meydan verilmemiş, isnad ve metinlere vâkıf olan muhaddisler, vazettikleri kaidelerle mevzu olanları sahîh olanların arasından ayıklamak imkânını bulmuşlardır. Bir hadîsin mevzu olduğuna çeşitli şekillerde hükmedilir; ancak onu uyduran râviye nisbetle verilecek hüküm, insanda hâsıl olan zann-ı gâlibyolu iledir; kesin değildir; çünkü çok yalancı olan bir kimsenin bazen doğru söylemiş olması da mümkündür. Böyle bir kimse tarafından rivayet edilen hadîs hakkında mevzu hükmünü vermek, o kimsenin rivayetinde doğru olabileceği İhtimali dolayısıyle zanna dayanır; ancak bu zan, râvinin yalancı olarak bilinmesi dolayısıyle de gerçeğe yakındır ve hadîs hakkında sahîh hükmünden ziyade mevzu hükmünün verilmesini sağlar. Diğer taraftan, bu hükmü verecek olan hadîs imamları, sahip oldukları kuvvetli meleke, parlak zihin, geniş anlayış ve hükme mesned teşkil eden karinelere derin vukuf sayesinde, hadîslerin mevzu olanlarını diğerlerinden ayırt etmekte güçlük çekmezler. Burada, mevzu hadîslerin bilinmesine yardım eden belli başlı özellikleri birkaç madde halinde kısaca zikredeceğiz. 1. Hadîs Uyduranın İtirafı Bazı mevzu hadîsler, taşıdıkları özelliklere bakılmaksızın, onları bizzat uyduran kimselerin, uydurduklarını itiraf etmeleriyle anlaşılır. Nitekim yukarıda ismi geçen Nûh İbn Ebî Meryem, Ikrime tarikiyle İbn Abbâs'tan rivayet ettiği Kur'ân sûrelerinin fazîletleriyle ilgili hadîsleri, halkın Kur'ân'a karşı rağbetini artırmak için uydurduğunu bizzat itiraf etmiştir Bunun gibi, Meysere îbn Abdi Rabbih de, zühd ve takva sahibi olmasına, dünyevî şehvetlerden şiddetle kaçınmasına ve ölümü üzerine bütün Bağdâd çarşısının kapanacak kadar şöhretli olmasına rağmen, hadîs vazederdi. Kendisine "fulân sûreyi okuyan kimse şu kadar ecir, fulân sûreyi okuyan kimse de bu kadar ecir kazanır, gibi ifadeleri ihtiva eden bu çeşit hadîsleri kimden aldın?" denildiği zaman, halkm rağbetini artırmak için vazettim" demiştir. Keza Ömer İbn Subh da, Hazreti Peygamberin bir hutbesini vazettiğini kendisi söylemiştir. Bazen râvi, hadîsi uydurduğunu itiraf etmese bile, rivayet ettiği hadîsle ilgili olarak kendisine yöneltilen bir soruya verdiği cevap da, hadîsin onun tarafından vazedildiğini ortaya koyabilir ki, bu da, itirafa yakın bir beyan veya açıklama sayılır. Meselâ şeyhinden rivayet eden bir şahsa ne zaman doğduğu sorulur; râvinin cevap olarak verdiği tarih, gerçekte, şeyhin ölümünden çok daha sonraki bir devre rastlar ve anlaşılır ki bu râvi, o şeyhe hiçbir zaman mülâki olmamıştır. Diğer taraftan, şeyhten rivayet ettiği hadîs de ancak bu râvi vasıtasıyle bilinir; yâni başka hiç kimse, o şeyhten böyle bir hadîs rivayet etmemiştir. Bu hususlar gözönünde bulundurularak o hadîsin mevzu olduğuna hükmedilir. 2. Râvide Bulunan Karineler Rivayet olunan bir hadîsin, zamanla, mekânla ve çevredeki olaylarla ilgisi veya o hadîsi nakleden râvinin, zaman, mekân ve olaylara karşı özel bir ilgi göstermesi, hadîsin hemen o anda uydurulduğuna delâlet eder. Eğer hadîsin o râviden başka râvisi yoksa ve hiçbir yönden bilinmiyorsa, onun mevzu olduğuna hükmedilir. Râvinin halinden karîne ile mevzu olduğuna, hükmedilen böyle bir haber, el-Me'mûn îbn Ahmed ile ilgilidir. Bu şahsın önünde el-Hasanu'1-Basrî'nin Ebû Hureyre'den hadîs işitip işitmediği meselesi ortaya atılıp münakaşa edilince, el-Me'mûn, bir isnadla hemen şu hadîsi nakledivermiştir. Râvinin herhangi bir mezhebe taassub derecesindeki bağlılığı da, mez-heble ilgili olarak rivayet ettiği hadîslerde vaz'a delâlet eden karinelerden sayılır. Meselâ bir râfızînin Ehl-i Beytin faziletleri hakkındaki rivayeti bu cümledendir. Yukarıda adı geçen Me'mûn İbn Ahmed'in yanında eş-Şâfi'î'den bahsedilir; Me'mûn isnadı ile hemen şu hadîsi ileri sürer: "Ümmetim içinden Muhammed İbn İdrîs (eş-Şâfi'î) adında bir adam çıkacak; bu adam, ümmetime iblisten daha zararlı olacak. Yine ümmetim içinden Ebû Hanîfe adında bir adam çıkacak; bu ise, ümmetimin ışığı olacak, ümmetimin ışığı olacak. Başka bir misal, Seyf İbn Ömer tarafından Sa'd İbn Tariften nakledilen şu haberdir: Seyf der ki: "Sa'd İbn Tarifin yanında idim. Bu sırada oğlu ağlayarak okuldan geldi. Onun hocası tarafından dövüldüğünü öğrenince, hemen Ikrime'den ibn Abbâs tarîkıyle şu haberi zikretti: Sizin en şeririniz, çocuklarınızın muallimleridir. Bunlar, yetimlere en az rahmeti, kimsesizlere en sert olan kimselerdir"'. 3. Hadîste Bulunan Karineler Bir hadîsin mevzu olduğu, bazen de mervînin, yâni rivayet olunan hadîsin metninden anlaşılır. Vaz'a delâlet eden ve hadîsin metninde görülen karinelerin başında, tevîli mümkün olmayacak şekilde akla aykırı olması, Kitab (Kur'ân)'ın , yahut tevatür yolu ile sabit olmuş sünnetin, yahutta kesinleşmiş icmâ'm delâlet ettiği hükme aykırı bir hüküm getirmesi bulunur. Bazen çok mühim bir olayı veya bir hükmü ifade etmesi dolayısıyle, tevâtüren sübût bulması, yahut hiç olmazsa kalabalık bir cemaat tarafından nakledilmesi gerekirken yalnız bir kişi tarafından nakledilmesi; gayet küçük bir fiil için çok şiddetli bir va'îd (azâb ile korkutma), yahut yine önemsiz bir iş için büyük va'd (müjde) getirmesi de vaz'a delâlet eden karinelerdendir. Akla aykırı olarak gelen mevzû'a misal, İbnu'l-Cevzî'nin Abdurrahman îbn Zeyd İbn Eşlem tarîkıyle babasından naklettiği şu iki hadîs gösterilebilir: "Nuh'un gemisi Beyt'i yedi defa tavaf etmiş, iki rek'at da namaz kılmıştır. "Yâ Rasülallah! Rabbımız neyden yaratıldı? diye sorulunca, o da şöyle demiştir. Akıp giden sudan. Ne gökten nede yerden. Allah atı yaratmış, sonra koşturmuş; at terlemiş; bundan da kendisini yaratmıştır" |
Konuyu Toplam 1 Kişi okuyor. (0 Üye ve 1 Misafir) | |
Benzer Konular | ||||
Konu Başlıkları | Konuyu Başlatan | Medineweb Ana Kategoriler | Cevaplar | Son Mesajlar |
Anne-babaların dikkat etmesi gereken başlıca noktalar. | AlimOğlu | Çocuk Ve Gençlik Eğitimi | 7 | 29 Mart 2016 02:21 |
Kadınlardaki saç dökülmelerinin başlıca sebepleri | Arasat | Kadın Bakım-Güzellik | 1 | 24 Ocak 2014 01:41 |
Kur'an'a göre kinin başlıca kaynağı | MusabBinumeyr | Kur'ân-ı Kerim Genel | 0 | 11 Eylül 2011 01:11 |
Guslün başlıca sünnetleri şunlardır | MERVE DEMİR | Namaz-Abdest-Teyemmüm | 0 | 10 Nisan 2009 08:16 |
gerçek dinin esasları ve başlıca dinler.. | TÜRKcan | İslam/Dinler/Mezhepler | 4 | 14 Ağustos 2008 14:31 |
.::.Bir Ayet-Kerime .::. | .::.Bir Hadis-i Şerif .::. | .::.Bir Vecize .::. |
|