|
Konu Kimliği: Konu Sahibi enderhafızım,Açılış Tarihi: 22 Ekim 2012 (14:22), Konuya Son Cevap : 01 Mart 2013 (21:47). Konuya 1 Mesaj yazıldı |
| LinkBack | Seçenekler | Değerlendirme: |
22 Ekim 2012, 14:22 | Mesaj No:1 |
Durumu: Medine No : 5879 Üyelik T.:
28 Aralık 2008 | İlk Yaşamın Son Durağı (Yoldaki Musibetler) İlk Yaşamın Son Durağı (Yoldaki Musibetler) İlk Yaşamın Son Durağı Yazar: Mehmet Alagaş Kitap: Yoldaki Musibetler (Kitapdan Alıntı) Maddeci bir dünya anlayışının yaygınlaştığı ve müslümanlara da bulaştığı bir çağda, en önemli ve en anlamlı nasihat, ölümle ilgili nasihatler olsa gerek. Herşeye isyan edebilen, birçok İlahi hakikati tartışabilen ve kabul etmek istemeyen insanlar, söz ölüme geldiği zaman susmaktalar, isteyerek veya istemeyerek bu, ilahi gerçeği kabul etmektedirler. Çünkü insan ölümlüdür ve istisnasız her nefis ölümü tadıcıdır!. Tüm insanlar, nefes nefese bu akibete doğru koşturmakta ve ilk yaşamın son durağına varmaktadırlar!. Hayat kadar, hatta hayattan daha gerçektir ölüm!. Yaşadığının farkına varmayan nice insanlar dahi, ölümün farkına varacaklardır. Ölümün hakikatini farketmek, asıl itibariyle yaşamı ve yaşamın hakikatini farketmektir. Çünkü ölümden sonraki asıl yaşamın keyfiyeti, ölümden önceki kısa yaşamın keyfiyetine bağlıdır. Bu iki yaşam arasındaki ölüm gerçeğini dikkate almak, birbiriyle alakalı olan bu iki yaşamı birleştirmek demektir. Tabi ki önemli olan, bu gerçeği yaşarken farkedebilmek, ölüm gerçeğini farkederek asıl hayata şimdiden dirilebilmek ve ebedi olan asıl hayatı mamur edebilmek için yaşayabilmektir. Evet, bu çok kısa yaklaşımdan sonra usulca kulağınıza eğiliyor ve fısıltıyla soruyorum. Böyle mi yapıyorsunuz? Fani olan dünya hayatı için mi, baki olan ahiret hayatı için mi yaşıyorsunuz? Şııışşt!. Duymuyor musunuz? Yoksa sîz de yaşarken ölenlerden misiniz? Yoksa sizin de mezar taşınıza şöyle mi yazılacak. 1975'de doğdu. Akil baliğ olunca öldü!. 2005'de defnedildi!. Ruhuna üç Vah, bir Eyvah!. Ölmeden Önce Ölünüz Yirminci yüzyıl denilen bu çağda, materyalist propaganda ile ölüm düşüncesinden ve ölümün hakikatinden uzaklaştırılan insanlar, baki bir yurdun, baki birer yurttaşları gibi yaşamaktadırlar!. Bu durumlarına gösterdikleri şer'i mesnet ise, Efendimiz (s.a.v.)'e nisbet edilmesine rağmen kaynağını bilmediğim ve Kur'an-ı Kerim'in dünya yaşantısını tanımlayan ayetleriyle uyumlu görmediğim şu ifadedir. “Hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya, yarın ölecekmiş gibi ahirete çalışınız!.” İki zıt yaklaşımın aynı kapta sunulduğu bu ifade, günümüz insanlarınca bir bulamaç haline getirilmekte ve “Çalışmak en büyük ibadettir!.” diyen kimseleri, hiç ölmeyecekmiş gibi çalışmaya sevketmektedir!. Nitekim bu ifadenin, yarın ölecekmiş gibi ahirete çalışanlar tarafından değil, hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya çalışanlar tarafından gündeme getirilmesi, bu ifadenin yaşadığımız toplumda nasıl anlaşıldığının veya nasıl anlaşılmak istendiğinin açık bir işaretidir!. Oysa bu konuyla ilgili olarak bir müslümanın geçmişte söylediği şu sözler, yaşadığımız toplumda daha çok ön plana çıkarılması ve daha çok dikkate alınması gereken sözlerdir. "Dünyada kalacağınız kadar dünyaya, ahirette kalacağınız kadar ahirete çalışınız!. Bu anlamlı nasihatin, en anlamlı zirvesine ve en kamil mertebesine ulaşabilmemiz ise, Efendimiz (s.a.v.)'in “Ölmeden önce ölünüz!.” nasihatini dikkate almamızla ve bunun gereğini yapmamızla mümkündür. Ölmeden önce ölünüz!. Şahsım adına söylemem gerekirse, bu Nebevi nasihati dikkate alarak kendimi ölüm yatağına uzattığım ve ölümü düşündüğüm zamanlar, bu cahili kargaşada kendime geldiğim ve herşeyi ayan beyan gördüğüm zamanlar oluyor. Ölüm ve ölüm gerçeğiyle burun buruna geldiğim bu anlarda kalp gözüm mü açılıyor, yoksa gözlerimdeki perde mi kalkıyor bilmiyorum, bilmiyorum ama, dünya ve dünya yaşantısını bambaşka bir netlikte, bambaşka bir berraklıkta görüyorum!. Daha önceleri değer verdiğim, daha önceleri anlamlı gördüğüm birçok şey, değer ve anlamını yitiriyor gözümde!. “Oğlum Mehrned!. Bunları elde etmek için elini değil, parmağını dahi kaldırman gereksiz, Vallahi gereksiz, Billahi gereksiz!.” diyorum kendime!. Daha önceleri yeterince mühimsemediğim, yeterince değer vermediğim, yeterince anlamlı görmediğim bazı şeyler ise, çok daha mühim, çok daha değerli, çok daha anlamlı geliyor gözüme!. Ve yine kendime yönelerek ve kendimi dürterek “Oğlum MehmedL Bun*ları elde etmek için sadece zaman değil, sadece mai değil, Vallahi kan da verilir, Billahi can da verilir!.” diyo*rum kendi kendime!. Evet, “Ölmeden önce ölünüz” nasihatini dikkate alan ve yaşamaya çalışan bir müslüman olarak, dünya telaşı içersinde boğulan ve ne yapacağını, hangi değerler peşinde koşacağını şaşıran kardeşlerimle karşılaştığım zaman. “Ölüm anınızda anlamını ve değerini yitirecek olan herşey, şimdi de fazla anlam, fazla değer vermemeniz gereken şeylerdir. Ölüm anınızda değer kazanacak olan herşey, şimdi de değer vermeniz, var gücünüzle peşinden koşmanız gereken şeylerdir!.” diyorum. Düşünüldüğü ve anlaşıldığı zaman bütün müslümanlara, bütün insanlara yararlı olabilecek olan bu nasihat, bence sık sık gündeme getirilmesi gereken bir nasihattir. Çünkü daha önce de belirttiğimiz gibi İslam'ın dünya görüşü konusunda netleştiğini zanneden birçok kardeşimiz, İslam'ın dünyalık görüşü konusunda oldukça bulanık bir bakışa sahiptir. Nitekim uhrevi hedefler istikametinde topallayarak ilerleyen bu kimselerin, dünyalık hedefler istikametinde arap atı gibi koşmaları, bu acı durumun hazin bir göstergesidir. Bu duruma daha bir açıklık, daha bir netlik getirebilmek için, bütün insanlara ve bütün müslümanlara sormak istiyorum. Doğduğunuzdan bu yana bakıp durduğunuz dünyanın, dünya malının ve dünya yaşantısının, çok kısa bir an da olsa gerçek yüzünü, gerçek hakikatini hiç gördünüz mü? Gördük veya görmedik tartışmasına hiç girmeyin!. Şayet Kur'an-ı Kerim'in bu konuyla ilgili ayetlerini ve Efendimiz (s.a.v.)'in “Ölmeden önce ölünüz!.” nasihatini yaşarcasına dikkate almamışsanız, dünyanın ve dünya yaşantısının gerçek yüzünü görebilmeniz, görmüş olabilmeniz mümkün değildir. Çünkü bu gerçeği görmüş, bu gerçeği bilmiş olsanız, dünyalık kuyruklarda bir kıl olmazsınız!. Fakat hiç kuşkunuz, hiçbir kuşkunuz olmasın ki, ölümle burun buruna geldiğiniz ve can çekişmeye başladığınız zaman, dünyanın ve dünya yaşantısının gerçek yüzünü açık, apaçık bir şekilde göreceksiniz. Uzun yıllardır taş taş üstüne koyarak yaptığınız evlerin, taş taş üstüne koyarak yaptığınız fabrikaların, kumsalda oynayan çocukların yaptıkları kumdan evlere, kumdan kalelere döndüklerine şahit olacaksınız!. Daha önceleri “Benim evim, benim dükkanım, benim tarlam, benim arabam!.” diyerek gururlandığınız ve kendilerine yaslanarak ayakta durduğunuz dünyalıkların, Süleyman (a.s.)'ın asası gibi kırıldığını ve dünyalıklarla ayakta duran cesediniz yere yıkıldığını göreceksiniz!. Gördükleriniz karşısında sarsılacak, gördükleriniz karşısında şaşıracaksınız!. Ve fısıldanarak ve mırıldanarak soracaksınız kendinize. Dünya mı değişti, yoksa benim bakışım mı? Oysa değişen dünya değil, sizin bakışınızdır. Sizin bakışınız netleşmiş, sizin bakışınız berraklaşmıştır. Ölüm anındaki, ölüm yatağındaki bu bakışınız, dünyayı ve dünya yaşantısını açık bir şekilde gören, açık bir şekilde tanımlayan, apaçık bir bakıştır. Ne var ki gecikmiş, çok gecikmiş bir bakıştır bu!. Bir müzayede salonundaki aptal bir alıcı gibi hissedersiniz kendinizi!. Açık arttırmaya konulan ve demokratik çoğunluk tarafından uzun uzun methedilen paha biçilmez kase, bir ömürlük çalışmanız, bir ömürlük birikimleriniz karşılığında sizin olmuştur, sizin olmuştur ama, uzaktan muhteşem bir eser olarak görülen bu kaseyi elinize aldığınızda; tarihi bir eser değil, tarihi bir yanılgı olan bu kasenin, Mahmutpaşa işi bir oturak, bir sürgü olduğunu göreceksiniz!. Ölüm döşeğinde sizi yalnız bırakmayan eşiniz, sizi yalnız bırakmayan çocuklarınız, yüzünüzdeki bu sıkıntılı hali görecekler ve def-i hacet için sıkıştığınızı zannederek “Babacığım, altınıza ne sürelim?” diyeceklerdir. Bir ömürdür kalbinizde tuttuğunuz, kalbinizde sakladığınız kaseyi, hiç tereddüt etmeden onlara uzatacak ve “Bunu sürün yavrum, bunu sürün evladım!.” diyeceksiniz!. Ve siz, dünya ve dünyalık peşinde koşan siz, bir ömür çalışarak elde ettiğiniz kaseye, bir ömürlük def-i dünya edecek ve dünyadan defolup gideceksiniz!. Ne oldu? Aklınız mı bulandı, hoşlanmadınız mı bu akibetten!. Başka, bambaşka bir ölüm müdür istediğiniz!. Nefes nefese koştuğunuz, her nefes ile yaklaştığınız ölüm anınızda, kendisini selam ve sevgiyle andığım Azrail(a.s.)'i bir müjdeci, size Allah'ın selamını getiren müjdeci bir melek olarak mı görmek istiyorsunuz!. Gerçekten bu mudur isteğiniz? Ve bunu gerçekten istiyor musunuz? O halde, Resulullah (s.a.v.)'e kulak veriniz!. Lütfen kulak veriniz rahmet peygamberine!. “Ölmeden önce Ölünüz!.” nebevi nasihatini dikkate alarak, şimdi, hemen şimdi def-i dünya ediniz!. Ve gerçek hayata dirilerek, asıl ve ebedi olan bu gerçek hayat için şimdiden yaşamaya başlayınız!. Ölmeden Önce Öldürünüz. Bu başlık, herhalde bazı çevreleri rahatsız edebilecek bir başlık oldu. Birbirlerini dürterek “Şu yobazları görüyor musun? İnsanları açıkça öldürmeyş teşvik ediyorlar. Zaten onlardan başka bir şey beklenmez!.” diyecekler. Ve merak edecekler, kimleri hedef gösterdiğimizi, kimlerin ölümüne ferman çıkardığımızı!. Bu şaşkınları daha fazla meraklandırmadan, meraklarını giderelim öyleyse!. “Ölmeden önce öldürünüz” başlığında hedef aldığımız ve ölümlerine ferman çıkardığımız şahıslar; politikacılar, bürokratlar, komutanlar, İş adamları, aydınlar, sanatçılar veya en genel ifadesiyle bu ülkede mal, makam, unvan ve söz sahibi olan herkestir. işte bunları, bunların hepsini ölmeden önce öldürünüz!. Bu ifadelerle suçumuz herhalde daha da büyüdü. İnsanları adam öldürmeye teşvikten ziyade, genel bir katliama teşvik kapsamına giriyoruz!. Herneyse deme alışkanlığımız ile yine herneyse diyerek, “Ölmeden önce öldürünüz” başlıklı konumuza dönebiliriz. Efendimiz (s.a.v.)'in buyurduğu “Ölmeden Önce Ölünüz” prensibi, bizleri muhatap alan ve kendi nefislerimize yönelik bir prensiptir. Bu prensibin gereğini yaparak kendimizi birer mevta yerine koymamız, ölümü ve ölümden sonraki İlahi gerçekleri düşünmemiz, içinde bulunduğumuz hayatı bu ölüm gerçeğine göre değer*lendirmemiz, gerçek manada dirilmemize ve bu dirilişle kendimize gelmemize vesile olmaktadır. Efendimiz (s.a.v.)'in buyurduğu “Ölmeden önce ölünüz” prensibinden hareketle ifade ettiğimiz “Ölmeden önce öldürünüz” prensibi ise, kendimizden ziyade kendi dışımızdaki insanlara bakışımızla ilgili bir prensiptir. Hepimizin bildiği gibi Kur'an-ı Kerim biz müslümanlara sağlıklı ve Rabbani bir dünya görüşü vermektedir. Bu dünya görüşüne sahip olan müslümanlar, kendilerine ve kendi dışlarında bulunanlara aynı perspektiften bakmakta ve bütün bunları aynı gerçeklik perspektifinden değerlendirmektedirler. İnsanlara, toplumlara, mustazaflara ve müstek-bîrlere Kur'ani bir bakışla bakan bu müslümanlar, Kur'an-ı Kerimin kendilerine verdiği bu bakış sayesinde hiçbir çelişkiye düşmemekte, herşeyi kendi hakikatine göre değerlendirmektedir. Nitekim Mekke döneminde nazil olan Tebbet suresi de, müslümanlara böyle bir dünya görüşü kazandıran surelerden birisidir. “Ebu Leheb'in iki eli kullusun; kurudu da.”,“Malı da, kazandıkları da kendisine bir yarar sağlamadı.”,“Alevi olan bir ateşe girecektir.”,“Eşi de; odun hamalı (ve), boynuna bükülmüş bir ip (bağlanmış) olarak.” [40] Bu sureyi tefekkür ederek, bu surenin neden veya niye nazil olduğunu düşündüğümüz zaman, karşılaşacağımız ortak cevap bellidir. Bu surenin nazil olma hikmetlerinden birisi, tüm müslümanlara Ebu Leheplere karşı bir bakış, bir değerlendirme vermesidir. Çünkü Mekke dönemi cahiliyesinde varlığını sürdüren Ebu Leheb gibi müstekbirler, dünyevi yaşantılarında mal, makam ve söz sahibi olarak, meseleyi sadece dünyevi boyuttan değerlendiren insanların ilgi ve hevesini çekiyordu. Güç ve kuvvet sahibi olmak isteyen insanlar, mal, makam ve söz sahibi olan Ebu Leheblere bu heves ile yaklaşıyor, “Onların yerinde ben olsam, şöyle şöyle yapardım!.” diyerek, onların yerinde olmak istiyorlardı!. İnsanlar arasında genel geçer olan böylesi yaklaşımlardan müslümanları sakındırmak isteyen İlahi vahiy, Ebu Leheb'in akıbetini açıklayan bu ayet-i kerimeler ile müslümanlara yeni ve gerçek bir bakış kazandırıyordu. Bu Rabbani yaklaşım ile Ebu Leheb ölmeden önce öldürülmüş ve ölüm sonrası akıbeti tüm açıklığı ile orta yere konulmuştur. Bu ayet-i kerimeler nazil olduğu zaman, Ebu Leheb'in mal ve makam gücünü ifade eden elleri henüz kurumamış olsa da, bu ayet-i kerimelere iman eden mü'minler nezdinde hemen kuruyuvermiştü. Çünkü hak ve hakikatin biricik sahibi olan Rableri “Ebu Leheb'in iki eli kurusun; kuruda da.” buyur*muştu. Artık mal ve makam gücünü ifade eden bu ellerin yeşermesi, yaptırım gücüne sahip olması mümkün değildi!. Nitekim bu sure nazil olduktan sonra müslümanların Ebu Leheblere ve Ebu Leheplerin sahip gözüktüğü mal ve makamlara karşı bakışları değişmiş, onların sahip gözüktüğü mal ve makama heves, tamah veya korku ile değil, tiksintiyle bakmaya başlamışlardı. Çünkü Tebbet suresi nazil olmuş, Ebu Leheb'in dünyevi ve uhrevi akibeti bildirilmiş ve tüm müslümanlara Ebu Leheplere karşı sağlıklı bir bakış, Rabbani bir değerlendirme kazandırılmıştı. Ondört asır önce nazil olan bu sureyi, ondört asır önceki Ebu Leheb'e göre değerlendirmek ve bu değerlendirme ile arşive kaldırmak, tabi ki yanlış ve sınırlı bir değerlendirme olacaktır. Çünkü ev*rensel olan Kur'an-ı Kerimin, evrensel olan bu suresi günümüze de seslenmekte ve günümüzdeki Ebu Lehebleri de muhatap alarak, günümüz müslümanlarına da bir bakış, bir değerlendirme kazandırmaktadır. Peki, günümüz müslümanları böyle bir bakışa, böyle bir değerlendirmeye muhtaç mıdır? Bu soruyu tebessümle karşılayan kardeşlerimiz “Allah şahittir ki, Mekke döneminde yaşayan müslümanlardan çok fazla, çok daha fazla muhtaçtırlar!.” diyeceklerdir. Tabi ki doğru bir cevaptır bu!. Günümüzdeki birçok müslümanın, Tebbet suresinde verilen Rabbani bakışa, Tebbet suresinde verilen İlahi şuura şiddetle ihtiyaçları vardır. Çünkü her akşam değişik televizyon kanallarında dolaşan ve içinde bulunduğumuz dünyaya bu kanallardan bakmaya alışan birçok müslümanın, ne yazık ki mal, makam, unvan ve söz sahiplerine karşı Rabbani değil, medyatik bir bakışları oluşmaktadır. Böylesi medyatik yaklaşımlarla bakışları bulanan ve çağdaş Ebu Leheblerin sahip gözüktükleri mal ve makamlara tamah ile yaklaşan bu müslümanlar, bunların konumunda, bunların makamında olabilmek için cehdedebilmektedirler!. Çağdaş Ebu Leheblere ve bunların sahip gözüktükleri güce heves ile bakarak “Bizlerden de böyle mal ve makam sahibi kimseler olsa” diyenler, asıl itibariyle “Bizlerin de böyle güçlü{!) birer Ebu Leheblerimiz olsa!..” demektedirler!. Nitekim “Onların var, bizim niye olmasın” yaklaşımıyla haram ve helal hudutları çiğnenmiş, çok mala sahip olabilmek için helal kaşıklar bırakılarak, haram kepçelere, haram küreklere rağbet edilmeye başlan*mıştır!. Çünkü önemli olan çok kazanmaktır!. Önemli olan, mal ve paranın nasıl kazanıldığı değil, nereye harcanacağıdır!. Ve bunlar, yüce İslam davası için çalışmakta ve bu davaya maddi destek vermek için kazanmaktadırlar!. Hem bu kazançlarının kırkta birini zekat olarak verdiler mi, kırkta otuzdokuzu hemencecik helal olmuyor muydu!. O halde küçücük kaşıklarla'değil, çağdaş Ebu Leheblerin de yaptığı gibi koskoca kepçelerle ve koskoca küreklerle kazanmalıydılar!. Zaten Ebu Leheblerin iştahına göre hazırlanan kanunlar da buna müsait değil miydi!. Çağdaş Ebu Lehebler bu kanunlardan faydalanarak halkın malını yiyecekler, yiyecekler de, onlar bu duruma seyirci mi kalacaklardı!. Oysa bu kanunlardan ve kanuni boşluklardan, halk düşmanı olan Ebu Leheblerin değil, halkın gerçek dostları olan bu müslümanların(!) faydalanması gerekirdi!. Çünkü bu müstümanlar(!), halktan aldıklarının yüzde bilmem kaçının, yüzde bilmem kaçını yine halk için kullanacaklardı!. Ayrıca, çağdaş makamlar da Ebu Leheblere bırakılmamalıydı!. Müslümanlar bütün güçleriyle mücadele etmeli, küfre endeksli bu makamlarda kendilerine bir popoluk yer açabilmeliydi!. Çünkü bu gibi makamlar, insanları güç ve kudret sahibi yapan makamlardı!. Ve müslümanların da, böylesi güç ve kudrete talip, böylesi güç ve kudrete sahip olmaları gerekiyordu!. Oysa bilmezler, bilmezler ki, Ebu Leheblerin kazandıklarından kazanıp, yediklerinden yeyip, oturdukları yere oturdukları zaman, bu Ebu Leheplere benzeyeceklerini ve bunlar gibi olacaklarını!. Çünkü bu şaşkınlar, Ebu Leheblerin yolundan giderek, Ebu Zer gibi olacaklarını zannederler!. Peki susalım mı? Hiçbir şey söylemeyelim mi bu şaşkınlara!. Yoksa aynı sevdaya kapılan birçok yazar, birçok düşünür gibi “Dehh” mi diyelim bunlara!. Yoksa “Allah müstahakınızı versin!.” diyerek, sırtımızı dönelim mi? Fakat olmuyor, onlar bizi dikkate almasalar da, biz onları dikkate almak zorunda hissediyoruz kendimizi!. Ve yine ve yine aynı ifadeyi kullanıyoruz. “Lütfen kendinize geliniz!.” Tebbet suresini tekrar tekrar okuyarak ve bu suredeki ilahi hakikati düşünerek, Ebu Leheb'in ve çağdaş Ebu Lehebierin gerçek durumlarını, kuruyan ellerini görünüz!. Ölmeden önce öldürünüz bunları!. Allah'a isyan ile nefsi diktatörlükler kuran bütün iş adamlarını, bütün politikacıları, bütün bürokratları, bütün aydınları, bütün sanatçıları veya en genel ifadesiyle bu ülkede mal, makam, unvan ve söz sahibi olan bütün Ebu Lehebleri ölmeden önce öldürünüz!. Sonra, sonra bakınız ortadaki leşlere!. Düşününüz bu leşlerin akibetini!. Ve heves edecekseniz, ve tamah edecekseniz, onların bu gerçek haline tamah, onların bu gerçek akibetine heves edin!. Yeter ki, ölmeden önce öldürünüz bu pislikleri!. Tercih Sizin!. Bazen düşünürüm, 19. Yüzyılda dünyaya gelseydim, ne kadar mala ve hangi makamlara sahip olarak bu dünyadan ayrılmak isterdim diye!. Aynı soruyu sizlerde kendinize sorabilirsiniz!. 19. Yüzyıldaki yaşantınızla ilgili kararı bugün, yani 20. yüzyılda verme durumunda olsanız, ne kadar mala ve hangi makamlara sahip olarak bu dünyadan ayrılmak isterdiniz!. Belki de anlayamadınız!. Soruyu değiştirerek de sorabilirim. 21. Yüzyılın sonlarındayız!. Kıyamet henüz kopmamışsa ve şehadet gibi yüce bir mertebeye layık olamamışsak, hepimiz kabirlerimizdeyiz!. Ve kabirleri mizdeyken, böyle bir soru ile karşılaşıyoruz. 20. Yüzyıldaki yaşantınızla ilgili kararı şimdi yani 21. yüzyılda verme durumunda olsanız, ne kadar mala ve hangi makamlara sahip olarak bu dünyadan ayrılmak isterdiniz? Soruyu anladığınız ölçüde gülümsüyor ve anladığnız ölçüde gayet açık cevaplar veriyorsunuz değil mi!. Peki, 20. yüzyıldaki bu yaşantımızın henüz içinde iken, aynı cevabı, aynı açıklıkla verebiliyor muyuz? Yaşantımızla ilgili şimdiki isteklerimiz, şimdiki beklentilerimiz, şimdiki cevaplarımız, kabirlerimizde vereceğimiz apaçık cevapla uyuşuyor mu? Ve arada bazı farklar, bazı önemli farklar var ise doğru cevap hangisidir? Hangi cevaplarımız akli, hangi cevaplarımız nefsidir!. Herneyse, görünen köye kılavuzluk etmeyelim!. İnsanoğlu geçmişle ilgili akli, bugünle ilgili nefsi kararlar vermeye meyyaldir. Şimdiki zamanla ilgili birçok kararımızda, akıl ve nefs çatışmasını yaşıyoruz. Güneş tutulmasından daha vahim, daha loş olan akıl tutulmasına yakalandığımız an*lar, nefsimizin aklımızı gölgelediği anlardır. Nefsi istek ve arzularla aklımızın gölgelendiği böylesi anlarda ver*diğimiz kararlar, genellikle akli değil nefsi kararlardır!. Bu nefsi kararları akli zannetmek ve akli olduğunu iddia etmek ise akıl tutulması değil, akıl batmasıdır!. Halbuki ebedi geleceğimizle ilgili meselelerde karar verirken ve bir tercih hakkında bulunurken, nefsi değil akli davranmak, akli kararlar vermek zorundayız. Çünkü nefsi kararlar, Adem (a.s.) ve Havva validemizin kıssasında görüldüğü gibi bizleri cennete götürücü değil, cennetten çıkarıcı kararlardır. Dolayısıyla gelecek zamandaki ebedi hayatı cehennem yapma pahasına, şimdiki zamandaki kısacık anı cennet (!) yapmaya meyya! ve arzulu olan nefsi kararlardan sakınmamız ve ebedi hayatımızla ilgili olarak İlahi vahyi esas alan akli kararlar vermemiz gerekir. Bunu gerçekleştirmemizin, yani hevayı esas alan nefsi kararlardan sakınmamız oldukça kolay ve kestirme bir yolu ise nefsin debelendiği ve aklı etkilemeye çalıştığı şimdiki zamandan çıkmaktır. Evet, hayatınız ve yaşantınızla ilgili olarak nefsi değil akli kararlar vermek istiyorsanız, şimdiki zamandan çıkarak ölüm anınıza veya. hesap gününe gidebilirsiniz!. İçinde bulunduğunuz bu dünya hayatına, arzularınıza, isteklerinize, çalışma ve çabalamalarınıza hesap gününden bakabilirsiniz!. Hangilerinin anlamlı, hangilerinin anlamsız olduğunu görebilirsiniz!. Nasıl yaşıyorsanız öyle öleceğinizi, nasıl ölmüşseniz öyle haşrolacağınızı dikkate alarak, bu muhteşem hesap gününe nasıl ve ne halde gelmek istediğinizi cevaplayabilirsiniz!. Bu muazzam hesap gününe nasıl bir hal ile gelmek istiyorsanız, o hal üzere ölmenizin, hangi hal üzere ölmek istiyorsanız, o hal üzere yaşamanızın elzem olduğunu anlarsınız!. Şimdiki zamandan çıkarak İlahi hesap gününe gittiğinizde, etrafınıza ve etrafınızdakilere de bakabilirsiniz!. İşte, cehennem ateşini ve bu elem verici ateşin üzerinde durdurulanları görüyor musunuz? Korku dolu bir yumak olan ve çırpınmanın dahi anlamsız olduğunu idrak eden bu insanların ne söylediklerini duyuyor musunuz? “Ateşin üstünde durdurulduklarında onları bir görsen; derler ki: “Keşke (dünyaya bir daha) geri çevrilseydik de Rabbimizin ayetlerini yalanlamasaydik ve müminlerden olsaydık.” [41] Şunların, şu başları öne eğilmiş olanların, Rabbimize nasıl yalvarıp-yakardıklarını dinleyiniz., “Suçlu günahkarlan, Rableri huzurunda başları öne eğilmiş olarak: “Rabbimiz gördük ve işittik; şimdi bizi (bir kere daha dünyaya) geri çevir, salih bir amelde bulunalım, artık biz gerçekten kesin bilgiyle inananlarız” (diye yalvaracakları zamanı) bir görsen.” [42] Bakınız, lütfen bakınız, dünya yaşantısına geri dönmeye çalışan, geri dönebilmek yalvaran ve salih amellerde bulunabilmek için yakaran şu insanlara bakınız!. Ve, ve, ayrıcalığınızı düşününüz!. Bu muazzam hesap gününe, örnek ve ibret almak için geldiğinizi, dünya yaşantısına tekrar geri dönmek, tekrar geri dönebilmek gibi muhteşem bir fırsata sahip olduğunuzu düşününüz!. Sonra selam ile, sevgi ile, gıpta ile Efendimiz (s.a.v.)'e ve onun rahmet gölgesindeki mü'minlere bakınız!. Ve şöyle deyiniz rahmet peygamberine, şöyle deyiniz Resulullah (s.a.v.)'e. “Ya Resulullah!. Ben şimdi dünya yaşantısına geri dönüyorum. Geri dönüşü mümkün olmayan bu hesap gününe tekrar geldiğim zaman, inşallahu Teala sizin yanınızda, sizin gölgenizde olacağım. Bundan sonraki dünya hayatımı, bu muazzam İsteğîmi gerçekleştirmek, gerçekleştirebilmek için yaşayacağım!.” Evet, böyle dediniz mi, böyle demek istediniz mi rahmet peygamberine!. Ve sonra, ve sonra sizin için bir ganimet olan bu dünya yaşantısına dönüp, verdiğiniz bu söze sadık kalacak mısınız? Tercih sizin!. SONUÇ Nakli esas alarak hakkı değil, aklı esas alarak realiteyi ön plana çıkaran bazı kimseler, tüm meseleleri hakka göre değerlendirmeye çalışan ve hakka göre eleştiren biz müslümanları bazen akılsızlıkla ve çağdışı kalmakla, bazen de bireysel*cilikle suçlamaktadırlar!. Batıl ve küfri eğilimlerin somutlaştığı realiteyi dikkate alarak, her meselenin çözümünü bu realitenin içinde arayanlar ve bulduklarını zannedenler, kendilerine yönelttiğimiz her eleştiriyi olumsuz karşılamakta ve bizleri alternatif getirmemekle itham etmektedirler. Onların yollarını, onların yöntemlerini eleştiriyormuşuz, eleştiriyormuşuz ama, bu eleştirilerden sonra hiçbir alternatif getirmiyormuşuz!. Tabi ki getirmediğimizi söyledikleri alternatifler, kendi siparişlerine, kendi beklentilerine uygun alternatiflerdir. Batıl yol ve yöntemlerle kısa bir sürede hakkı ikame edeceklerini zanneden bu zavallılar, kısa ve kestirme yollarını tenkid eden biz müslümanlardan alternatif isterlerken, bizlerden de böyle kısa ve kestirme bir yol alternatifi beklemektedirler!. Tabi ki böyle bir alternatifimiz, böyle bir garantimiz yoktur!. Çünkü gayba taş atmıyor ve gaybdan konuşmuyoruz biz!. Hak adına ve hakkı esas alarak gündeme getirdiğimiz öneriler, batılı esas alan günümüz realitesiyle çelişkili, günümüz realitesine yabancı veya günümüz realitesiyle barışık olmayabilir!. Bu önerilerimizi batı! realiteye göre değerlendirenler, bizleri çağdışılıkla veya bireyselcilikle suçlayabilirler!. Eee, ne yapalım!. Varsın suçlasınlar!. Bütün bunlar pek ilgilendirmiyor, pek bağlamıyor bizleri!. Çünkü küçük hesapların gereğini yapmadan, büyük hesaplar yapmak ve büyük hedeflerin peşine düşmek durumunda değiliz. Kitle hesapları yapan büyük insanlar gibi toplumla uğraşmadığımız, toplumları muhatap alarak büyük toplumsal değişimlere soyunmadığımız doğrudur. Çünkü toplumsal değişimlerin bireyde başladığı, önemle ve öncelikle bireylerde gerçekleştiği inancındayız. Kur'an-ı Kerim'den kaynaklanan bu inancımız nedeniyledir ki, toplumdan önce bireylerle uğraşmakta ve bireylerde yoğunlaşmaktayız. Toplumsal hastalıkları önemle ve öncelikle bireyde çözmeye, bireylerde gidermeye çalışıyoruz. Çünkü biliyoruz ki, karmakarışık bir hale gelen toplum yumağındaki ipin ucu, insandır. Bu ipin ucunu tutmadan ve ipin ucundaki insanı muhatap almadan, bu karmakarışık yumağın çözülebileceği, açılabileceği kanaatinde değiliz. Bu nedenle “Önce insan ve insanın kurtuluşu” diyoruz. Bu nedenle toplumdan önce insana ve insanın kurtuluşuna öncelik veriyoruz. Evet, bütün bu anlattıklarımızı kalbi bir tasdikle karşıla*malarına ve meseleye aynı doğrultuda yaklaşmalarına rağmen yüreklerinde umudsuz bir yılgınlığı yaşayan birçok kardeşimizin bulunduğunu da biliyoruz. 80 li yıllardaki heyecan ve aksiyonlarını yitirmiştir, bu kardeşlerimiz!. O dönemlerde tevhid gerçeğiyle karşılaşan, bu muhteşem gerçeği sahiplenen, bu gerçek ile yepyeni bir dünya görüşü kazanan kardeşlerimiz, ellerininuzandığı her kapıyı çalıyorlar ve bu biricik gerçeği, tanışık oldukları bütün insanlara götürmeye çalışıyorlardı. Çünkü bu muhteşem gerçeğe âeğer vermişlerdi!. Bu gerçeği sahiplenmekte ve kendilerini bu gerçeğe nisbet etmekle, diğer insanlardan çok farklı bir kimliğe, çok değerli bir kişiliğe sahip olduklarını anlamışlardı. Sevdikleri, değer verdikleri bütün, insanlara götürülmesi ve onlarla paylaşılması gereken bir gerçekti bu!. Nitekim her kapıyı bu heyecanla çalıyorlar ve bu İlahi gerçeği kabul eden her insanı, aynı heyecanla bağırlarına-basıyorlardı. Ve yıllar geçti!. Söz ve konuşma meydanlarında, bütün toplumları kurtaracaklarını iddia eden laf kahramanları türemeye başladı!. Laf laf üstüne konularak, söz meydanlarında laftan anıtlar, laftan piramitler yükselmeye başladı!. Bu koskoca laf anıtlarının, bu koskoca laf piramitlerinin yanında, “Önce insan ve insanın kurtuluşu!.” ifadesi, duyutamayacak kadar çıtız, görülemeyecek kadar küçük telakki edildi!. İnsanı hedef almak ve insanı kurtarmaya çalışmak da ne demek idi!. Toplumun içinde insan yok muydu? Toplumun kurtuluşu demek, bütün insanların kurtuluşu demek değil miydi?. Bu köhnemiş perakendeci zihniyet bir kenara bırakılmalı, bu ciddi mesele toptan halledilmeliydi!. Evet, böylesi büyük toptancılar karşısında kendilerini küçücük perakendeciler olarak görmeye başlayan müslümanlar, toplumsal kurtuluş meselesine bu büyük adamlar gibi toptan cevap veremedikleri için kendilerini eksik ve yetersiz görmeye başladılar!. Bu yetersizlik duygusu ile kimlik ve kişiliklerindeki mutmainliği kaybeden müslümanlar, kendilerini sisli bir çıkmazda gördükleri için, bu çıkmaz sokağa diğer insanları davet etmekten de vazgeçtiler!. Kendileri bu sıkıntıyı, kendileri bu bunalımı yaşarlarken, diğer insanları da aynı çıkmaz sokağa, aynı bunalımlı noktaya neden davet etsinler ki!. Oysa bu müslümanların içinde bulundukları yol, ilerisi şimdiden gözükmese de, önü açık, apaçık olan bir yoldur!. Bu yolda azimli bir karar ve kalbi bir mutmainlikle yürüdükleri zaman, hayalperestlerin Herki ufuklarda görmek istedikleri kurtulmuş toplumun, ilerki ufuklarda değil, arkalarında oluştuğunu ve peşleri sıra geldiklerini göreceklerdir!. Yeter ki, yeter ki kalbi bir mutmainliğe ve azimli bir karara sahip olabilsinler!. Peki, bu nasıl olacaktır? Kalbi mutmainlik, Ku’an-ı Kerim'deki İlahi hakikatlere iman ve teslimiyetle gerçekleştirebileceğimiz bir mut-mainliktir. Sırat-ı müstakim konusunda Allah'ın ayetlerini, Allah'ın hükümlerini esas alıyorsak, bizler kalbi mutmainliği hakeden, bu mutmainliğe erişmesi gereken müslümanlarız demektir. İçinde bulunduğumuz yolun, günümüz realitesiyle çelişmesi ya da bu realiteye göre Kızıldeniz'e doğru gitmesi, bu yolun çıkmaz olduğu veya deniz ile kesileceği anlamına gelmez. Çünkü yol İlahi ise dağlar veya denizler bu yolu değil, bu yol dağları ve denizleri kesecektir. Şanı yüce Rabbimiz biz müslümanlara bu yolu emretmişse, denizi uzaktan görünce akli endişelerle durmamız değil, nakli hakikatlerle denize doğru yürümemiz gerekir. Bu mutmainlikle yürüyüp, bu mutmainlikle ayaklarımız denize değdiği zaman, hiç kuşkunuz olmasın ki denize ayaklarımız değil, Musa (a.s.)'ın asası değmiş olacak ve bu Kızıldeniz varılacaktır. Bu söylediklerimi, bir teşvik, bir temenni olarak telakki edenlerin, Kur'an-ı Kerim'e tekrar tekrar yönelmeleri ve tekrar tekrar iman etmeleri gerekmektedir. Çünkü cılız ifadelerle anlatmaya çalıştığım gerçekler, hiç kuşku duymadan iman etmemiz gereken İlahi vaadlerle ilgili gerçeklerdir. Nitekim bu gerçeklerle doğrulmamız ve bu İlahi gerçeklerle kalbi mutmainliğe ulaşmamız gerekmektedir. Azimli bir karara sahip olmak ve hiçbir yılgınlığa düşmeden bu karar istikametinde mücadele etmek ise meselenin olmazsa olmaz olan ikinci yönüdür. Son dönemlerde yaygınlaşan ve yılgınlık denilen bu zafiyet, yakın tarihte bana da bulaşan bir zafiyetti. Çalışmaktan yorgunluğa, yorgunluktan yılgınlığa vardığımı hissetmiştim. Çalışma azmim kırılmış, umudlarım yıpranmıştı sanki!. Bu arada Amasya'ya gitmiş, Amasya'daki kardeşlerimizi ve Ferhat denilen sevdalının, sevdiği Şirin için yardığı, kayaları görmüştüm!. Ve usulca sormuştum kendime. Allah'a yönelik benim sevdam, Şirin'e yönelik Ferhat'ın sevdasından daha mı az diye!. “Daha az!.” demekten utandım!. Diyemezdim, kabul edemezdim, yüreğime sindiremezdim böyle bîr cevabı!. “Daha çok!.” cevabını da veremiyorduml. Çünkü Şirin'e sevdalı olan Ferhat'ın, bu sevda ile yaptıkları meydandaydı!. Utandım!. Bir utanç yumağı olduğumu hissettim!. Hüzünle bükülen boynumu Rabbime uzatarak “Ya Rabbi!. Taşlaşmış kalpleri yarmak, taşları yarmaktan daha zor!.” dedim. Bir savunu veya bir mazeret değildi bu!. Sadece karşılaştığımız zorluğu, karşılaştığımız güçlüğü beyan etmek istemiştim. Rabbimden beklediğim cevap, yine Rabbimin Kitab'ı olan Kur'an-ı Kerim'den gel*mişti. Yüzlerce ayet Kur'an-ı Kerim'den fırlamış ve hepsi gözümün önüne dikilmişti sanki!. Ve hepsi birden “Sen çalışmakla mükellefsin. Netice Allah'tandır” buyuruyorlardı. Vallahi doğru, Billahi hak bir cevaptı bu!. Bizler çalışmakla, bizler çabalamakla mükelleftik!. Hayrı esas alan tüm çabalarınız, dünyevi veya uhrevi mutlak hayırlarla karşılanacak olan çabalarımızdır. Bu çabalarımızın dünyevi karşılığını görmesek dahi, uhrevi karşılığını kesinlikle ve kesinlikle görecektik!. Peki, hak uğrunda çalışıp, çabalamakla mükellef olan bizler, gerektiği gibi çalışıp, gerektiği gibi çabalıyor muyduk? Durun, sakın cevap vermeyin!. Cevap vermeden önce bir televizyon belgeselinde gördüğüm ve sizfere de göstermek istediğim şu alabalıklara bakın ve iyi dinleyin bu balıkların öyküsünü., Tertemiz bir tatlı su kaynağında yumurtalarından çıkan alabalıklar, tatlı su kaynağından başlayarak deniz*lere kadar uzanan binlerce kilometrelik bir yolculuğa başlamaktadırlar. Bu uzun yolculuk ile engin denizlere ulaşan balıkların, denizlerde bir süre yaşadıktan sonra tekrar tatlı su kaynağına dönmeleri ve yumurtadan çıktıkları ilk yere yumurtalarını bırakarak, ölmeleri gerekmektedir. Bu olaya şahit olan bizler, tabi ki balıklara kimin kılavuzluk edeceğini, binlerce yol arasından kendi yollarını nasıl bulacaklarını tartışmıyoruz. Çünkü topraktaki taneden, göklerdeki gezegene kadar her yarattığına yolunu vahyeden Rabbimiz, bal arılarına yollarını nasıl vahyetmişse, bu balıklara da öylece vahyetmişti!. İşte bu vahiy ile ikinci yolculuk başlamakta ve bütün alabalıklar yumurtadan çıktıkları ilk yere doğru binlerce kilometrelik bir maratona çıkmaktadırlar. İlgimi çeken ilk şey, bu ikinci yolculuğun akıntıya karşı olmasıydı!. Bütün alabalıklar, kendilerine vahyedilen yolun istikametine uymuşlar ve akıntıya karşı yüzmeye, akıntıya karşı ilerlemeye başlamışlardı!. Tabi ki kendimi ve bizi düşündüm bu görüntüler karşısında!. Balıkların akıntı istikametindeki ilk yolculukları, tam bizlere göre bir yolculuktu!. Kendimizi akıntıya vererek bir kulaç ile üç arşın gidebileceğimiz bu yolculuk, gerçekten nefislerimizi hoşnut edecek bir yolculuktu!. Fakat bu ikinci yolculuk akıntıya karşıydı!. İlk yolculuktaki gibi bir kulaç ile üç arşın değil, üç kulaç ile bir arşın gidilebilirdi!. Kulaç atmamak, durmak veya duraksamak ise akıntıya kapılmamıza ve gerilememize neden olacaktı!. Gerçekten zor ve zorlu olan bu yolculukta bizler olsaydık, günümüz coğrafyasında görüldüğü gibi herhalde büyük kayıplar, büyük zayiatlar verirdik!. Cahili akıntıya karşı direnme, cahili akıntıya rağmen ilerleme yiğitliğini gösteremeyecek olan birçok mücahid(!), akıntının çağdaş realitesini kabul ederek, bu realiteye göre dönüvereceklerdü. Balıklarda ise böyle bir kayıp, böyle bir zayiat yoktu. Tüm balıklar akıntıya karşı yüzüyorlar, akıntıya rağmen ilerliyorlardı!. Bir gurur değil, bir onur vesilesi olarak söylemeliyim ki, kendimi de, kendim gibi birçok kardeşimi de bu balıklar gibi görüyordum. Cahili realite ve bu realiteden kaynaklanan akın*tılar ne olursa olsun bizleri pek ilgilendirmiyordu. Bizlere vahyedilen yol tüm akıntılara ters de olsa, Allah'a hamdolsun ki bu akıntılara karşı direnmeye, bu akıntılara rağmen ilerlemeye çalışıyorduk. Bu düşüncelerle belgeseli izlemeye, kendileriyle kendimizi kader birliği içinde gördüğüm balıkları seyretmeye devam ediyorum. Birçok ırmak ve akarsuyu bu direnişle geçen balıklar, yollarının bir noktasında büyük bir çağlayan, bir şelale ile karşılaşmışlardı!. Buz gibi donduğumu, donup kaldığımı hissettim!. “İşte yolun sonu!” dedim kendi kendime. Ve haykırmak ve bağırmak istedim bütün balıklara “Ne olur, ne olur geri dönmeyin!.” diye!. Çünkü vahyin gösterdiği bu yol, geri dönülecek Dir yol değildi!. Bu yolda Ölmek vardı, ölmek vardı ama, geri dönmek yoktu!. Bu nedenle haykırmak, bu nedenle bağırmak istemiştim tüm balıklara!. Nitekim ben, cahili akıntılara karşı direnmeye çalışan ben, böylesi şelalelerle karşılaştığım zaman az önce belirttiğim gibi yorgunluğu ve yılgınlığı hissetmiştim, hissetmiştim ama geri dönmemiştim!. Şelalenin döküldüğü yerde durmaya ve direnmeye çalışıyor, “Gerekirse burada, bu noktada öleceğim!.” diyordum kendi kendime!. Ve balıklardan da, tüm balıklardan da bu güzel tavrı bekliyordum!. Bu balıklara seslenmek, bu balıklara şöyle nasihat etmek geçiyordu içimden., Geldiğiniz bu noktadan sakın geriye dönmeyin. Boynunuzu bükerek seslenin Rabbinize, “Ya Rabbi, akıntıya karşı mücadele ede ede bu noktaya geldik. Fakat gördüğün gibi bu şelale çıktı karşımıza!.” “Artık bizi mazur gör, bizi affet!.” deyin.. Tabi ki duyuramadım, tabi ki işittiremedim bu nasihatimi balıklara!. Fakat, benim sözlü nasihatimi işitmeyen bu balıklar, benim sözlü nasihatimi duymayan bu hayvanlar, ahsen-i takvim üzere yaratılan ben insanoğluna halleriyle, tavırlarıyla nasihat etmeye başlamışlardı!. Gördüklerime inanamıyordum!. Bütün balıklar durmadan ve duraksamadan şelaleye saldırmışlar, şelaleyi geçebilmek, şelaleyi aşabilmek için dik, dimdik akan sularla boğuşmaya başlamışlardı!. Küçülmüş küçücük kalmıştım gördüklerim karşısında!. Tüm balıklar sıçraya sıçraya, çırpına çırpına şelaleyi aşmaya çalışıyorlardı!. Balıkların böylesi çırpırfışınf gören ben, ne yapacağımı şaşırmış, arkamdaki yastığın arkasına gizlen*mek istemiştim!. Çünkü balıklar sıçramıyor, balıklar çırpınmıyor, kuyruk ve yüzgeçlerîyle beni kamçılıyor*lardı sanki!. O utanç saniyelerinin nasıl geçtiğini, o uzun saniyelere nasıl dayandığımı bilmiyorum. Benim nasihatimi duymayan ve duymalarına hiç gerek olmayan balıklar, bana çok büyük harflerle şöyle nasihat ediyorlardı. Vahyin bildirdiği yol, elbetteki geri dönülecek bir yol değildir. Bu yolda geri dönmek olmadığı gibi, dur*mak ve duraksamak da yoktur. Karşımıza çıkan şelaleler, durmamız ve duraksamamız için bir neden değildir. Bizler vahyin gereğini yapmakla, bu şelaleleri, bu engelleri aşmaya çalışmakla yükümlüyüz. Bu şelaleleri mutlaka aşacağız, mutlaka geçeceğiz diye bir iddiamız da yoktur. Bizler sadece aşmak için çalışmakla, aşmak için çırpınmakla yükümlüyüz. Nitekim bazı kardeşlerimiz şelaleyi aşamamakta ve ölerek bizlerden ayrılmaktadırlar. Fakat dikkatinizi çekeriz ki bu onurlu kardeşlerimiz şelalenin dibinde beklerken değil, şelaleyi aşabilmek için çırpmırken ölmektedirler!. Susuyorum!. Çıt çıkarmıyorum!. Bu muhteşem nasihati, en ulak tüyümü bile kıpırdatmadan öylece, dinliyorum!. Ve ilave ediyor balıklar. Hem siz, ahsen-i takvim üzere yaratılan siz insanlar, bizim bu mücadelemizi, bizim bu çırpınışımızı neden hayretle, neden şaşkınlıkla karşılıyorsunuz ki!. Bizlere yol*larımızı bildiren İlahi vahiy, uğrunda çırpınılması gereken bir vahiy değil mi? Bu vahyin sahibi olan Rabbimiz, hoşnutluğu için çırpınılması, çırpına çırpına ölünmesi gereken bir Rab değil mi? Ben yine susuyorum. Bildiğim cevabı vermekten dahi utandığımı hissedi*yorum!. Ve bu balıkların, tatlısu kaynaklarına geri dönüp yumurtalarını bırakmalarını ve muzaffer bir komutan edasıyla ölmelerini, aynı suskunlukla seyrediyorum!. Ve şimdi size ve şimdi bize dönüyorum. Az önce sizlere, az önce bizlere bir soru sormuş ve “Hak uğruna çalışıp, çabalamakla mükellef olan bizler, gerektiği gibi çalışıp, gerektiği gibi çabalıyor muyuz?” demiştim. Evet, şimdi cevap verin!. Hak uğruna, İlahi vahiy uğruna çalışıp-çabalamakla mükellef olan bizler, gerektiği gibi çalışıp, gerektiği gibi çabalıyor muyuz? Ben değil, bütün alabalıklar duymak istiyor cevabınızı!. Ve size, sizin bu suskunluğunuza bakarak, aynı gerçeği, aynı açıklıkla yine tekrar ediyorlar,, Kalbi bir mutmainlik ve azimli bir karar ile İlahi vahye sarılınız. Ifahi vahyin gösterdiği yoldan en ufak bir kuşku duymadan, bu dosdoğru yolda yürümeye ve diğer insanları bu dosdoğru yola davet etmeye çalışınız. Allah'a sığınıp, Allah'a tevekkül ederek çalışıp-çabaladığınız zaman, yoldaki musibetleri aşmanız ve Allah'a apaçık bir alınla kavuşmanız mümkün olacaktır. Yeter ki kalbi bir mutmainlik ve azimli bir karar ile İlahi vahye sarılınız!. Ben susmuyorum, ben konuşuyorum bu seferi. “Sizleri yaratan ve sizin halinizle, sizlerdeki ayetler'le bizlere nasihat eden Allah'a hamdolsun” diyorum. Ve bu kitab çalışmasını, böyle bir hamd ile bitiriyorum... [40] Tebbet: 111/1,5. [41] En'am: 6/27. [42] Secde: 32/12. |
Konu Sahibi enderhafızım 'in açmış olduğu son Konular Aşağıda Listelenmiştir | |||||
Konu | Forum | Son Mesaj Yazan | Cevaplar | Okunma | Son Mesaj Tarihi |
En Pratik Sağlık Bilgileri | Pratik / Faydalı Bilgiler | enderhafızım | 0 | 175 | 14 Ekim 2023 13:10 |
Kur'an Güzel Konuşun Diyor, Konuşuyor... | Serbest Kürsü | su damlası | 3 | 2570 | 24 Kasım 2016 14:16 |
Geeflow - Diriliş (15 Temmuz Darbe Rap Şarkısı) | İlahiler/Ezgiler | enderhafızım | 0 | 2101 | 23 Kasım 2016 12:06 |
Otuz Kuş & Dursun Ali Erzincanlı (Şehit Ömer... | İlahiler/Ezgiler | Esma_Nur | 1 | 2832 | 23 Kasım 2016 11:44 |
15 Temmuz Demokrasi Marşı (İndir) | İlahiler/Ezgiler | enderhafızım | 0 | 2415 | 23 Kasım 2016 11:10 |
Konuyu Toplam 1 Kişi okuyor. (0 Üye ve 1 Misafir) | |
Benzer Konular | ||||
Konu Başlıkları | Konuyu Başlatan | Medineweb Ana Kategoriler | Cevaplar | Son Mesajlar |
Yaşamın yankısı | cennetgülü | Kıssalar-Hikayeler-Nasihatler | 3 | 09 Ekim 2023 19:42 |
Otobüs durağı tiplemeleri | FECR | Komik Paylaşımlar | 1 | 11 Temmuz 2018 18:07 |
Yaşamın,ölümün Allah için | Sükutu-Ezber | Sükutu-Ezber | 5 | 19 Nisan 2018 19:32 |
Musibetler Hakkında... | NUR | Soru Cevap Arşivi | 0 | 10 Ocak 2009 15:12 |
yoldaki VİRAJLAR | Aysima | Makale ve Köşe Yazıları | 0 | 18 Kasım 2008 11:27 |
.::.Bir Ayet-Kerime .::. | .::.Bir Hadis-i Şerif .::. | .::.Bir Vecize .::. |
|