Medineweb Forum/Huzur Adresi

Go Back   Medineweb Forum/Huzur Adresi > ..::.MEDİNEWEB FORUM DİNİ KONULAR.::. > Muhtelif Dini Konular > Tasavvuf-Tarikat

Konu Kimliği: Konu Sahibi Medine-web,Açılış Tarihi:  12 Temmuz 2007 (22:56), Konuya Son Cevap : 13 Ocak 2013 (18:09). Konuya 68 Mesaj yazıldı

Yeni Konu aç  Cevapla
 
LinkBack Seçenekler Değerlendirme
Alt 26 Ocak 2008, 17:53   Mesaj No:21
Medineweb Paylaşımcı Üyesi
Avatar Otomotik
Durumu:maşuk isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 523
Üyelik T.: 04 Kasım 2007
Arkadaşları:0
Cinsiyet:
Yaş:35
Mesaj: 394
Konular: 1
Beğenildi:2
Beğendi:0
Takdirleri:10
Takdir Et:
Standart (CIK !!.)Tasavvufla Tarikat Aynı şey değildir.

1. Tasavvuf Güzel Ahlâk ve Edeptir
وَإِنَّكَ لَعَلى خُلُقٍ عَظِيمٍ
Şüphesiz ki Sen, yüce bir ahlâk üzeresin[/B]" (el-Kalem, 4)" Andolsun ki, sizin için; Allâh'a ve
âhiret gününe kavuşacağını uman ve Allâh'ı çok zikreden (mümin)' ler için Rasûlullâh'ta en mükemmel bir örnek ( üsve -ihasene ) vardır." (el- Ahzâb 21)Edeb bir tâc imiş nûr-i Hudâ'dan
Giy o tâcı emîn ol her belâdan
Bu itibarla evvelce tekke ve dergâhların yegâne îkaz levhalarından birisi de
اَدَبْ ياَ هه
Edeb yâ Hû!..) idi. 2. Tasavvuf, Nefs Tezkiyesi ve Kalb TasfiyesidirسَلِيمٍO gün ne mal fayda verir, ne de evlâd . Ancak Allâh'a kalb -i selîm (tertemiz bir kalb ) ile gelenler müstesnâ." (eş- Şuarâ , 88-89)
... Nefse ve ona birtakım kâbiliyetler verip de iyilik ve kötülüklerini ilhâm edene yemin ederim ki, nefsini kötülüklerden arındıran (tezkiye eden) kurtuluşa ermiş, onu kötülüklere gömen de ziyân etmiştir." (eş-Şems, 7-10)
"...Allâh'ı zikretmek husûsunda kalbleri katılaşmış olanlara yazıklar olsun!İşte bunlar apaçık bir sapıklık içindedirler](ez- Zümer , 22)
3. Tasavvuf,
Sulhü Olmayan Mânevî Bir Cenktir[/B]
"... Sana yakîn (ölüm) gelinceye kadar Rabbine kulluğa devâm et!"(el- Hicr , 99)
Cenâb -ı Hak, nefsin hîle ve desîselerine kapı aralayan"gaflet"e karşı dâimî bir teyakkuz hâlinde bulunup bu minvâl üzere kulluğa devâm edilmesini şöyle emretmiştir:
وَاذْكُر رَّبَّكَ فِي نَفْسِكَ تَضَرُّعاً وَخِيفَةً
وَدُونَ الْجَهْرِ مِنَ الْقَوْلِ بِالْغُدُوِّ وَالآصَالِ وَلاَ تَكُن مِّنَ الْغَافِلِينَ
]"Kendi kendine, yalvararak ve ürpererek, yüksek olmayan bir sesle sabah-akşam Rabbini zikret! Gâfillerden olma! (el-A'raf, 205).........4.Tasavvuf İhlâstır
Tasavvuf, Allâh'a karşı samîmiyettir. Amelleri sırf rızâ- yı ilâhîyi kastederek îfâ etmek ve onlar üzerine başka gâyelerin gölgesini düşürmemek, dînî ıstılahta " ihlâs " kelimesiyle ifâde olunur. Cenâb -ı Hakk'ın rızâsından gayrı bütün emelleri
kalbden temizlemek, müslümanın memur bulunduğu büyük bir fazîlettir.(Ey Rasûlüm !) Şüphesiz ki Kitâb'ı
sana hak olarak indirdik. O hâlde sen de dîni sadece Allâh'a has kılarak ( ihlâs ile) kulluk et!.." (ez- Zümer , 2)
"De ki: Ben, dîni Allâh'a has kılarak ( ihlâslı bir şekilde) O'na kulluk etmekle emrolundum ." (ez- Zümer , 11)فَلَمْ تَقْتُلُوهُمْ وَلَـكِنَّ اللّهَ قَتَلَهُمْ وَمَا رَمَيْتَ إِذْ رَمَيْتَ وَلَـكِنَّ اللّهَ "(Savaşta) onları siz öldürmediniz, fakat Allâh öldürdü. Attığın zaman da sen atmadın, lâkin Allâh attı..." (el-
Enfâl , 17) . Tasavvuf İstikâmettir

فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ وَمَن تَابَ مَعَكَ وَلاَ تَطْغَوْا"Ey Habîbim ! Beraberindeki tevbe eden (mümin)' lerle birlikte, emrolunduğun gibi istikâmet üzere olun ve aşırı gitmeyin!.." ( Hûd , 112)

قُلْ إِن كُنتُمْ تُحِبُّونَ اللّهَ
فَاتَّبِعُونِي يُحْبِبْكُمُ اللّهُ وَيَغْفِرْ لَكُمْ ذُنُوبَكُمْ وَاللّهُ غَفُورٌ رَّحِيمٌ "(
Rasûlüm !) De ki: Eğer Allâh'ı seviyorsanız, bana uyunuz ki, Allâh da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.Allâh Ğafûrdur ,Rahîmdir." (Âl-i İmrân , 31)
[B]"De ki: Allâh'a itaat edin; Peygamber'e de itaat edin... Eğer ona itaat ederseniz, doğru yolu bulmuş (hidâyete ermiş) olursunuz."(en-Nûr, 54) "Kim Allâh'a ve Rasûlüne itaat ederse işte onlar, Allâh'ın kendilerine lutuflarda bulunduğu peygamberler, sıddîklar , şehidler ve sâlihlerle beraberdir. Bunlar ne güzel arkadaştır!" (en-Nisâ, 69) buyurulmuştur .
Allâh'a inandım de! Ondan sonra da istikamet üzere dosdoğru ol."

(Müslim, Îmân, 62)
buyurarak dîni hülâsâ etmiştir.
Bu can tende durdukça, Kur'ân'ın bendesiyim ve Muhammedü'l -Muhtâr'ın yolunun toprağı, ayağının tozuyum. [/SIZE][SIZE=2]Eğer biri benim sözlerimden, bundan başka bir şey naklederse, naklettiği sözden de, kendisinden de bîzârım."
"Kim Peygamber - sallâllâhu aleyhi ve sellem -'in sofrasından başka bir sofraya giderse, bil ki şeytan onunla bir kaptan yemek yer.
Zîrâ, o irfan sofrasından başka bir sofra seçen kişinin boğazını kemik yırtar ve deler."

"Tasavvuf, (gönül mumunun) ışığını, ilâhî nurlarla tutuşturmaktır. Çünkü tasavvuf aşk ateşi ile tutuşmaya derler."

Tasavvufta şerâit nâme-i hestîyi dürmektir
Tasavvuf ehl-i şer' u ehl-i îmân olmağa derler

"Tasavvufta esas olan, varlık kitabını dürmek, benlikten sıyrılmaktır. Asıl tasavvuf, şeriat ehli ve hakîkî îmân sahibi olmaktır."

Tasavvuf ârif olmaktır hakîmen âdetullâha
Tasavvuf cümle ehl-i derde dermân olmağa derler

"Tasavvuf, ilâhî sır, tecellî ve irâdenin hikmetlerini bilmektir; ârifliktir. Yine tasavvuf, bütün dert sahiplerine derman olmaktır."

Tasavvuf ten tılısmın ism miftâhıyla açmaktır
Tasavvuf bu imâret külli vîrân olmağa derle

"Tasavvuf, bu beden tılsımını isim anahtarı (Allâh ismi) ile çözmektir. Yine tasavvuf, bu fânî imâreti tamamen yok etmektir."

Tasavvuf sûfî kâli hâle tebdil eylemektir bil
Dahî her söz ki söyler âb-ı hayvân olmağa derler

"Bilesin ki tasavvuf, sûfînin sözünü (ve bilgisini) hâle dönüştürmektir. Bu, bir bakıma onun her sözünün bir âb-ı hayât (ölümsüzlük iksiri) olmasıdır."

Tasavvuf ilm-i ta'bîrât u te'vîlâtı bilmektir
Tasavvuf can evinde sırr-ı Sübhân olmağa derler
"Tasavvuf, büyük bir derinlik kazanarak tâbîr ve te'vîl ilimlerine vâkıf olmak ve böylece insan, kâinât, Kur'ân ve sünnetteki ilâhî sırları idrâk etmektir. Yine tasavvuf, can evinde Allâh'ın bir sırrı olabilmektir."
Tasavvuf hayret-i kübrâda mest ü vâlih olmaktır
Tasavvuf Hakk'ın esrârında hayrân olmağa derler
"Tasavvuf, Hakk'ın azamet, kudret ve güzelliği karşısında büyük bir hayret ve dehşet içinde olarak hem sarhoş hem de uyanık olmaktır. Çünkü tasavvuf, Hakk'ın sonsuz sırlarına hayranlıktır."
Tasavvuf kalb evinden mâsivâllâhı gidermektir
Tasavvuf kalb-i mümin arş-ı Rahmân olmağa derler
"Tasavvuf, gönül sarayından Allâh'tan başka her şeyi çıkarmaktır. Çünkü tasavvuf, mümin bir kalbin Allâh'ın arşı olması demektir."
Tasavvuf her nefeste şarka vü garba erişmektir
Tasavvuf bu kamu halka nigehbân olmağa derler
"Tasavvuf, her nefeste doğuya ve batıya erişmek, yâni oralardaki ehl-i îmânı düşünmek, onların sevinç ve kederlerine ortak olmak; ihtiyaç sahiplerine hizmet etmektir. Yine tasavvuf, bütün halkı görüp gözetmeye çalışmaktır."
Tasavvuf cümle zerrât-ı cihanda Hakk'ı görmektir
Tasavvuf gün gibi kevne nümâyân olmağa derler
"Tasavvuf, cihanın bütün zerrelerinde Hakk'ı müşâhede etmektir. Böylece tasavvuf, âlemlere güneş gibi olmaktır."
Tasavvuf anlamaktır yetmiş iki milletin dilin
Tasavvuf âlem-i akla Süleymân olmağa derler
"Tasavvuf, yetmiş iki milletin dilini bilmek, yâni herkesin hâlinden anlamaktır. Tasavvuf, akıl âlemine Süleyman olmaktır."
Tasavvuf urvetü'l-vüskâ yükün can ile çekmektir
Tasavvuf mazhar-ı âyât-ı gufrân olmağa derler
"Tasavvuf, Hakk'ın insana yüklediği ilâhî emânet olan Kur'ân-ı Kerîm ve onun getirdiği mes'ûliyeti canla başla taşımaktır. Tasavvuf, ilâhî mağfireti müjdeleyen âyetlerin mazharı olmaya derler."
Tasavvuf ism-i âzamla tasarruftur bütün kevne
Tasavvuf câmi-i ahkâm-ı Kur'ân olmağa derler
"Tasavvuf, bütün kâinâta "İsm-i a'zam"la tasarruf etmektir. Yine tasavvuf, Kur'ân hükümlerini gönülde cem etmek, yâni canlı bir Kur'ân olabilmektir."
Tasavvuf her nazarda zât-ı Hakk'a nâzır olmaktır
Tasavvuf sûfîye her müşkil âsân olmağa derler
"Tasavvuf, her bakışta Cenâb-ı Hakk'a yönelmektir. Yine tasavvuf, sûfîye, bütün zorlukların kolaylaşmasıdır."
Tasavvuf ilm-i Hakk'a sînesini mahzen etmektir
Tasavvuf sûfî bir katreyken ummân olmağa derler
"Tasavvuf, gönlünü Hakk'ın ilmine mekân etmek, yâni ledünnî ilme sahip olmaktır. Böylece tasavvuf, bir damla hükmünde iken sûfînin engin bir derya hâline gelmesidir."
Tasavvuf külli yakmaktır vücûdun nâr-ı "lâ" ile
Tasavvuf nûr-i "illâ" ile insân olmağa derler
"Tasavvuf, Hakk'ın varlığı karşısında bütün mevcudâtın "lâ / yok" ateşiyle yanıp kül olmasıdır. Tasavvuf, "illâ" nûruyla, yâni temizlenmiş bir gönülle Allâh'ı tevhîd ederek insan-ı kâmil olmaktır."
Tasavvuf "kul kefâ billâh" ile dâvet-dürür halkı
Tasavvuf "irciî" lafzıyla mestân olmağa derler
"Tasavvuf, "De ki: Allâh sana yeter!" (er-Ra'd, 43) âyetiyle insanları Hak yoluna davet etmektir. Yine tasavvuf, "Rabbine dön!" (el-Fecr, 28) lafzının zevkiyle kendinden geçmektir."
Tasavvuf günde bin kerre ölüp yine dirilmektir
Tasavvuf cümle âlem cismine can olmağa derle
"Tasavvuf, her gün ölmeden evvel ölmek sırrını binlerce kez yaşamak ve kalben diri kalmaktır. Bundan sonra tasavvuf, bütün âlemin cismine can olabilmek, yâni diğer gönülleri de ihyâ edebilmektir."
Tasavvuf zât-ı insan zât-ı Hak'da fâni olmaktır
Tasavvuf kurb-ı "ev ednâ"da pinhân olmağa derler
"Tasavvuf, insanın kendi varlığını, Hakk'ın varlığında yok etmesidir. Böylece tasavvuf, mîrac vuslatında tecellî eden ve âyet-i kerîmede "iki yaydan daha yakın" (en-Necm, 9) şeklinde ifâde buyurulan bir yakınlık içerisinde bile kendini gizleyebilmektir."
Tasavvuf cânı cânâna verip âzâde olmaktır
Tasavvuf cân-ı cânân cân-ı cânân olmağa derler
"Tasavvuf, canı sevgiliye verip her türlü fânî esaretten kurtulmaktır. Bu bakımdan tasavvuf, sevgilinin canı, evet sevgilinin canı olabilmek, yâni onun tarafından da sevilmektir."
Tasavvuf bende olmaktır hakîkat hak ey İbrahim
Tasavvuf şer'-i Ahmed dilde burhân olmağa derle
"Ey İbrahim! Tasavvuf, aslında Allâh Teâlâ'ya kul-köle olmaktır. Bunun için tasavvuf, Hazret-i Ahmed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in yolunu ve düstûrlarını gönülde bir delil (rehber) eylemektir."
6. Tasavvuf, Rızâ ve Teslîmiyettir
Teslîmiyet; boyun eğmek, itaat etmek, teslim olmak ve itirazsız kabul etmek demektir. İslâm kelimesi de aynı köktendir. Tasavvuf kulun, ilâhî istikâmet üzere yaşayabilmesi ve her nefeste Rabbine daha ziyâde yaklaşabilmesi için, Hakk'a rızâ ve teslîmiyet duygusunu gönüllere yerleştirir.
Çünkü şu fânî âlemi kuşatan binbir elem, keder ve çilelerin tesiri ve nefsânî aldanışların kesâfeti, ancak Hakk'a rızâ ve teslîmiyet netîcesinde azalmaya başlar. Yâni rızâ ve teslîmiyetin berekâtı ile ızdıraplar âdetâ hissedilmez hâle gelir. Hattâ iptilâlar bile Rabbin bir iltifâtı şeklinde telakkî olunarak sürûra döner.
Teslîmiyet, kader tecellîlerini engin bir rızâ ile karşılamak, tedbirden sonra mukadderâtı kabullenmek ve tahakkuk edecek netîceye gönül hoşluğu içinde boyun eğmektir. Bu teslîmiyetin en güzel misâli, Allâh'ın emrine imtisâlen ciğerpâresini kurban etmeye götüren İbrahim -aleyhisselâm- ile boynunu ilâhî takdîre seve seve uzatan İsmail -aleyhisselâm-'da tecellî etmiştir. Kur'ân-ı Kerîm bu iki Peygamberin teslîmiyetini bütün insanlığa misâl olarak göstermiş ve onlar hakkında:
"Her ikisi de Allâh'ın emrine teslim olmuşlardı..."(es-Saffât, 103) buyurmuştur. Onların bu teslîmiyetleri, başlı başına bir ibâdetin rükünlerini teşkil etme şeklindeki ilâhî iltifâta nâil olmuştur. Hac ibâdeti, kıyamete kadar gelecek ümmete, her ân teslîmiyeti tebliğ eden bir lisândır.
Emir ve nehiylerde Hakk'a teslim olmak; ilâhî takdire, meşakkat ve imtihanlara sabır ve tevekkülle rızâ göstermek gerekir. Zîrâ kemâlin anahtarı iptilâlardır.
Şakîk-ı Belhî:
"Sıkıntının mükâfâtını bilen, ondan kurtulmaya heves etmez." buyurmuştur. Bu nükteye âgâh olan Allâh dostları, gam ve sürûra aynı gözle bakmışlar; aşırı sürûr ile aşırı ızdırab gibi nefse tuzak olan uç noktalara sürüklenmeyip rızâ ve teslîmiyet makamında terakkî etmişlerdir.
Teslîmiyetin bir yönü de "aşk" ve "ilâhî muhabbet"tir. Zîrâ sevenler sevdiklerinden gelen her şeyi hoş karşılayarak sevgilerindeki samîmiyeti izhâr ve isbât etme gayreti içinde olurlar.
Ebû Ali Ruzbârî, muhtemelen bu düşünceden hareketle tasavvufu:
"Kovulsa bile, kişinin sevgilinin kapısında diz çöküp sadâkat ve teslîmiyetle beklemesidir." diye târif etmiştir.
Gönlü aşk ile dolu olan kul, Rabbinden gelen her şeyi, muhabbeti nisbetinde kucaklar. İbrahim -aleyhisselâm-'ın Allâh'a olan teslîmiyet ve aşkının tecellîsi, dünya ateşini bir anda gül bahçesine çevirmişti. Yâkûb -aleyhisselâm-'ın ilâhî takdîr karşısındaki rızâ ve teslîmiyeti, yavrusu Yusuf'un hasret acısını:
"Bana sabr-ı cemîl düşer." (Yûsuf, 18) diyerek bastırmaya muvaffak kılmıştı.
Tasavvuf ehli, peygamberlerin yolu olan Hakk'a teslîmiyeti, hayatlarının mihveri kılmışlardır. Zîrâ Râbiatü'l-Adeviyye -kuddise sirruhâ-'nın da dediği gibi:
"Seven sevdiğine itaat eder."
Yâni teslîmiyet, sevgiye dayanan gönüllü bir itaat işidir.
Ashâb-ı kirâm da Peygamberimize olan sevgi, bağlılık ve itaatleri nisbetinde tekâmül etmişlerdir. Sevgi ve teslîmiyet ile itirazsız boyun eğmeleri sâyesinde bütün ümmete nümûne yıldızlar olmuşlardır.
Tasavvufun târifleriyle ilgili olarak bu anlatılanlardan ilhâmla şunları söyleyebiliriz:
Tasavvuf, maddî-mânevî kirlerden arınıp, güzel ahlâk ve vasıfları kazanarak, dîni, özüne uygun bir keyfiyette yaşayabilme gayretidir. Böylece, sırf aklın çözmeye kâfî gelmediği maddî veya mânevî hadiselerdeki sırrî oluşlar ve yüce muammâları kuşatıcı bir görüş olgunluğuna ulaşmaktır. Gönlün, sonsuz rûhânî hazlara duyduğu meclûbiyetin önünde âdetâ bir ayak bağı olan nefs engelini aşabilmeye çalışmaktır. Rûhun hapsedilmiş olduğu bedenin nefsânî temâyüllerini aşarak bütün hâdiselerin özündeki mücerred hakîkatleri, idrâklerin hudûdundaki perdenin de arkasında cereyân eden ibret ve hikmet safhalarını, ârifâne bir üslûb ile temâşâ edebilmeyi sağlayan birtakım hâller ve bilgilerin ilmidir.
Bu tasavvuf tarifleri mevzuunda neticeyi, Aksaray Olanlar Dergâhı Şeyhi İbrahim Efendi'nin meşhur "tasavvuf manzûmesi"ne bırakalım:
Bidâyette tasavvuf sûfî bî-cân olmağa derler
Nihâyette gönül tahtında sultân olmağa derler
"Tasavvufun başlangıcı, maddî varlığından sıyrılan ve kendinde bir varlık görmeyen, kısaca irâdesini Hakk'a teslim etmiş bir sûfî olabilmektir. Sonu ise, bütün ilâhî güzellikleri kazanarak gönül tahtının sultânı olmaktır."
Tarîkatte ibârettir tasavvuf mahv-ı sûretten
Hakîkatte sarây-ı sırda mihmân olmağa derler
"Tarîkatte tasavvuf; sûretin mahvından ibârettir. Yâni beşerî zaaflardan kurtulmaktır. Hakîkat olarak ise, ilâhî sır sarayının misafiri olmaktır."
Bu âb u kil libâsından tasavvuf ârî olmaktır
Tasavvuf cism-i sâfî nûr-i Yezdân olmağa derler

"Tasavvuf, toprak ve sudan ibaret fânî elbiselerden/kafeslerden kurtulmaktır. Böylece tertemiz bir varlık olarak Allâh Teâlâ'nın nûru hâline gelebilmektir."
Tasavvuf lem'ayı envâr-ı mutlaktan uyarmaktır
Tasavvuf âteş-i aşk ile sûzân olmağa derler.Tasavvuf, (gönül mumunun) ışığını, ilâhî nurlarla tutuşturmaktır. Çünkü tasavvuf aşk ateşi ile tutuşmaya derler."
Tasavvufta şerâit nâme-i hestîyi dürmektir
Tasavvuf ehl-i şer' u ehl-i îmân olmağa derler
"Tasavvufta esas olan, varlık kitabını dürmek, benlikten sıyrılmaktır. Asıl tasavvuf, şeriat ehli ve hakîkî îmân sahibi olmaktır."
Tasavvuf ârif olmaktır hakîmen âdetullâha
Tasavvuf cümle ehl-i derde dermân olmağa derler
"Tasavvuf, ilâhî sır, tecellî ve irâdenin hikmetlerini bilmektir; ârifliktir. Yine tasavvuf, bütün dert sahiplerine derman olmaktır."
Tasavvuf ten tılısmın ism miftâhıyla açmaktır
Tasavvuf bu imâret külli vîrân olmağa derler
"Tasavvuf, bu beden tılsımını isim anahtarı (Allâh ismi) ile çözmektir. Yine tasavvuf, bu fânî imâreti tamamen yok etmektir."
Tasavvuf sûfî kâli hâle tebdil eylemektir bil
Dahî her söz ki söyler âb-ı hayvân olmağa derler
"Bilesin ki tasavvuf, sûfînin sözünü (ve bilgisini) hâle dönüştürmektir. Bu, bir bakıma onun her sözünün bir âb-ı hayât (ölümsüzlük iksiri) olmasıdır."
Tasavvuf ilm-i ta'bîrât u te'vîlâtı bilmektir
Tasavvuf can evinde sırr-ı Sübhân olmağa derler
"Tasavvuf, büyük bir derinlik kazanarak tâbîr ve te'vîl ilimlerine vâkıf olmak ve böylece insan, kâinât, Kur'ân ve sünnetteki ilâhî sırları idrâk etmektir. Yine tasavvuf, can evinde Allâh'ın bir sırrı olabilmektir."
Tasavvuf hayret-i kübrâda mest ü vâlih olmaktır
Tasavvuf Hakk'ın esrârında hayrân olmağa derler
"Tasavvuf, Hakk'ın azamet, kudret ve güzelliği karşısında büyük bir hayret ve dehşet içinde olarak hem sarhoş hem de uyanık olmaktır. Çünkü tasavvuf, Hakk'ın sonsuz sırlarına hayranlıktır."
Tasavvuf kalb evinden mâsivâllâhı gidermektir
Tasavvuf kalb-i mümin arş-ı Rahmân olmağa derler
"Tasavvuf, gönül sarayından Allâh'tan başka her şeyi çıkarmaktır. Çünkü tasavvuf, mümin bir kalbin Allâh'ın arşı olması demektir."
tasavvuf her nefeste şarka vü garba erişmektir
Tasavvuf bu kamu halka nigehbân olmağa derler
"Tasavvuf, her nefeste doğuya ve batıya erişmek, yâni oralardaki ehl-i îmânı düşünmek, onların sevinç ve kederlerine ortak olmak; ihtiyaç sahiplerine hizmet etmektir. Yine tasavvuf, bütün halkı görüp gözetmeye çalışmaktır."
Tasavvuf cümle zerrât-ı cihanda Hakk'ı görmektir
Tasavvuf gün gibi kevne nümâyân olmağa derler
"Tasavvuf, cihanın bütün zerrelerinde Hakk'ı müşâhede etmektir. Böylece tasavvuf, âlemlere güneş gibi olmaktır."
Tasavvuf anlamaktır yetmiş iki milletin dilin
Tasavvuf âlem-i akla Süleymân olmağa derler
"Tasavvuf, yetmiş iki milletin dilini bilmek, yâni herkesin hâlinden anlamaktır. Tasavvuf, akıl âlemine Süleyman olmaktır."
Tasavvuf urvetü'l-vüskâ yükün can ile çekmektir
Tasavvuf mazhar-ı âyât-ı gufrân olmağa derler
"Tasavvuf, Hakk'ın insana yüklediği ilâhî emânet olan Kur'ân-ı Kerîm ve onun getirdiği mes'ûliyeti canla başla taşımaktır. Tasavvuf, ilâhî mağfireti müjdeleyen âyetlerin mazharı olmaya derler."
Tasavvuf ism-i âzamla tasarruftur bütün kevne
Tasavvuf câmi-i ahkâm-ı Kur'ân olmağa derler
"Tasavvuf, bütün kâinâta "İsm-i a'zam"la tasarruf etmektir. Yine tasavvuf, Kur'ân hükümlerini gönülde cem etmek, yâni canlı bir Kur'ân olabilmektir."
Tasavvuf her nazarda zât-ı Hakk'a nâzır olmaktır
Tasavvuf sûfîye her müşkil âsân olmağa derler
"Tasavvuf, her bakışta Cenâb-ı Hakk'a yönelmektir. Yine tasavvuf, sûfîye, bütün zorlukların kolaylaşmasıdır."
Tasavvuf ilm-i Hakk'a sînesini mahzen etmektir
Tasavvuf sûfî bir katreyken ummân olmağa derler
"Tasavvuf, gönlünü Hakk'ın ilmine mekân etmek, yâni ledünnî ilme sahip olmaktır. Böylece tasavvuf, bir damla hükmünde iken sûfînin engin bir derya hâline gelmesidir."
Tasavvuf külli yakmaktır vücûdun nâr-ı "lâ" ile
Tasavvuf nûr-i "illâ" ile insân olmağa derler
"Tasavvuf, Hakk'ın varlığı karşısında bütün mevcudâtın "lâ / yok" ateşiyle yanıp kül olmasıdır. Tasavvuf, "illâ" nûruyla, yâni temizlenmiş bir gönülle Allâh'ı tevhîd ederek insan-ı kâmil olmaktır."
Tasavvuf "kul kefâ billâh" ile dâvet-dürür halkı
Tasavvuf "irciî" lafzıyla mestân olmağa derler
"Tasavvuf, "De ki: Allâh sana yeter!" (er-Ra'd, 43) âyetiyle insanları Hak yoluna davet etmektir. Yine tasavvuf, "Rabbine dön!" (el-Fecr, 28) lafzının zevkiyle kendinden geçmektir."
Tasavvuf günde bin kerre ölüp yine dirilmektir
Tasavvuf cümle âlem cismine can olmağa derler
"Tasavvuf, her gün ölmeden evvel ölmek sırrını binlerce kez yaşamak ve kalben diri kalmaktır. Bundan sonra tasavvuf, bütün âlemin cismine can olabilmek, yâni diğer gönülleri de ihyâ edebilmektir."
Tasavvuf zât-ı insan zât-ı Hak'da fâni olmaktır
Tasavvuf kurb-ı "ev ednâ"da pinhân olmağa derler
"Tasavvuf, insanın kendi varlığını, Hakk'ın varlığında yok etmesidir. Böylece tasavvuf, mîrac vuslatında tecellî eden ve âyet-i kerîmede "iki yaydan daha yakın" (en-Necm, 9)şeklinde ifâde buyurulan bir yakınlık içerisinde bile kendini gizleyebilmektir."
Tasavvuf cânı cânâna verip âzâde olmaktır
Tasavvuf cân-ı cânân cân-ı cânân olmağa derler
"Tasavvuf, canı sevgiliye verip her türlü fânî esaretten kurtulmaktır. Bu bakımdan tasavvuf, sevgilinin canı, evet sevgilinin canı olabilmek, yâni onun tarafından da sevilmektir."
Tasavvuf bende olmaktır hakîkat hak ey İbrahim
Tasavvuf şer'-i Ahmed dilde burhân olmağa derle
"Ey İbrahim! Tasavvuf, aslında Allâh Teâlâ'ya kul-köle olmaktır. Bunun için tasavvuf, Hazret-i Ahmed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in yolunu ve düstûrlarını gönülde bir delil (rehber) eylemektir[
Alıntı ile Cevapla
Alt 26 Ocak 2008, 18:02   Mesaj No:22
Medineweb Paylaşımcı Üyesi
Avatar Otomotik
Durumu:maşuk isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 523
Üyelik T.: 04 Kasım 2007
Arkadaşları:0
Cinsiyet:
Yaş:35
Mesaj: 394
Konular: 1
Beğenildi:2
Beğendi:0
Takdirleri:10
Takdir Et:
Standart Tasavvufi Terbiyye(seyri süluk)

[CENTER][B]
[CENTER]İnsanlar istîdâd ve iktidarları itibâriyle muhtelif seviyelerde yaratılmışlardır. Tasavvuftaki eğitim, sâlikin kalbî istîdâd ve iktidârı ile mîzâcına göredir. Mîzaç ise büsbütün değiştirilemeyeceğinden, ilâhî emirlerle terbiye edilip yönlendirilebildiği ölçüde arzu edilen olgunluk hâsıl olur. Şeriatin, umûma mahsûs ve herkes için aynı olan kâideler koymasına mukâbil, tasavvufta sâlike, tıpkı numaralı gözlükler gibi ferdden ferde değişen terbiyevî metodların kullanılması yolu tervîc edilmiştir. Bu ikisi arasında bir tezâd ve aykırılık olduğu zannı yanlıştır. Zîrâ, tasavvuf-şeriat münâsebeti, meşhur misâli ile bir pergele benzetilegelmiştir. Pergelin sâbit ayağı şeriat, müteharrik ayağı tasavvuftur. Bu iki ayak arasındaki açıklık ise, muhâtabın mîzaç ve istîdâdına göre azaltılıp çoğaltılabilir.
Diğer taraftan tasavvufun bu hassas ölçüleri, Allâh'ın emir ve nehiylerine riâyeti ikmâl etmiş insanlar için mevzubahistir. Bu sebeple gerçek mutasavvıflar, zâhirî âlemlerini düzeltmiş ve iç âlemlerini terbiyeye yönelmiş kimselerdir. Zâhirdeki kemâlâtı, bir de bâtınî inkişâf ile taçlandırmanın gayreti içindedirler. Zîrâ, zâhirin ıslâh ve ikmâli mühimse de aslolan iç âlem, yâni kalbdir. Çünkü fiillere vücûd veren irâde ise de, irâdeyi yönlendirenin de ekseriya hisler olduğu hatırdan uzak tutulmamalıdır. Hislerin mahalli ise kalbdir.
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in mânevî terbiyede tâkib ettiği hassas düstûrlardan biri, muhâtabını itâb etmemek, hattâ kusûru kendisine hamlederek îkâzda bulunmaktır. Pek çok vesîleyle "Bana ne oluyor ki sizleri böyle görüyorum." şeklinde vâkî olan kavilleri, bunun tezâhürünün tipik bir misâlidir. Bu kalbî rikkat ve hassâsiyet ölçülerine tâbî olan gönül ehli de, muâhezeyi nefsine, müsâmahayı ise başkalarına tevcîh etmeyi şiâr edinmişlerdir. Onlar, zâhirden ziyâde kalb temizliği ve dolayısıyla kalb terbiyesiyle meşgul oldukları için, günahkâra dahî merhamet ve müsâmaha ile yaklaşırlar. Zîrâ onlar, günahkârı değil, günâhı bertarâf etmenin derdindedirler. Bu sebeple, insanın menfî hâllerini düzeltmeden önce, sohbetin feyz ve bereketiyle kalblerini yumuşatarak ıslâha hazır hâle getirirler. Nefislerdeki öfke ve gazap fırtınalarını dindirerek nedâmetin tatlı meltemlerinin vücûd bulmasına zemîn hazırlarlar.
Yusuf -aleyhisselâm-'ın Mısır azîzi olduktan sonra, vaktiyle kendisini öldürmeye kastedip kuyuya atan kardeşlerinin yardım taleplerini reddetmemesi ve kendisini gizleyerek onlara îzâz, ikrâm ve ihsânlarda bulunması da kalbî terbiyede kâbına varılamaz bir inceliktir. Hâlbuki o an, elindeki güç ve saltanat ile kardeşlerinden pekâlâ intikâm alabilirdi. Fakat o, kusurları başa kakmak sûretiyle gönül yıkmanın değil, kötülüğe bile iyilikle mukâbele edebilmenin, ayıp ve hatâları setretmenin, şahsına yapılanları Hakk'ın rızâsı uğruna unutuvermenin eşsiz fazîletine nâil olmuş bir hidâyet rehberiydi. Âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak, Yûsuf -aleyhisselâm-'ın kardeşlerine olan bu hüsn-i mukâbelesini şöyle beyân eder:

[CENTER][SIZE=2][B]"(Yusuf) dedi ki:


"- Bugün sizi kınamak yok. Allâh sizi affetsin! O, merhametlilerin en merhametlisidir."" (Yûsuf, 92)


Bu asîl ve âlicenap tavırlar karşısında kardeşleri de nedâmet gösterip tevbekâr oldular. Yûsuf -aleyhisselâm-'ın üstünlüğünü kabul ve hakkâniyetini tasdîk ettiler. Matlûb olan netîce de bu sâyede hâsıl oldu.


Aşağıdaki şu misâl de bu terbiyevî metodun bir başka tezâhürüne âittir:


Bir bölük gâfil genç, Dicle kenarında şarab içip eğleniyorlardı. Meşhur Hak dostlarından Mâruf-ı Kerhî -kuddise sirruh- oradan geçiyordu. Şimdi bu şeyhin, işlemekte oldukları mel'anetlerinden dolayı kendilerinin helâki için bedduâ edeceğini düşünen gençlerin keyfi kaçtı. Bunun da kızgınlığıyla içlerinden biri dayanamayıp kalktı ve müstehzî bir tavırla:


"- Yâ Şeyh! Haydi durma, bizim şu anda Dicle'nin azgın sularına gark olmamız için hemen bedduâna başla!." dedi.


Mâruf Hazretleri hiçbir gazap emâresi göstermeksizin merhametle ellerini kaldırdı ve:


"- Yâ İlâhî! Bu yiğitlere dünyâda hoş dirlik verdiğin gibi, âhirette de dirlik ver." dedi.


Ummadıkları bu tavır karşısında gençler:


"- Yâ Şeyh! Siz ne diyorsunuz? Bu sözün mânâsını anlayamadık." dediler.


İhlâsı bereketiyle şu kısacık ve sâde sözlerine Cenâb-ı Hakk'ın tesir gücü verdiği Mâruf-ı Kerhî Hazretleri şöyle dedi:


"- Evlâdlarım! Hak Teâlâ, size âhirette dirlik vermek isterse tevbe etmenizi nasîb kılar."


Yiğitler beklemedikleri bu müşfikâne tavır karşısında önce bir müddet düşünceye daldılar. Akabinden kendilerine pişmanlık ve nefs muhâsebesi hâli geldi. Derken intibâha gelerek nedâmet içinde şaraplarını döktüler, çalgılarını kırdılar ve tevbe ettiler. Her iki cihanın saâdet ve selâmetine tâlib oldular.
Yukarıda da zikrettiğimiz üzere tasavvuftaki kalbî terbiyenin diğer bir husûsiyeti de, her ferdin mizâcına göre bir ıslâh ve irşâd metodu tatbîk edilmesidir. Tarîkatlerin çeşitlenmesi, mizaçlardaki farklılıklara göre terbiye ve telkîn metodunun zarûretinden doğmuştur. Meselâ, umûmiyetle coşkun mizaçlı bir insan, Kâdirîliğin tâkip ettiği usûllerle daha kolay terakkî eder. Şâir, sanatkâr ve romantik mizaçlı kimseler, Mevlevîlik'te huzûr bulur. Vakûr ve sâkin mizaçlı insanlar ise Nakşî Tarîkati'nde kendilerine bir uygunluk görür ve bundan dolayı da o yolun telkînlerine ve terbiye usûllerine daha kolay râm olarak terakkî imkânı bulurlar.


Mizâcın yok edilmesi imkânsızdır. Mürşid-i kâmiller de ancak, sâliklerin mizaçlarındaki istîdâdların nefsânî bir mecrâya akmasına mânî olarak, onları ulvî gâyelere yönlendirmekle vazîfelidirler. Her talebenin mânevî âlemdeki şahsî hastalıklarına çâre olacak husûsî tedâvî reçeteleri sunarlar.


Câhiliye Arapları, kız çocuklarını diri diri gömen taş yürekli kimselerdi.
Onlar, hakkın yalnız güçlüye âit olduğu, güçsüzün her türlü dayanak, barınak ve sığınaktan mahrum bulunduğu,
merhametten nasîbsiz bir toplumun insanlarıydılar.
Bu toplum, hidâyet bulup Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in mânevî terbiyesiyle
dünyânın en mümtaz insanları hâline geldi. Allâh ve Rasûlü'ne duydukları muhabbeti, kalblerinde her an taze tutmakla kazandıkları zindelik sâyesinde, ibâdetleri huşû ile doldu.
Fazîlet menkıbeleri, kıyâmete kadar müslümanların dillerinden düşürmeyecekleri, gönül âlemlerini tenvîr eden ahlâk-ı hamîde misâlleri oldu. Kendilerine "Ashâb-ı Kirâm" denildi.


Ashâb-ı kirâm, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in
terbiyesinde öyle bir mânevî seviyeye ulaşmıştı ki,
Abdullâh bin Mes'ûd -radıyallâhu anh- bu durumu:


"- Biz boğazımızdan geçen lokmaların tesbîhlerini duyar hâle gelmiştik!"
(Buhârî, Menâkıb, 25) sözleriyle ifâde etmiştir.


İşte tasavvuf, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in tezkiye ve terbiyesi sâyesinde ashâb-ı kirâmın ulaştığı bu mânevî seviyelerden nasiplenebilmenin ulvî bir yoludur.
Yâni Hazret-i Peygamber'e vâris olmuş gerçek mürebbîlerin elinde,
nefsin terbiye ve kalbin de tasfiye edildiği
mânevî bir mekteptir. Bu mânevî terbiye mektebine dâhil olup,
insan-ı kâmil olma yolunda mesâfeler katetmeye "seyr u sülûk" tâbir olunur.
Alıntı ile Cevapla
Alt 26 Ocak 2008, 18:18   Mesaj No:23
Medineweb Paylaşımcı Üyesi
Avatar Otomotik
Durumu:maşuk isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 523
Üyelik T.: 04 Kasım 2007
Arkadaşları:0
Cinsiyet:
Yaş:35
Mesaj: 394
Konular: 1
Beğenildi:2
Beğendi:0
Takdirleri:10
Takdir Et:
Standart Tarifi Marifetullah

ZÂT-I ULÛHİYYET
[CENTER][B]..:: 1 ::..
[CENTER]Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in:
"Allâh'ın yarattıkları üzerinde tefekkür edin,
Zâtı üzerinde düşünmeyin.
Zîrâ siz O'nun kadrini (O'na lâyık bir sûrette) aslâ takdîr edemezsiniz..."
(Deylemî, Müsned, II, 56; Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, I, 81)
:...............
beyânı, Cenâb-ı Hakk'ın Zâtî mâhiyetini kavramanın mümkün olmadığını ifâde eder.
Zâten beşer idrâkini îmân ve irfân iklîmine götürüp hidâyet nûruna vâsıl edecek olan,
Allâh hakkındaki bilgiler de, Zât'ının mâhiyetine dâir değil, sıfatlarına dâirdir.
Zîrâ Allâh Teâlâ, zaman ve mekândan münezzehtir.
İnsan idrâki ise, zaman ve mekânla şartlandığından onun mantığı,
ancak maddî âlemden aldığı intibâlarla faâliyet gösterir.
Bir şeyi kavrayabilmek için o şeyin görülebilen âlemde bir benzerinin ve bunun da zihinde bir intibâının olması lâzımdır.
Allâh ise, yarattıklarına benzememe sıfatı ile muttasıftır (muhâlefetün li'l-havâdis).
Bu, sonradan meydana gelmiş olan hiçbir şeye benzememeyi, onlardan mutlak bir sûrette farklı,
üstün ve mükemmel olmayı ifâde eder. Bu mantıkî gerçek, kâinâta hâkim olan nizâmın mükemmelliğini idrâk etmenin
bir netîcesidir. Böyle bir âlemi yaratmak kudretindeki ilk sebep, yâni Hâlık Teâlâ Hazretleri
, -hâşâ- eseriyle aslâ mukâyese edilemez. O, bütün yaratılmışların üzerinde bir kemâl, azamet ve kudret sâhibidir.
................
Böyle olması lâzım geldiği de, aklî ve mantıkî bir zarûrettir.
Bu itibarla eşi ve benzeri bulunmayan Allâh'ın zâtî mâhiyeti hakkında fikir yürütmek, beşer için ne mümkün ve ne de doğrudur.
Yâni Allâh Teâlâ hakkında bizim mükellefiyetimiz, sıfatlardan yola çıkarak Zât'ın var olduğunu idrâk ve kabul etmektir.
Onun için Cenâb-ı Hakk'ın Kur'ân-ı Kerîm'de bizlere kendisi hakkında takdîm eylediği misâl ve îzâhlar da
bu mâhiyete göredir.
........................
Âyet-i kerîmede buyurulur:
"Allâh göklerin ve yerin Nûr'udur. O'nun nûrunun misâli, içinde çerağ (yanan ışık)
bulunan bir kandil yuvasına benzer.
O çerağ, cam bir fânus içindedir. Cam fânus ise, sanki inci gibi parıldayan bir yıldızdır.
(O çerağın) yakıtı, ne doğuda ne de batıda eşine rastlanmayan mübârek (bereketli, bitip tükenmeyen)
bir zeytin ağacından alınmaktadır.
Ve o ağacın yağı, (öyle arı-duru ve öyle parlaktır ki) neredeyse ateş değmese bile, ışık verecek.
Nûr üstüne nûr! Allâh dilediğini nûruna kavuşturur.
Allâh insanlara (anlayıp idrâk edebilsinler diye işte böyle) misâller veriyor. O, her şeyi bilir."
(en-Nûr, 35)
.............
Dikkat edilirse âyet-i kerîmedeki temsille beşer idrâki,
önce kavrayabileceği intibâlarla yoğruluyor, sonra da hayâl ve idrâk ötesi bir hakîkat ile o intibâlardan tecrid edilerek
en öz ifadeyle "nûr üzerine nûr" deniliyor.
Yâni O'nun nûru, temsilden zannedileceği gibi sınırlı birkaç çeşit nûr değil, birisi veya tamamı da değil,
sınırsız olarak her nûrun üzerinde, sınırlanması ve bilinmesi mümkün olmayan bir nûrdur.
Fakat herkes hak delili göremez, Hakk'ın âyetlerini bilemez ve Hakk'ın isteğine eremez.
Çünkü görüleni idrâk etmek, nûra bağlı olduğu kadar, görecek gözün var olmasına da bağlıdır.
Çünkü gözle görülmeye müsâit olan her şey, nûrun bereketiyle gözü olan herkese âşikâr olurken âmâlara aslâ gözükmez.
O hâlde varlık ve hakîkati gösteren nûr kadar gören bir rûh da, müşâhede için vazgeçilmez bir rükün gibidir.
Çünkü ancak gören ruh, idrâk edici ve anlayıcıdır.
Diğer taraftan Cenâb-ı Hakk'ın, âyet-i kerîmede kendisini "Nûr" ile tavsif etmesi ve
"Allâh, göklerin ve yerin nûrudur."
buyurması, bütün âlemi yaratan, şu engin kâinâtı gösteren, gizli-açık sayısız hakîkatleri bildiren,
gözleri ve gönülleri şenlendiren varlığın ancak kendisi olduğunun bir ifâdesidir.
Zîrâ Cenâb-ı Hakk'ın o yüce nûru olmasaydı, hiçbir şey bilinmez, bulunmaz; hiçbir hakîkat sezilmez ve hiçbir neşe gönle dolmazdı.
Bu meyânda varlıkların tezâhür ve müşâhedesinin yegâne müessiri olan bütün nûrlar,
o yüce nûrun bir tecellîsinden ibârettir. Dolayısıyla göklerdeki nûrların derecelerine, dünya âleminde de bir misâl vardır. Meselâ
güneşin ışınları aya vurup oradan yeryüzünde bir evin içine girerek
duvardaki bir aynaya düşse,
sonra bundan diğer duvardaki bir aynaya aksetse, sonra ondan su dolu bir tasa düşse,
daha sonra bundan evin tavanına yansısa, bunların en güçlüsü,
ilk kaynak olan güneşteki, ikinci olarak aydaki,
üçüncü olarak birinci aynadaki, dördüncü olarak ikinci aynadaki, beşinci olarak sudaki, altıncı olarak da tavandaki nûrdur.
Ve hepsinde ilk çıkış noktasına yakın olan, uzak olandan daha güçlüdür. Göklerdeki diğer nûrların derecelenmesi de aynen bunun gibidir. Yâni istifâde edilen nûr, istifâde edenden daha kuvvetlidir.
..........
Ve bütün bu nûrlar, artarak ve güçlenerek en büyük ve sonsuz nûrda nihâyete erer ki,
bu da Allâh Teâlâ'nın nûrudur.
Yâni her şeyin ortaya çıkışı ve bilinmesi, ancak göklerin ve yerin nûrlandırıcısı olan Allâh Teâlâ'nın
açığa çıkarması ve bildirmesiyledir. Zîrâ O'nun nûru olmadan varlığın ortaya çıkması ve görünmesi mümkün değildir.
Ancak, gündüz ışığında baharın yeşilliğine bakan insan,
gözüne görünen türlü türlü renkler karşısında:
"- Yeşillikten başka bir şey görmedim!"
diyerek bahar ve yeşilliğe dalar da gerçekte onları görmesini sağlayan ışığı farketmez.
Hâlbuki gördüğü bütün renkleri ışık sâyesinde idrâk etmiştir.
Bu durumda ışık, aslında âşikâr oluşunun şiddetinden dolayı gizli kalmıştır.
[CENTER]..............
[CENTER]Bu gerçekten hareketle mârifet erbâbı şöyle buyurur:
"Cenâb-ı Allâh, hakîkatte gâib değildir. Ancak bizim beşerî istîdâd ve idrâkimiz açısından zuhûrunun şiddetinden gâibdir."
Hüdâyî Hazretleri buyurur:
[B][SIZE=2]

Zuhûru perde olmuştur zuhûra
Gözü olan delil ister mi nûra?
..............
Diğer bir tâbirle, bir odada beş bin voltluk bir ışık yansa, insanın gözündeki istîdâd,
bu ışığın altında hiçbir şey görmeye güç yetiremez. Hâl böyleyken milyonlarca voltluk ışıktan da
sonsuz mâhiyette üstün bir nûrun sâhibi olan Hak Teâlâ da elbette ki beşer idrâki açısından bir gâibdir.
Bu nükteyi ifâde için Kur'ân-ı Kerîm'de müminler hakkında:
"Onlar ki gayba îmân ederler..."
(el-Bakara, 3)
buyurulmuştur.
Fakat ehl-i basîret için bu öyle bir gaybdır ki, nûrunun tecellî şiddetiyle en belirgin varlıklardan daha zâhirdir.
Şöyle ki:
Hava ile yaşıyor, fakat bizi çepeçevre kuşattığı hâlde onu göremiyoruz.
Sadece teneffüs etmek sûretiyle hissediyoruz.
Bunun için de onu göremediğimiz halde inkâr etmek bir tarafa, hayatî bir zarûret ile:
"Hava olmazsa yaşayamayız!" diyoruz.
Sudaki canlılar da bizim gibidir. Onlar da deryâ içinde suyun farkına varamazlar.
Hâlbuki su, kendilerini çepeçevre kuşatmıştır.
Bu demektir ki, bir varlık karşımızda, sağımızda, solumuzda veya diğer yönlerde olursa, onu idrâkimiz kavrayabilir.
Ancak her tarafımızı çepeçevre kuşatınca, bütün cihet kayıtlarından sıyrılır ve varlığının zuhûru,
idrâkimizin üzerine çıkar; böylece yönlerle kayıtlı olan gözlerimize gizli kalır.
...................
Bu böyle olmasaydı da meselâ hava gözlere âşikâr olsaydı, hayat yaşanmaz olurdu.
Zîrâ sisli bir havada diğer varlıkların tamamı görünmez hâle gelir.
Yâni bizi çepeçevre kuşatan bir varlığın görünmesi, diğer varlıkların görünmemesine sebeptir.
Onun içindir ki, Cenâb-ı Hak bu âlemde gözlere gizli kalmıştır.
Eğer zâhir olsaydı, insanlar hem O'nun cemâlinin güzelliğinden,
hem de kendilerini çepeçevre kuşatmış olmasından dolayı başka hiçbir şey göremezlerdi ve tabiî o zaman
dünyâ hayatı diye bir şey olmazdı.
O hâlde müteâl, yâni hayâl ve idrâk ötesi bir varlık olan
Cenâb-ı Hak, hem en gizli ve hem de en âşikârdır.
Daha doğrusu zât olarak gizli, tecellî olarak âşikârdır.
Âşikârdır; çünkü bütün varlıklar, onun zâtının nûrundan peydâ olur.
Gizlidir; çünkü gözlerin, O'nun nûruna bakmaya gücü yetmez...
Âşikârdır; O'ndan gayri ne varsa, ancak O'nun sıfatlarıyla tecellî eder.
.............
Gizlidir; eşi benzeri olmadığı için...
Çünkü insanın bilgisi, umûmiyetle eşyâyı zıddıyla tanımaktan geçer.
Bu sebeple hiç zıddı olmayan ve aslâ değişmeyenin gizli kalması da gâyet tabiîdir.
Böyle bir varlığı idrâk husûsunda mahlûkâttan şuur sâhibi hiçbir varlık, elbette ki kâfî bir kabiliyete sahip değildir.
Bu sebepledir ki îmân, O'nun Zât'ının hakîkatine vukûfiyet değil,
varlığını kabulden ibârettir.
Çünkü var olup olmama keyfiyeti başka, var olan bir şeyin mâhiyeti hakkındaki hüküm, başka bir şeydir.
.................
Bu bakımdan Cenâb-ı Hak, zât-ı ulûhiyyetinin sâdece var olup olmama keyfiyetini kavraması için insanı,
akıl nîmetiyle techîz etmiş bulunduğu gibi, müşâhede edilebilen âlemi de sıfat tecellîleriyle doldurarak
onlarla eserden müessiri idrâk etmek imkânını sunmuştur.
.........................
Aşağıdaki misâl bu gerçeği ne güzel aksettirir:
Evliyâullâhın büyüklerinden Cüneyd-i Bağdadî Hazretleri,
birgün pek çok kimsenin telaş ve merak içerisinde bir yere doğru koşuşturduğunu gördü.
Onlara:
"- Böyle telaş ve heyecan ile nereye gidiyorsunuz?" diye sordu.
Onlar da:
"- Falan yerden bir âlim gelmiş! Allâh Teâlâ'nın varlık ve birliğini binbir delîlle îzâh ediyormuş!
Onun bu delîl ve îzâhlarından istifâdeye gidiyoruz. İstersen sen de buyur!" dediler.

Bunun üzerine Cüneyd Hazretleri, buruk bir tebessümle onlara bakarak şöyle dedi:
"- Gören gözler, işiten kulaklar ve hisseden kalbler için kâinatta sayısız ilâhî şehâdet terennümleri ve deliller var.
Bizzât Cenâb-ı Hakk'ın, kendisi hakkında nice şehâdeti var.
Ey ahâlî! Bütün bunlara rağmen şüphesi olan varsa, buyursun gitsin! Bizim gönlümüzde gümânın (şüphenin) kırıntısı dahî yoktur."
Kısacası gören gözler için Cenâb-ı Hak, âlemin özü olan insanda,
sözsüz bir Kur'ân olan kâinatta ve sözlü bir kâinât olan Kur'ân'da sayısız ilâhî sıfat tecellîleri bahşetmiştir.
Ayrıca bunlardan istifade husûsunda yardımcı ve yol gösterici olarak peygamberler göndermiştir.
Peygamberler vâsıtasıyla da, görülen ve görülemeyen âlemlerin hakîkatlerini, belli ölçüde
tıpkı Kur'ân-ı Kerîm'de müşâhede edilmekte olduğu gibi,
beşerin idrâk seviyesine uygun bir şekilde "kelâm" sûretinde lutfetmiştir.
Dolayısıyla kelâmın imkânları içerisinde
Allâh hakkında öz olarak şunları söyleyebiliriz:
Hakîkatte Mutlak Varlık, hiçbir kayıtla kayıtlanamaz;
O'nun kendisini vasıflandırması dışında hiçbir sıfatla tavsif edilemez. Hatta ona bizim sınırlı olan
idrâkimiz ile "mutlak" dememiz bile onu kayıtlamaktır; fakat anlatabilmek için böyle söylemek gerekmektedir.
Yoksa insanın hatırına her ne gelirse gelsin, Allâh, ondan başkadır.
................
Böyle bir sübhân olan Mutlak Varlık'ın sıfatlarını izhar etmesi ise, zâtının gereğidir.
Tıpkı parlak bir kandilin ışıklarını yansıtması gibi...
Bütün varlıklar, Mutlak Varlık'ın bilgisinde mücmel olarak sâbit olur ki, kâinât bu hakîkatin bir tezâhürüdür.
Şehâdet âlemi dediğimiz bu âlemdeki varlıklar, izâfî olarak mevcuttur; kendi varlıkları bakımından hiçbiri var olamaz.
Mutlak Varlık'ın sıfatlarının; eserlerinin, hükümlerinin, kudretinin,
yaratıcılığının mazharları olmak itibariyle mevcut sayılırlar. Zât-ı ulûhiyyet, bütün varlıklarda yaratıcılığını, kudretini, hikmetini, tedbirini, tasarrufunu, sıfatlarını izhâr etmekle beraber varlık âlemi,
hiçbir vakit zâtın zuhûru da değildir. Yâni varlık âlemi, zâtın değil sıfatlarının zuhûrudur.
.................
Dolayısıyla zât, her şeyden mukaddes ve münezzehtir.
Güneş olmazsa ışığı olamaz; fakat güneşin ışığı, güneşten ayrı bir varlığa sahip olmamakla beraber güneş değildir.
Her şeyi O bilmek ve tanımak; kâinâtı, varlık âlemini ilâh kabul etmektir ki bu,
"Bir"i "her" olarak düşünen maddeciliğe yol açar.
....................
Eflatun'un ortaya attığı panteizm denilen inanç, işte bu vahim ve yanlış saplantıdan kaynaklanmıştır.
Bazıları Vahdet-i Vücûd'u da bu inanç sistemi içine çekmek istemiş ve
o sistem içinde kabul etmişse de gerçek sûfîler, böyle bir sapık inancı dâimâ reddetmişlerdir.
Çünkü her şeyi, O'nun varlığıyle var olmuş bilmekle beraber zâtı her şeyden tenzih, gerçek Vahdet-i Vücûd[SUP] [/SUP]inancıdır.
Yâni kâinât,
Hakk'ın sıfatlarının mazharlarıdır; fakat zâtı, kâinât değildir.
Zîrâ yaratıcı, aslâ yaratılmış şeklinde zuhûr etmez. Bu kanâate sahip olmak, apaçık küfürdür.
Çünkü Cenâb-ı Hak muhâlefetün li'l-havâdistir. Yâni eşi ve benzeri yoktur, yaratılmışların hiçbirine benzemez.
Dolayısıyla O, her türlü antropomorfik (beşerî) sıfatlarla tavsiften münezzehtir.
Bu hakîkatten uzaklaşarak yahûdîlerin Üzeyr -aleyhisselâm-'a,
hristiyanların da Îsâ -aleyhisselâm-'a -hâşâ- Allâh'ın oğlu diyecek kadar ileri gittikleri mâlûmdur.
.........................
İnsanoğlunun kendi hayâl iklîminde üretip
sonra da inanmaya kalktığı bütün bu dalâlet tezâhürlerine ilâhî bir cevap olarak Allâh Teâlâ şöyle buyurur:
[SIZE=2][B]

"Onlar (müşrikler ve münkirler) Allâh'ı hakkıyla tanıyıp bilemediler.
Kıyamet günü bütün yeryüzü O'nun tasarrufundadır. Gökler O'nun kudret eliyle dürülmüş olacaktır.
O, müşriklerin ortak koşmalarından yüce ve münezzehtir."
(ez-Zümer, 67)
Bu itibarla İslâm inancının temelini teşkîl eden kelime-i tevhîd, hakîkatte
"lâ ilâhe" lafzı ile gönülden bütün yanlış inanç ve ilâh telâkkîlerini kaldırmak, yerine
"illâllâh" ifâdesi ile en doğru, yâni Cenâb-ı Hakk'ın kabul buyurduğu
müteâl bir Allâh anlayış ve inancını yerleştirmektir.
Nitekim âyet-i kerîmelerde buyurulur:

"Allâh ki, O'ndan başka ilâh yoktur; O, dâimî diri ve her şeyin kendisiyle var olduğu bir kayyûmdur. Kendisine ne bir uyuklama ne de bir uyku gelir. Göklerde ve yerdekilerin hepsi O'nundur..."
(el-Bakara, 255)
"... O'nun benzeri hiçbir şey yoktur. O işitendir, görendir."
(eş-Şûrâ, 11)
"(Ey Rasûlüm!) De ki: O Allâh birdir. Allâh sameddir.
O, doğurmamış ve doğmamıştır. Onun hiçbir dengi yoktur."
(el-İhlâs, 1-4)
Hâsılı bizim zât hususundaki idrâkimiz, ancak kendi âlemimizden alacağımız intibâ ve hikmetler çerçevesinde
O'nu bilmek ve O'na teslîm olmaktır.
Yâni kul, şu fânî âlemde ve fânî ölçüler içerisinde hangi hâl ve kabiliyete sahip olursa olsun
zâtı idrâk hususunda âcizdir, âcizdir, âcizdir...
.................
Kur'ân-ı Kerîm'de bildirildiği üzere Mûsâ -aleyhisselâm-, Tûr Dağı'nda Cenâb-ı Hak'la konuşunca,
bundan büyük bir mânevî lezzet duydu. Tattığı ilâhî tecellî ile kendisinden geçti.
Dünyâda mı, âhirette mi olduğunu unutarak âdetâ zaman ve mekânın dışına çıktı.
Büyük bir aşk, vecd ve istiğrâk içinde Allâh'ın yüce zâtını görmeye gönlünde şiddetli bir arzu uyandı ve
Cenâb-ı Hak'tan bunu taleb etti. Allâh Teâlâ da:

"Len terânî; Beni aslâ göremezsin!"
buyurdu ve ona,
dağa nazar etmesini, şâyet onu yerinde görebilirse, kendisini de müşâhede edebileceğini bildirdi.
Rivâyetlere göre sayısız hicâbların arkasından Cenâb-ı Hak'tan bir nûr tecellîsi dağa aksetti.
Dağ infilâk etti. Bu dehşetten Mûsâ -aleyhisselâm- bayıldı. Ayıldığında, haddi aştığı için Cenâb-ı Hakk'ı tesbîh ederek istiğfâr etti.

İşte bu Kur'ânî hakîkat de, Zât-ı İlâhî'yi idrâkte beşerin mutlak bir acziyete mahkûm olduğunun açık bir delilidir.

............................
[CENTER]Bununla birlikte hadîs-i şerîflerde bildirildiği üzere, müminler cennette Zât-ı İlâhî'yi,
bu dünyâda ayın ondördünü gördükleri gibi müşâhede edeceklerdir.
Bu gerçek ile yukarıda söylediğimiz hakîkat arasında bir tezat yoktur.
Çünkü dünyadaki şartlar ile âhiretteki şartlar aynı değildir.
Yâni mü'minlere, cennette Zât-ı İlâhî'yi müşâhedeyi mümkün kılacak farklı bir istîdâd ve kabiliyet ihsân edilecektir.
Nitekim Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in bu dünyâ şartları içinde bırakılmayıp
Cebrâil tarafından göğsünün yarılarak mânevî ameliyattan geçmesi,
bir bakıma üstün vazîfeleri kaldırabilecek bir yapı ve kabiliyeti O'na kazandırmak içindi.
Aksi hâlde Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in tâkati, normal bir beşerî yapı ile, ne bu vazîfelere ne de
mîrâc gibi yüce bir tecellîye kâfî gelirdi...
....................
Velhâsıl îmândan ihsâna yücelebilenler,
işte bütün bu ilâhî sırlar ışığında hakîkat ve mârifete nâil olabilenlerdir.
Böyle kullar, kâinâtın göz bebeği ve özü olurlar.
Bunlar, gerçek insan-ı kâmildirler. Dâimâ ezel âlemini, yâni Mutlak Varlık'a vuslatı arar ve özlerler.
Şu kayıtlar âlemine, bu izâfî varlık âlemine düşmüş olmak, onlar için âdetâ bir gurbettir.
Ama onlar, bu âlemde kendi fânî varlığından sıyrılmış, Hak varlığıyla var olduklarını bilmiş ve irâdelerini Hakk'ın irâdesine teslîm etmişlerdir.
................
Cenâb-ı Hak, cümlemizi en doğru ve yakînî bir îmâna müyesser kılsın. Îmân bâğımızı da rızâsı istikâmetindeki amel-i sâlih goncalarıyla güzelleştirsin. Habîbine komşu eyleyip Zâtının Cemâl-i bâ-kemâliyle müşerref buyursun!..
Âmîn!..
Alıntı ile Cevapla
Alt 26 Ocak 2008, 18:21   Mesaj No:24
Medineweb Paylaşımcı Üyesi
Avatar Otomotik
Durumu:maşuk isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 523
Üyelik T.: 04 Kasım 2007
Arkadaşları:0
Cinsiyet:
Yaş:35
Mesaj: 394
Konular: 1
Beğenildi:2
Beğendi:0
Takdirleri:10
Takdir Et:
Standart Tasavvufi Terbiyye 'de Temel Esaslar

Tasavvuf ehlinin büyüklerinden Abdülhâlık Gucdevânî -kuddise sirruh-[/B]Hazretleri'nin tespit ettiği bâzı prensipler vardır. [/B][U]Husûsan Nakşî yolunun tâkib ettiği seyr u sülûk usûlündeyâni ham vasıflardan kurtulup, kâmil insan hüviyetine ulaşmayı hedefleyen mânevî terbiyede bu prensiplere riâyet, müstesnâ bir ehemmiyeti hâizdir. Bunları şöyle sıralayabiliriz:

1. Hûş der dem:
Her alınıp verilen nefeste mânen uyanık bulunmak.
2. Nazar ber kadem:
Gözün ayak ucuna bakması.
3. Sefer der vatan:
Her adımda Hakk'a yürümek.
4. Halvet der encümen:
Halk içindeyken bile Hâlık ile beraber olmak.
5. Yâd-kerd:
Kalbin zâkir hâle gelmesi.
6. Bâz-geşt:
Matlûb ve maksûdun ancak Allâh rızâsı olması.
7. Nigâh-dâşt:
Şeytânî ve nefsânî havâtırdan korunmak.
8. Yâd-dâşt:
Kendini dâimâ Allâh'ın huzûrunda bilmek.
9. Vukûf-i zamânî:
Her an kendini yoklamak ve zamanı iyi değerlendirmek.
10. Vukûf-i adedî:
Zikir sayısına dikkat ve riâyet etmek.
11. Vukûf-i kalbî:
Kalbin dâimâ zikr-i ilâhî ile meşgûl olması ve zikirde kalbe yönelmek.
Bu kıymetli prensipler üzerinde kısaca durmakta fayda mülâhaza ediyoruz:
Alıntı ile Cevapla
Alt 26 Ocak 2008, 18:22   Mesaj No:25
Medineweb Paylaşımcı Üyesi
Avatar Otomotik
Durumu:maşuk isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 523
Üyelik T.: 04 Kasım 2007
Arkadaşları:0
Cinsiyet:
Yaş:35
Mesaj: 394
Konular: 1
Beğenildi:2
Beğendi:0
Takdirleri:10
Takdir Et:
Standart Hûş der dem:

Her alıp verilen nefeste mânen uyanık bulunmaktır.
Mevlânâ Sâdeddin Kaşgarî bu ölçüyü;
"Bir nefesten diğer bir nefese geçerken bile asla gaflete düşmemek ve dâimâ Allâh ile huzurda olmak."
şeklinde târif eder.
Her nefeste uyanık olmak, zâkirin gerek zikir esnâsında ve gerekse sâir zamanlarda,
Allâh'tan gâfil olmaması demektir. Nefesleri gafletten kurtarmak, kalbe huzur bahşeder.
Her nefes alıp-verişte kalbin Allâh ile huzurda olması; Allâh'a itaat bereketiyle nefesleri ihyâ etmeye bağlıdır.
Bir insanın kalbi Allâh ile beraberliğin huzûr ve şuuruna erişince,
buna bağlı olarak diğer hâl ve tavırlarında da düzelme görülür.
Alıntı ile Cevapla
Alt 26 Ocak 2008, 18:24   Mesaj No:26
Medineweb Paylaşımcı Üyesi
Avatar Otomotik
Durumu:maşuk isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 523
Üyelik T.: 04 Kasım 2007
Arkadaşları:0
Cinsiyet:
Yaş:35
Mesaj: 394
Konular: 1
Beğenildi:2
Beğendi:0
Takdirleri:10
Takdir Et:
Standart Nazar ber kadem:

Ayak ucuna bakarak yürümek demektir.
Sâlik, gözünün ve ona bağlı olarak da gönlünün etrafa fazlaca takılıp kalmaması için,
yolda ayaklarının ucuna bakarak yürümelidir. Çünkü lüzûmunu aşan mâsivâ alâkaları kalbî huzûru dağıtır, Hak ile araya perde olur.
Hadd-i zâtında bu usûl, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in
yürüyüş tarzını tatbikten ibârettir. Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz,
yürürken gerekmedikçe etrafına bakınmaz, umûmiyetle ayaklarının ucuna bakarak,
sanki yokuştan iniyormuş gibi serî ve vakarlı yürürlerdi.
Yâni bu prensip, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in örnek ahlâkından muktebestir.
..
Hakîkaten göz nereye bakarsa, gönül de oraya akar.
Gözün âdetâ bir kamera gibi çektiği filimler, kalbi çoğu zaman lüzûmsuz yere meşgul eder.
Bu bakışlar gönül arşivinde lüzûmsuz yer işgâl eder. Bu sebeple gönlün dağınıklıktan ve perişanlıktan sâlim kalabilmesi,
bir bakıma oraya akseden görüntülerin keyfiyetine bağlıdır.
Çünkü sâlikin kalbi mâsivâya takılınca vesveseler başlar.
Şâyet gâfillerle ihtilât ederse, onların katı kalblerinin kasveti, kötü huyları, bozuk fikirleri kalbine akseder.
Bu ise son derece tehlikelidir.
Bu sebeple sâlikin, tevâzu ehline yakışan edeb ve üslûb ile,
mümkün olduğunca ayak uçlarına bakarak yürümesi gerektiği gibi,
sâir zamanlarda da bakışlarına dikkat etmesi îcâb eder.
Yürürken ayak uçlarına bakmakta;
tevâzû, edeb,
haddini bilmek, gözü haramdan korumak ve Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in
sünnetine bağlılık vardır.

Alıntı ile Cevapla
Alt 26 Ocak 2008, 18:26   Mesaj No:27
Medineweb Paylaşımcı Üyesi
Avatar Otomotik
Durumu:maşuk isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 523
Üyelik T.: 04 Kasım 2007
Arkadaşları:0
Cinsiyet:
Yaş:35
Mesaj: 394
Konular: 1
Beğenildi:2
Beğendi:0
Takdirleri:10
Takdir Et:
Standart Sefer der vatan

Bir mürşid-i kâmile varabilmek kastıyla çıkılan yolculuğun yanısıra, sâlikin, kötü ahlâktan ve günahların kesâfetinden arınıp güzel ahlâk ve latîf duygulara, yâni aslî hüviyetine yönelmesini ifâde eder. Sâlik hiçbir zaman içinde bulunduğu mânevî hâli kâfî görmeyip, daha güzel bir hâle ulaşmaya çalışmalıdır. Yahut bir makamdan, daha yüksek diğer bir makama sefer gayretinde olmalıdır.
Ebû Osman el-Mağribî Hazretleri buyurmuşlardır ki:
"Sâlik, hevâ ve hevesini terk edip Allâh'a ibâdet ve tâata dönmelidir. "Sefer der vatan" sözüyle kastedilen, bir memleketten diğer bir memlekete yolculuk etmek değil, insanın kendi iç âleminde Allâh -celle celâlühû-'ya vuslatıdır. Sâlik, bir mürşid-i kâmil bulduğu zaman zâhirî yolculuğu bırakıp bâtınî yolculuğa başlar."
Seyr u sülûkte bu düstûr ile sâlik, "Ben Rabbime gidiyorum." (es-Saffat, 99) diyen İbrahim -aleyhisselâm- gibi, her adımda Rabbine gitmekte olduğunun idrâkine ulaşır
Alıntı ile Cevapla
Alt 26 Ocak 2008, 18:27   Mesaj No:28
Medineweb Paylaşımcı Üyesi
Avatar Otomotik
Durumu:maşuk isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 523
Üyelik T.: 04 Kasım 2007
Arkadaşları:0
Cinsiyet:
Yaş:35
Mesaj: 394
Konular: 1
Beğenildi:2
Beğendi:0
Takdirleri:10
Takdir Et:
Standart Halvet der encümen:

Halk içindeyken bile
Hâlık ile beraberlik şuurunu muhâfaza edebilmektir. Yâni sâlik
zâhiren insanlarla ihtilat hâlindeyken ve günlük işleriyle meşgulken bile,
bâtınen Hak Teâlâ ile berâber olma dirâyetine erişmelidir.Bu sâyede etrâfına hissettirmeksizin Rabbiyle beraberliğini sürdürmüş veaynı zamanda beşerî hayatınîcaplarını da aksatmamış olur. Nitekim "el kârda, gönül yarda" kelâm-ı kibârı, bu hâli pek veciz bir sûrette ifâde eder.

Cenâb -ı Hak Kur'ân-ı Kerîm'de bu kalbî dirâyete sâhip kullarını şöyle tavsif buyurur:رِجَالٌ لَّا تُلْهِيهِمْ تِجَارَةٌ وَلَا بَيْعٌ عَن ذِكْرِ اللَّهِ وَإِقَامِ الصَّلَاةِ وَإِيتَاء الزَّكَاةِ
Onlar, ne ticâretin ne de alış-verişin kendilerini Allâh'ı anmaktan, namaz kılmaktan ve zekât vermekten alıkoyamadığı kimselerdir. Onlar,
kalblerin
ve gözlerin allak bullak olduğu bir günden korkarlar.
(en-Nûr, 37)Nakşîlikte sohbet ve ictimâîleşmek esastırBu sebeple de tek başına tenhâ bir yerde halvete girmek değil, zâhiren kalabalıklar içinde bulunulsa bile kalben Hak
Teâlâ ile halvet hâlini sürdürebilmek daha makbûl görülmüştür.
Alıntı ile Cevapla
Alt 26 Ocak 2008, 18:31   Mesaj No:29
Medineweb Paylaşımcı Üyesi
Avatar Otomotik
Durumu:maşuk isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 523
Üyelik T.: 04 Kasım 2007
Arkadaşları:0
Cinsiyet:
Yaş:35
Mesaj: 394
Konular: 1
Beğenildi:2
Beğendi:0
Takdirleri:10
Takdir Et:
Standart Yâd-kerd:

Kalbin zâkir hâle gelmesidir.
Nefy ü isbât yoluyla (Lâ ilâhe illâllâh zikriyle)
kalbde bir nevî put hâline gelmiş bulunan bütün mâsivâ kirleri çıkarıldıktan sonra,
yegâne maksûdun Allâh olduğu fikri kalbde sâbitlenir.
Zikrin latîf harâretinin kalbden bütün vücuda yayılması netîcesinde,

insanın şuuraltında meknuz bulunan ulvî duyguları canlanıp bir şuur hâline gelerek,
davranışlara aksedecek kıvâma ulaşır.
Zîrâ zikri ve fikri Allâh ile olan bir insanın merhamet, sabır, sehâvet ve affedebilme
gibi ilâhî ahlâktan nasibsiz kalması düşünülemez.
Bütün bunlar ise kâmil bir insan olabilmenin mecbûrî şartlarındandır.
Bu sebeple kalbin zikirle intibâha getirilmesi, tasavvufun en mühim prensiplerindendir.
Alıntı ile Cevapla
Alt 26 Ocak 2008, 18:33   Mesaj No:30
Medineweb Paylaşımcı Üyesi
Avatar Otomotik
Durumu:maşuk isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 523
Üyelik T.: 04 Kasım 2007
Arkadaşları:0
Cinsiyet:
Yaş:35
Mesaj: 394
Konular: 1
Beğenildi:2
Beğendi:0
Takdirleri:10
Takdir Et:
Standart Bâz-geşt:

Matlûb
ve maksûdun ancak Allâh rızâsı olmasıdır.

Nefy ü isbât zikrinin sonunda[/B]
اِلهِى اَنْتَ مَقْصُودِى وَ رِضَاكَ مَطْلُوبِى

"
yâni "Allâh'ım, maksûdum ancak Sen'sin ve matlûbum ancak Sen'in rızândır",enilerek yapılan zikrin tefekküründe derinleşmektir.
Bu, nefy ü isbâtın mânâsını
te'kîd edip, tevhîd sırrının kalbde gerçek mânâda yerleşmesi içindir Böylece Allâh ile arada perde olan bütün gâye ve arzular
nefyedilerek kalbî itmi'nân hâsıl olur. Diğer taraftan zikir gibi mânevî bir temrin ile mertebeler aşmak,kerâmetlere nâil olmak gibi gönle gelebilecek muhtemel vesveseler de tamâmen reddedilip, asıl gâyenin Allâh'ın rızâsını kazanmak olduğu düşüncesi gönle bir kez daha nakşedilir.
Bu sûretle yapılan zikrin mânâsı şuura iyice yerleşip hayata aksedince de artık fânî ve îzâfî takıntılar
Alıntı ile Cevapla
Cevapla


Konuyu Toplam 9 Kişi okuyor. (0 Üye ve 9 Misafir)
 

Benzer Konular
Konu Başlıkları Konuyu Başlatan

Medineweb Ana Kategoriler

Cevaplar Son Mesajlar
Ölüm nedir, ölümden korkmalı mıdır?Ölümü hatırlamanın fazileti nedir? Belgin Ölüm-Ahiret-Sırat-Mizan-Kader 1 05 Mayıs 2022 12:25
Din Kardeşliği Uhuvvet ve Tasavvuf Kardeşliği Nedir ? Esadullah Muhtelif Konular 5 15 Şubat 2016 14:03
TASAVVUF NEDiR,NERDEN NE ZAMAN ÇIKMIŞTIR.. bilinmez Tasavvuf-Tarikat 3 06 Şubat 2014 07:08
zekat nedir, sadaka nedir, infak etmek nedir iblissavar Zekat-İnfak 3 31 Mart 2012 22:26
Tasavvuf nedir nasıl anlamak lazımdır tevhit06 Tasavvuf-Tarikat 0 18 Şubat 2009 22:27

Bir Ayet Bir Hadis Bir Söz | www.kaabalive.net Bir Ayet Bir Hadis Bir Söz | www.medineweb.net Yeni Sayfa 1
.::.Bir Ayet-Kerime .::. .::.Bir Hadis-i Şerif .::. .::.Bir Vecize .::.
     

 

 Medineweb Sosyal Medya Gruplarımız:  Medineweb  Medineweb  Medineweb  Medineweb Medineweb     

  www.alemdarhost.com sunucularını Kullanıyoruz.