|
Konu Kimliği: Konu Sahibi inzar,Açılış Tarihi: 24 Eylül 2007 (16:59), Konuya Son Cevap : 31 Temmuz 2009 (14:00). Konuya 14 Mesaj yazıldı |
| LinkBack | Seçenekler | Değerlendirme |
24 Eylül 2007, 16:59 | Mesaj No:1 |
vakıa suresinin meali.(ali bulaç) vakıa suresinin meali.(ali bulaç) VAKIA SURESİ Rahman Rahim olan Allah'ın adıyla 1- Vakıa (kesin bir gerçek olan kıyamet) vuku bulduğu zaman, 2- Onun vukuuna (gerçekleşmesine artık) yalan diyecek yoktur. 3- O aşağılatıcı, yücelticidir. 4- Yer, şiddetli bir sarsıntıyla sarsıldığı, 5- Ve dağlar darmadağın olup ufalandığı, 6-Derken toz duman halinde dağılıp-savrulduğu, 7- Ve sizler de üç sınıf olduğunuz zaman; 8- İşte o "Ashab-ı Meymene", ne (kutludur o) "Ashab-ı Meymene". 9- "Ashab-ı Meş'eme" ne (mutsuz ve uğursuzdur o) "Ashab-ı Meş'eme". 10- Yarışıp öne geçenler de, öne geçmiş öncülerdir. 11- İşte onlar, yakınlaştırılmış (mukarreb) olanlardır. 12- Nimetlerle-donatılmış cennetler içinde; 13- Birçoğu geçmiş (ümmet)lerden, 14- Birazı da sonrakilerden. 15- 'Özenle işlenmiş mücevher' tahtlar üzerindedirler. 16- Karşılıklı yaslanmışlardır. 17- Çevrelerinde ölümsüzlüğe ulaşmış gençler dönüp dolaşır; 18- Kaynağından (doldurulmuş) testiler, ibrikler ve kadehler, 19- Ki bundan ne başlarını bir ağrı tutar, ne de kendilerinden geçip akılları çelinir. 20- Arzulayıp-seçecekleri meyveler, 21- Canlarının çektiği kuş eti. 22- Ve iri gözlü huriler, 23- Sanki saklı inciler gibi; 24- Yaptıklarına bir karşılık olmak üzere (onlara sunulur); 25- Orada, ne 'saçma ve boş bir söz' işitirler, ne günaha sokma. 26- Yalnızca bir söz (işitirler "Selam, selam." 27- "Ashab-ı Yemin", ne (kutludur o) "Ashab-ı Yemin." 28- Yüklü dalları bükülmüş kiraz (ağaçları), 29- Üstüste dizili meyveleri sarkmış muz ağaçları, 30- Yayılıp-uzanmış gölgeler, 31- Durmaksızın akan su(lar); 32- Ve (daha) birçok meyveler arasında, 33- Kesilip-eksilmeyen ve yasaklanmayan (meyveler). 34- Yükseklere-kurulmuş döşekler (sedirler). 35- Gerçek şu ki, Biz onları yeni bir inşa (yaratma) ile inşa edip-yarattık. 36- Onları hep bakireler olarak kıldık, 37- Eşlerine sevgiyle tutkun (ve) hep yaşıt, 38- "Ashab-ı Yemin" olanlar için. 39- (Bunların) Birçoğu geçmiş (ümmet)lerden, 40- Birçoğu da sonrakilerdendir. 41- "Ashab-ı Şimal", ne (mutsuzdur o) "Ashab-ı Şimal." 42- Hücrelere işleyen kavurucu bir sıcaklık ve kaynar su, 43- Ve kapkara dumandan bir gölge içindedirler. 44- Ki o, ne serindir, ne ferahlatıcı (kerim). 45- Çünkü onlar, bundan önce varlık içinde şımartılmış olanlardı. 46- Onlar, büyük günah üzerinde ısrarlı davrananlardı. 47- Ve derlerdi ki: "Biz öldüğümüz, toprak ve kemik olduğumuzda mı, gerçekten biz mi diriltilecekmişiz?" 48- "Önceden gelip-geçmiş atalarımız da mı?" 49- De ki: "Şüphesiz, öncekiler de ve sonrakiler de." 50- "Bilinen bir günün belli vaktinde mutlaka toplanacaklardır." 51- Sonra gerçekten siz, ey sapık olan yalanlayıcılar, 52- Şüphesiz zakkum olan bir ağaçtan yiyeceksiniz. 53- Böylece karınları(nızı) ondan dolduracaksınız. 54- Onun üzerine de alabildiğine kaynar sudan içeceksiniz. 55- Üstelik 'içtikçe susayan hasta develerin' içişi gibi içeceksiniz. 56- İşte bu, onların din (hesap ve ceza) gününde şölenleridir. 57- Sizleri Biz yarattık, yine de tasdik etmeyecek misiniz? 58- Şimdi (rahimlere) dökmekte olduğunuz meniyi gördünüz mü? 59- Onu sizler mi yaratıyorsunuz, yoksa Yaratıcı Biz miyiz? 60- Sizin aranızda ölümü takdir eden Biziz ve Bizim önümüze geçilmiş değildir; 61- (Yerinize) Benzerlerinizi getirip-değiştirme ve sizi şimdi bilemeyeceğiniz bir şekilde-inşa etme konusunda. 62- Andolsun, ilk inşa (yaratma)yı bildiniz; ama öğüt alıp-düşünmeniz gerekmez mi? 63- Şimdi ekmekte olduğunuz (tohum)u gördünüz mü? 64- Onu sizler mi bitiriyorsunuz, yoksa bitiren Biz miyiz? 65- Eğer dilemiş olsaydık, gerçekten onu bir ot kırıntısı kılardık; böylelikle şaşar-kalırdınız. 66- (Şöyle de sızlanırdınız "Doğrusu biz, ağır bir borç altına girip-zorlandık." 67- "Hayır, biz büsbütün yoksun bırakıldık." 68- Şimdi siz, içmekte olduğunuz suyu gördünüz mü? 69- Onu sizler mi buluttan indiriyorsunuz, yoksa indiren Biz miyiz? 70- Eğer dilemiş olsaydık onu tuzlu kılardık; şükretmeniz gerekmez mi? 71- Şimdi yakmakta olduğunuz ateşi gördünüz mü? 72- Onun ağacını sizler mi inşa ettiniz (yarattınız), yoksa onu inşa eden Biz miyiz? 73- Biz onu hem bir öğüt ve hatırlatma (konusu), hem ihtiyacı olanlara bir **** kıldık. 74- Şu halde büyük Rabbini ismiyle tesbih et. 75- Hayır, yıldızların yer (mevki)lerine yemin ederim. 76- Şüphesiz bu, eğer bilirseniz gerçekten büyük bir yemindir. 77- Elbette bu, bir Kur'an-ı Kerim'dir. 78- Saklanmış-korunmuş bir Kitap'ta (yazılı)dır. 79- Ona, temizlenip-arınmış olanlardan başkası dokunamaz. 80- Alemlerin Rabbinden indirilmedir. 81- Şimdi siz bu sözü mü hor görüp-küçümsüyorsunuz? 82- Ve rızkınızı (Kur'an'dan yararlanma nimetini bırakıp onu) mutlaka yalan saymaktan ibaret mi kılıyorsunuz? 83- Hele can boğaza gelip dayandığında, 84- Ki o sırada siz (sadece) bakıp-durursunuz, 85- Biz ona sizden daha yakınız; ancak görmezsiniz. 86- İşte o vakit, eğer ceza görmeyecek iseniz, 87- Eğer doğru söylüyorsanız, onu, (çıkmakta olan canı) geri çevirsenize. 88- Eğer o (ölecek kişi), yakın kılınan (mukarreb olan)lardan ise, 89- Bu durumda rahatlık, güzel rızık ve nimetlerle donatılmış cennet (onundur). 90- Ve eğer "Ashab-ı Yemin"den ise, 91- Artık, "Ashab-ı Yemin"den selam sana. 92- Ve eğer o, yalanlayan sapıklardan ise, 93- Artık (onun için) alabildiğine kaynar sudan bir şölen vardır. 94- Ve çılgınca yanan ateşe bir atılma da. 95- Şüphesiz bu, kesin bilgi ifade eden bir gerçektir (Hakku'l-Yakin). 96- Öyleyse büyük Rabbini ismiyle tesbih et. | |
Konu Sahibi inzar 'in açmış olduğu son Konular Aşağıda Listelenmiştir | |||||
Konu | Forum | Son Mesaj Yazan | Cevaplar | Okunma | Son Mesaj Tarihi |
iyilik haddi aşarsa kötülük doğurur. | Adap-Edep-Ahlak | Mihrinaz | 2 | 2444 | 26 Şubat 2009 22:12 |
iç alemdeki her mana kabullenmiş değildir. | Adap-Edep-Ahlak | Mihrinaz | 1 | 1930 | 26 Şubat 2009 22:00 |
şiirdir. | Şiirler ve Şairler | _bülbül_ | 3 | 1843 | 14 Şubat 2009 01:47 |
öteler... | Resim/Karikatür | AşıkıZehra | 3 | 1831 | 19 Ocak 2009 15:40 |
halifeye diz çöktüren köle | Kıssalar-Hikayeler-Nasihatler | Kara Kartal | 2 | 1784 | 07 Aralık 2007 10:18 |
24 Eylül 2007, 21:48 | Mesaj No:2 |
Medineweb Site Yöneticisi Durumu: Medine No : 1 Üyelik T.:
14Haziran 2007 | Cvp: vakıa suresinin meali.(ali bulaç) çok muhteşem bir belağat..kuran mucizelerinden biri bu süredir..meailini vermekle başlangış yapmışsınız..anlaşılması için tefsirinide verelim yavaş yavaş.. Dehşet saçan bir olayı sunan bu girişte korku salma amacı son derece belirgindir. Okuduğumuz ayetlerde bu amacı gözeten ve anlamla uyum kuran özel bir üslup kullanılıyor. Her şeyden önce iki yerde "ne zamanki" anlamına gelen "iza" şart edatı kullanılıyor. Bu edatın arkasından şart cümlesi geldiği halde cevap cümlesine yer verilmiyor. Ayetleri bir daha okuyalım da görelim: "Kıyamet koptuğu zaman, Onu hiç kimse yalanlayamayacaktır. O kimini alçaltır, kimini yükseltir." Görüldüğü gibi "Hiç kimse tarafından yalanlanamayacak olan, kiminin derecesini düşürürken kiminin değerini yükseltecek olan o olay gerçekleştiği, yani kıyamet fiilen koptuğu zaman" ne olacağı belirtilmiyor. Bunun yerine yeni bir söze geçiliyor. Şöyle ki: "Yeryüzü şiddetle sarsıldığı zaman. Dağlar paramparça olup,Toz halinde boşluğa dağıldığı zaman: ' Bu büyük dehşet anının gerçekleşmesinden sonra ne olacağı burada da belirtilmiyor. Sanki bu dehşet tablosu, sonucu açıklamasız bırakılan bir giriş, bir ön-alârm niteliğindedir. Açıklamasız geçiştirilmektedir. Çünkü bu ön-alârmın sonu korkunçtur. bu özel üslup, korkunçluğu ve dehşet saçıcı özelliği girişteki bu ayetler tarafından belgelenen surenin genel havasına uygun düşer. Mesela "vakıa" sözcüğü hem anlamı ve hem de hecelerinin titreşimleri ile insanın kafasında şu çağrışımı uyandırıyor: Yukardan düşen kocaman bir kütle kendisine bir yer bulup dengeye kavuşmuştur. Artık ne sarsılacak, ne. de yerinden kayacaktır. Yani "Onu hiç kimse yalanlayamayacaktır." Ayrıca insan zihninin bu büyük kütlenin düşüşüne, bu sürpriz olayın meydana gelişine ilişkin bir beklentisi var. İnsan zihni bu düşüşün arkasından birtakım sarsıntıların, birtakım alt-üst oluşların meydana geleceğini bekliyor. Ayetlerin akışı da bu beklentiye cevap veriyor. Çünkü bu olay Kimini alçaltır, kimini de yükseltir." Yani bu sarsıntı o güne kadar dünyada yüksek tutulan bazı değerleri alçaltırken, düşük sayıla gelmiş olan bazı değerleri de yükseltir. O gün ölçüler ve değerler önce sarsılır, sonra yüce Allah'ın terazisinde yeni dengelere kavuşur. Sonra bu dehşet yeryüzünün, insanların alışageldikleri algılarına göre dengeli ve sarsıntısız olan yeryüzüne sıçrıyor. Bir de bakıyoruz ki, bu yeryüzü şiddetle sarsılıyor. Bu gerçek kıyametin kopması imajı ile uyumlu bir ifade dile getiriliyor. Sonra bu müthiş olayın etkisi ile onca sert bir yapıya sahip olan koca dağlar boşlukta toz bulutu gibi uçuşan parçalara dönüşüyor: "Dağlar paramparça olup toz halinde boşluğa dağıldığı zaman: ' Yeryüzünü şiddetle sarsan ve dağları paramparça edip toz bulutu halinde boşluğa salan bu dehşet, ne kadar korkunçtur. Daha önce ahireti yalanlamış ve yüce Allah'a ortak koşmuşlarken şimdi yeryüzünü ve dağları bu hale dönüştürmüş bu müthiş olayla karşılaşan inkarcılar ne kadar cahildirler! Sure işte böylesine kâfirler tarafından inkar edilmiş ve Allah'a ortak koşanlara yalanlanmış, insanı tepeden tırnağa titreten, duygu dünyasını korku fırtınasına tutturan müthiş bir olayla başlıyor. Kıyametin kopmasını tasvir eden bu sahne burada noktalanıyor. Amaç bu müthiş sarsıntı sonunda meydana gelen alçalmaları ve yükselmeleri, insanların değerlerine ve akibetlerine ilişkin değişiklikleri gözlerimiz önüne sermektir. fizilal.. |
24 Eylül 2007, 21:48 | Mesaj No:3 |
Medineweb Site Yöneticisi Durumu: Medine No : 1 Üyelik T.:
14Haziran 2007 | Cvp: vakıa suresinin meali.(ali bulaç) 8- Defterleri sağdan verilenler. Ne mutlu onlara! 9- Defterleri soldan verilenler. vay gele başlarına! 10- Ve öncüler, hep önden gidenler. Burada üç sınıf insanla karşılaşıyoruz. -Oysa Kur'an'ın bu tür teşhir amaçlı sahnelerinde genellikle insanlar iki sınıfa ayrılırlardı- Önce defteri sağdan verilenler gündeme getiriliyor. Fakat bu sınıf hakkında ayrıntılı açıklama yapılmıyor. Sadece şu saygı ve önem yüklü bir tanıtma cümlesi ile yetiniliyor: "Defterleri sağdan verilenler. Ne mutlu onlara!" Arkasından aynı üslubun karşıt içeriklisi ile defterleri` soldan verilenlerden sözediliyor. Sonra da gözler bu grupların üçüncüsü olan "öncüler"e çevriliyor. Bu mutlu grup tanıtılırken kandı öz sıfatı ile nitelenmekle yetiniliyor; "Ve öncüler; hep önden gidenler" buyuruluyor. Sanki denmek isteniyor ki; Onlar, onlardır işte; bu kadarı yeter." Yani bu grubun konumu o kadar yücedir ki, hiçbir övgü ona birşey ekleyemez. Bu yüzden hemen bu gruptakilerin Allah katındaki değerlerinin anlatılmasına geçiliyor, yüce Allah'ın onlar için hazırladığı nimetlerin ayrıntılı açıklamasına girişiliyor. Sayılan nimetler okuyucuların kavrayabilecekleri, bilgi ve deneyim dağarcıklarında benzerlerini bulabilecekleri nimetlerdir. Okuyalım: |
24 Eylül 2007, 21:49 | Mesaj No:4 |
Medineweb Site Yöneticisi Durumu: Medine No : 1 Üyelik T.:
14Haziran 2007 | Cvp: vakıa suresinin meali.(ali bulaç)
11-26.. Görülüyor ki, bu mutlu gruba bağışlanan nimetler sayılırken en başta bu nimetlerin en büyüğü, en değerlisi olan "Allah'a yakın olma" nimeti anılıyor; "Onlar Allah'a yakındırlar ve bol nimetli cennetlerdedirler" buyuruluyor. Aslında bol nimetli cennetlerin tümü terazinin bir kefesine konsa yüce Allah'a yakın olma nimetine denk gelemez, bu en yüce armağanla asla boy ölçüşemez. Bundan dolayı bu noktada durularak bu yüksek derecenin sahiplerinin kimler olduğu açıklanıyor: "Çoğu önceki ümmetlerden, Birazı da sonrakilerdendir." Demek ki, bu kimseler sayıca azdır; seçilmiş, ayıklanmış bir grupturlar. Çoğu "öncekiler"den ve birazı, "sonrakiler"dendir. Tefsir bilginleri "öncekiler"in ve "sonrakiler"in kimler olduğuna ilişkin farklı görüşleri ileri sürmüşlerdir. Bu görüşlerin birincisine göre "öncekiler" islâmdan önceki ümmet arasında iman etmiş, bu alanda yüksek dereceye ermiş seçkinlerdir. "Sonrakiler" de inançları uğrunda ağır çilelere katlanmış ilk müslümanlardır. İkinci görüşe göre "öncekiler" de, "sonrakiler" de bizim Peygamberimizin ümmetindendir. "Öncekiler" ilk müslümanlardan, "sonrakiler" ise daha sonraki müslüman kuşaklardandırlar. Ünlü tefsir bilgini İbn-i Kesir bu ikinci görüşü benimser ve bu tercihini Hasan ile İbn-i Sirin'e dayandırarak şöyle der: İbn-i Ebu Hatem'in Hasan b. Muhammed b. Sabbah ve Affan kanalı ile bildirdiğine göre Abdullah b. Ebu Bekr muzeni şöyle diyor: "Birgün Hasan `Ve öncüler; hep önden gidenler' ayetini okuduktan sonra `Öncüler geçti. Allah'ım bizleri defterleri sağdan verilenlerden eyle' demişti." İbn-i Kesir sözlerine şöyle devam ediyor: Babamın Ebu Velid kanalı ile bana verdiği bilgiye göre Sırrı b. Yahya şöyle diyor: "Birgün Hasan `Ve öncüler; hep önden gidenler. Onlar Allah'a yakındırlar. Çoğu öncekilerdendir' ayetlerini okudu. Arkasından `Çoğu bu ümmetin ilk kuşaklarındandır' dedi. Yine babamın Abdulaziz b. Muğire b. Mınkarî'ye dayanarak bana verdiği bilgiye göre Ebu Hilâl şöyle diyor: "Muhammed b. Sırın `Çoğu öncekilerdendir. Birazı da sonrakilerdendir' ayetini açıklarken `Sahabiler, öncekilerin de sonrakilerin de bu ümmetten olduklarını söylerlerdi ya da öyle olmasını temenni ederlerdi' demiştir." Bu seçkinlerin kimler oldukları açıklandıktan sonra cennette kendileri için hazırlanan nimetlerin ayrıntılı tanıtımına geçiliyor. Doğallıkla bu nimetlerin kavrayabilecekleri, zihinlerinde canlandırabilecekleri nimetler olmasına özen gösteriliyor. Bunların dışında oraya varınca tanıyacakları başka nimetler de vardır. Fakat hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir hayal gücünün canlandıramayacağı bu süpriz nimetleri o gün kavrayabileceklerdir; kendilerine bu yetenek verilecektir. Şimdi o nimetleri tanıyalım: "Altın işlemeli tahtlarda otururlar." Bu tahtların yüzleri değerli madenle süslenmiştir. O öncüler; "Karşılıklı olarak bu tahtlara kurulurlar." .Rahat ve huzur içindedirler. Kafalarında hiçbir dert, hiçbir endişenin ağırlığı yok. İçinde yüzdükleri nimetlerden yana hiçbir kuşku taşımıyorlar. `Bitecek, tükenecek" diye korku yok içlerinde. Karşı karşıya oturmuş sohbet ediyorlar. Bu arada; "Hiç ölmeyecek hizmetçiler aralarında dolaşır." Bu gençler için zaman işlemez. Dünyadaki benzerleri gibi gençlikleri ve tazelikleri zamanın etkisi ile aşınmaz. İşte bu genç hizmetçiler aralarında dolaşırlar. Nasıl mı?: "Gürül gürül akan çeşmeden doldurulmuş testiler, ibrikler ve kadehlerle." Testiler, ibrikler ve kadehler saf ve iştah açıcı içki ile doludur. Üstelik: "Bu içki ne başlarını ağrıtır ne de sarhoş eder: ' Ne o içkiden ayrı düşerler ne de önlerindeki kaplar boşalır. Oradaki herşey sürekli ve güvenlidir. Ayrıca; "Hoşlarına giden meyvalar ile, iştahla yiyecekleri kuş etleri ile... Orada yasak olan hiçbir şey yok. Oranın mutlu ve sürekli konuklarının canlarının çekmediği hiçbir şey de yok. Bunların yanısıra; "Onlara iri gözlü huriler sunulur. Tıpkı sedefteki inciler gibi: ' "Sedefteki inci" yani "sıkı korunmuş inci". Yani el değmemiş, göz değmemiş ona. Hiçbir el kabuğunu, sedefini kırmamış; hiçbir göz tarafından tırmalanmamış . Bu ifade sözkonusu ceylan gözlü huriler konusunda gönül okşayıcı ve somut olucu anlamlar taşır dolaylı olarak. Bütün bunlar, "Yaptıkları iyiliklerin karşılığı olarak." Evet bütün bu nimetler onların çalışma yurdu olan dünyadaki iyi davranışlarının ödülüdür. Geçici dünyanın tüm nimetlerinin, yanında eksik kalacakları bir mükemmellikle gerçekleşiyorlar. Bütün bunların ötesinde onlar huzur ve sükun içinde selâmlaşıyorlar. Kibar ve nezih sözleri ile birbirlerine sesleniyorlar. Orada ne boşboğazlığa ne tartışmaya ve ne de kem sözle karşılaşılır: "Orada ne boş ve ne günah içerikli söz işitilir. İşittikleri tek söz `selâm, selâm'dır: ' Onların tüm hayatı selâmdır, esenliktir. Üzerinde esenlik, kanat çırpar, havasında buram buram esenlik (selâm) tüter. Bu bol nimetli ve güvenli ortamda melekler onlara selâm verir, birbirleri ile selâmlaşırlar ve kendilerine rahmeti bol olan Allah'ın selâmı iletilir. Kısacası içinde yaşadıkları atmosfer baştan başa selâm ve esenlik atmosferidir. DEFTERLERİ SAĞINDAN VERİLENLER VE CENNET Bu öncü ve seçkin grup hakkında söylenecekler noktalanınca onu izleyen gruba, yani defteri sağdan verileceklerin grubuna geçiliyor. Okuyoruz: |
24 Eylül 2007, 21:50 | Mesaj No:5 |
Medineweb Site Yöneticisi Durumu: Medine No : 1 Üyelik T.:
14Haziran 2007 | Cvp: vakıa suresinin meali.(ali bulaç)
27-40.. Şimdi defterleri sağdan verilenlerle karşı karşıyayız. Surebin girişinde onlardan kısaca söz edilmişti. Şimdi burada öncülerin arkasından onlara ilişkin ayrıntıları okuyacağız. Yalnız bu açıklamalara geçilmeden önce o önem ve saygınlık yüklü ifade bir kez daha tekrarlanıyor: "Ne mutlu onlara!" Bu grubu oluşturan cennetliklere sunulacak olan nimetler anlatılırken somut ve maddi ifadeler kullanılıyor. Nimetlerin niteliklerinde buram buram bedeviliğe özgü "doğallık" tütüyor. Bedevilerin algı ve deneyim dağarcığındaki nimet türleri ön plânda tutularak onların zevklerinin tatmin edilmesi amaçlanmış olmalıdır. Bu grubu oluşturan cennetlikleri "dikensiz sedir ağaçları" bekliyor. Sedir ağaçları normal olarak dikenlidir. Fakat orada budanmışlar, dikenleri ayıklanmıştır. Yine onlar "Mevva yüklü muz ağaçları arasında"dırlar. Muz ağacı Hicaz dolaylarında çok rastlanan dikenli bir ağaçtır. Fakat oradaki türü yine budanmıştır. Üstelik meyvaları emeksiz ve zahmetsiz biçimde devşirile bilmektedir. Onlar "Kesintisiz gölgeler altında ve çağlayan akarsu boylarındadırlar." Bütün bunlar çöl hayatının sevilen ve mutluluk sebebi sayılan nimetleridir. o insanının hayallerini süslerler, özlemlerini depreştirirler. Çöl insanının hayallerini süslerler, özlemlerini depreştirirler. Bunların yanısıra onlar "Sürekli, yasaksız ve bol meyvalar arasındadırlar." Yukarda bedevilerce bilinen meyvalar tek tek sayıldıktan sonra burada ayrıntıya girilmiş, geniş kapsamlı bir "meyva" ifadesi ile yetinilmiştir. Ayrıca onlar "Yüksek döşekler üzerindedirler·" Buradaki döşekler ne "altın işlemeli"dir ve ne de "konforlu"dur. Sadece "yüksek" oldukları belirtiliyor. Yükseklik, biri maddi, öbürü manevi olmak üzere iki anlam taşır. Bu iki anlam birbirini çağrıştırır. "Yerden yükseklik" ve "kirden arınmış"lıkta bu anlamların ikisi buluşur. Çünkü yerden yüksekte olan nesne yerin kirinden, pisliğinden uzak olduğu gibi manen yüksek olan nesne de her türlü pislikten arınmış demektir. Bundan dolayı "yüksek döşekler"in arkasından söz cennetteki eşlere getiriliyor. Yüce Allah "Biz oradaki hurileri yeniden yarattık" buyuruyor. Bu ifade, ya "onları yoktan yarattık" demektir, çünkü onlar huri kökenlidirler. Ya da "varlıkların devamına yenilik getirdik" anlamındadır, çünkü bunlar cennetliklere gönderilmiş genç eşlerdir. "Onları bakire yaptık: ' Onlara hiç kimsenin eli değmemiştir. Onlar "eşlerine aşık ve onlarla aynı yaştadırlar. Eşlerini çok severler ve onlarla akrandırlar. "Defterleri sağdan verilenler için"dirler. Onlara özgüdürler. Bu eşlerin yanılttığı iffetlilik imajı ile "yüksek döşekler" arasında uyum gözetilmiştir. Sözkonusu "defteri sağdan verilenler" var ya; "Bunların bazıları eski ümmetlerden, bazıları da sonrakilerdendirler." bunlar yüce Allah'a yakın olan öncüler grubundan daha kalabalıktırlar. "Öncekiler" ve "Sonrakiler" deyimlerinin yukarda anlattığımız iki muhtemel anlamlarının hangisi geçerli sayılırsa sayılsın bu böyledir ayetlerinde söz edilmişti. Burada ise haklarında ayrıntılı açıklama yer alıyor. |
24 Eylül 2007, 21:51 | Mesaj No:6 |
Medineweb Site Yöneticisi Durumu: Medine No : 1 Üyelik T.:
14Haziran 2007 | Cvp: vakıa suresinin meali.(ali bulaç)
41-56.. Defterleri sağdan verilenlerin "gölgeleri kesintisiz" ve "suları gürül gürül akışlı" iken buna karşılık defterleri soldan verilenler "Gözeneklerine işleyen, kavurucu bir rüzgar önünde ve kaynar su içindedirler; Ne serinliği ve ne de okşayışı olmayan kara ve boğucu bir dumanın gölgesi altındadırlar." Burada da gölge var. Fakat bu gölge "kara ve boğucu bir dumanın gölgesi"dir. Buna gölge denmesi alay ve istihza amacı iledir. O gölgenin "serinliği ve okşayışı" yoktur. Bu sözde gölge, içine girenlerin nefeslerini tıkayan, genizlerini yakan bir zifiri karanlıktır. Bu nefes kesici baskı, adamların davranışlarına uygun düşen bir cezadır. "Çünkü onlar varlık içinde azıtmışlardı: ' Bu nefes kesici baskı o azgınlar için kim bilir ne can yakıcıdır! Yine onlar "Büyük günahı (Allah'a ortak koşma suçunu) işlemekte ısrar ediyorlardı." Ayetin orjinalinde geçen ve sözcük anlamı ile "sözünden caymak" demek olan "hıns" sözcüğü burada suç anlamına gelir. Sözü edilen suç, Allah'a ortak koşma suçudur. Bu sözcük aracılığı ile adamların verdikleri sözü bozduklarına değinilmek isteniyor. Verdikleri sözden maksat, yüce Allah'ın kendisine inanacakları, birliğini onaylayacakları yolunda fıtratlarından almış olduğu taahhüttür. Ayrıca bu adamlar "Ölüp toprak ve kemik yığını olduktan sonra biz yeniden mi diriltileceğiz? Eski atalarımız da mı?" Diyorlardı. " " Evet yapıyorlardı, ediyorlardı. Sanki adamların içinde bu ayetlerle muhatap oldukları dünya sanki arkada kalmış, sona ermiş, geçmiş olmuş. Sanki şu anda bu sahne ve burada tasvir edilen azap yaşanıyor. Ayetin üslubu bize bu izlenimi veriyor. Çünkü dünyanın tüm ömrü bir göz kırpma süresi kadar ve asıl içinde yaşadığımız zaman, ölümden sonra varacağımız alemdir, ahirettir. Burada tam yeri gelmişken Kur'an, dünyaya dönerek inkarcıların yukardaki sözlerine cevap veriyor. Okuyalım: "De ki: `Öncekiler de, sonrakiler de belirlenmiş bir günün randevusunda bir araya getirileceklerdir." O gün şu anda içinde bulunduğunuz, sahnelerini seyrettiğiniz, bol tanıklı gündür. Bir sonraki ayette yine inkarcılara dönülerek onları bekleyen akıbetin anlatılmasına devam ediliyor, yapılan tasvirlerle azgınların çarpılacakları azabın tablosu tamamlanıyor. Okuyalım: "Sonra siz, ey sapık yalanlayıcılar, size kesinlikle zakkum ağacının meyvası yedirilecektir." Zakkum ağacının ne olduğunu hiç kimse bilmiyor. Ona ilişkin tek bilgimiz şudur: Yüce Allah, başka bir surede bu ağacın tomurcuklarının şeytanın başına benzediğini belirtiyor. Gerçi hiç kimse şeytanın başını görmemiştir. Fakat sadece sözü bile insana çok şeyler anlatıyor. Üstelik "zakkum" sözcüğü, tırmalayıcı ses yapısı aracılığı ile insanın zihninde yapışkan, sert, tırmalayıcı batıcı bir imaj uyandırıyor. İnsan bu sözcüğü telaffuz ederken avuçlarının, hatta gırtlağının tırmalandığını hissediyor. Zakkum ağacı, defterleri sağdan verilecek olanlara sunulacak olan "dikensiz sedir ağaçları" ile "meyva yüklü muz ağaçları"nın karşılığıdır. Zakkum ağacının meyvaları şeytan başı gibi olmalarına rağmen bu inkarcılar "onunla karınlarını dolduracaklardır." Çünkü çok açtırlar, çektikleri sıkıntı dayanılır gibi değildir. Bu dikenli acı meyva adamları hemen suya doğru koşturuyor. Gırtlaklarını yumuşatma ve karınlarının hararetini söndürme ihtiyacını doğuruyor. "Üzerine de kaynar su içeceksiniz." Hemen suya yumulurlar. "Onu içtikçe susayan develer gibi içeceksiniz." Susuzluk nöbetine tutulan, bir türlü suya kanmayan develere döneceklerdir. "Onlar hesap günü işte böyle ağırlanacaklardır." "Ağırlanma" dinlenmeyi, rahatlamayı ve huzuru çağrıştırır. Fakat defterleri soldan verileceklerin ağırlanmaları böylesine huzursuz ve rahatsız edici olacaktır. İşte onların o günkü ağırlanmaları böyle olacaktır. Hani o kuşku ile karşıladıkları, soru konusu yaptıkları ve hakkında Kur'an'ın verdiği bilgileri onaylamadıkları gün. Üstelik yüce Allah`a ortak koşuyorlar, O'nun bu bol tanıklı güne ilişkin tehdidini umursamıyorlardı. Kimi insanları alçaltırken kimilerini yükseltecek olan kıyamet gününün akibetlerinin ve yeni değerlerinin gösterisi burada noktalanıyor. Aynı zamanda surenin ilk bölümü de sona eriyor. EVREN VE İNANÇ SİSTEMİ Surenin ikinci bölümü ise bütünü ile inanç sistemini yapılandırmayı amaçlıyor. Bunun yanısıra yeniden dirilme ve ahiret olgusu da sık sık vurgulanıyor. Bu bölümde Kur'an'ın insan fıtratına seslenen kendine özgü anlatım biçimi açıkça ortaya çıkıyor. Kur'an, iman etmeye çağıran kanıtları sergilerken insan vicdanına yalın, kolay anlaşılır ve yumuşak sözlerle yaklaşıyor, en büyük gerçekleri anlatırken bile insanın yakın çevresinden alınmış, zahmetsizce kavranabilen örneklerin tanıklığına başvuruyor. Kur'an, insanın gündelik hayatında karşılaştığı gerçekleri ve sık sık tekrarlanan olayları evrensel realitelere dönüştürür. Bu gerçekleri ile bu olaylarda yüce Allah'ın evrene ilişkin yasalarını keşfeder. Bu gerçekler ve olaylardan hareket ederek geniş kapsamlı bir inanç sistemi, evrene ilişkin bütünleşmiş bir düşünce tarzı oluşturur. Ayrıca yine bu gerçeklerden ve bu olaylardan kendine özgü bir bakış ve düşünce yöntemi geliştirir. Ruhlara ve kalplere canlılık kazandırır. Duygulara ve algılara uyanıklık kazandırır. Bu uyanıklık iki yönlüdür. Bir yönü sabah-akşam insanları gözetlediği halde onlar tarafından yeterince umursanmayan evrenin dış yüzüne yöneliktir. Öbür yönü ile de insanların iç dünyalarına bu dünyada olup biten acayipliklere ve olağanüstülüklere dönüktür. Kur'an, insanları çarpıcı olağanüstü olaylara, sayılı özel mucizelere havale etmez. Onları olağanüstü olayları, mucizeleri, ayetleri, kanunları kendilerinin uzağında, gündelik hayatlarının uzağında, yakın çevrelerindeki yabancısı olmadıkları evrensel görüntülerin ötesinde aramak zorunda bırakmaz. İnsanların vicdanlarında bir inanç sistemi oluşturmak için, bu inanç sistemine dayanan bir evren ve hayat görüşü meydana getirmek için onları karmaşık felsefe akımlarına, içinden çıkılmaz rasyonel tartışmalara ve herkesin yapamayacağı bilimsel deneylere daldırmaz. İnsanların kendi varlıkları yüce Allah'ın sanatının esridir. Çevrelerindeki evrensel görüntüler O'nun gücünün ürünüdür. O'nun eli ile yarattığı her nesnede bir mucize gizlidir. Kur'an da O'nun sözüdür. Kim insanlara öz varlıklarında saklı olan ve yakın çevrelerindeki evrene serpiştirilen mucizeleri kavratırsa onlara gündelik hayatlarındaki olağanüstü olayları belletmiş olur. İnsanlar bu olayları görüp durdukları halde içerdikleri mucizevi özü idrak edemiyorlar. Çünkü bu olayları uzun zamandan beri gördükleri için onları kanıksamışlar, olağanüstü niteliklerini göremez olmuşlardır. Kur'an, insanları bu olaylarla yüzyüze getirerek gözlerini onlara doğru açmalarını ve içerdikleri müthiş sırrı gözlemelerini sağlar. Bu sır yaratıcı gücün, ortaksız birliğin, insanların öz varlıklarında olduğu gibi çevrelerini kuşatan evrende de aktif etkisini gösteren ezeli yasal düzenin sırrıdır. Bu sır insana çağıran kanıtlarla ve inanç sistemini yapılandıran açık deliller ile yüklüdür. Kur'an bu sırrı insanların öz varlıklarına serpiştirir. Daha doğrusu fıtratlarında uykuya dalan bu sırra uyanıklık kazandırır. Surenin bu bölümüne işte bu yöntem egemendir. Bölüm boyunca insanlara yaratıcı gücün öz varlıklarında beliren, elleri ile yaptıkları tarımsal faaliyetlere yansıyan, içtikleri suda meydana çıkan ve yaktıkları ateşte gizlenen kanıtları, mucizevi izleri gösteriliyor. Bu olaylar gündelik hayatlarının en göze çarpan olaylarıdır. Bunların yanısıra son "an"a, şu gezegendeki hayatlarının sonu ile ahiretteki hayatlarının başlangıcına da dikkatleri çekiliyor. Bu an ile herkes karşılaşacak, o noktaya varınca tüm çareler tükenecek; o anda canlılar sınırsız ve tam yetkili gücün tasarrufu ile somut biçimde yüzyüze geleceklerdir. O anda hiç kimse hiçbir yana kımıldayamayacak, kıskıvrak yakalanacaktır. O anda bütün maskeler düşecek, bütün bahaneler geçersiz olacaktır. Kur'an'ın insan fıtratına seslenirken kullandığı yöntem, bu kitabın hangi kaynaktan geldiğini gösteren bir delildir. Kur'an'ın kaynağı ile evrenin kaynağı aynıdır. Kur'an'ın yapılanmasında izlenen yöntem ile evrenin yapılanma sürecinde izlenen yöntem de birdir. Evrendeki en karmaşık sistemler ve en önemli yaratıklar en yalın elementlerden oluşur. Evren binasının yapı taşının "atom" ve canlı binasının yapı taşının "hücre" olduğu biliniyor. Atom, bütün küçüklüğüne rağmen başlıbaşına bir mucizedir. Hücre de bütün minikliğine rağmen bir başka mucizedir. Kur'an'da da gündelik hayatın en basit gözlemleri son derece önemli bir inanç sisteminin ve alabildiğine geniş kapsamlı evrensel düşüncenin oluşturulması sürecinde yapı taşları olarak kullanılır. Bu gözlemler üreme, tohum ekip ekin yetiştirme, su, ateş ve ölüm gibi sıradan gözlemlerdir. Bu gözlemler şu yeryüzünde yaşayan hangi insanın deneyim dağarcığında yoktur? Meniden insan doğduğunu, tohumdan ekin ürediğini, gökten yağmur yağdığını, ateşin yanışını ve ölümü hiç görmeyen bir mağara adamı mı? Kur'an herkesin deneyim dağarcığında bulunan bu basit gözlemlerden hareket ederek bir inanç sistemi kuruyor. Çünkü bu kitap çevresi ve bilgi düzeyi ne olursa olsun bütün insanlara sesleniyor. Kur'an, zaman zaman "gezegenlerin yörüngelerinden de söz etmekle birlikte genellikle bu tür yalın gözlemlere dikkatleri çeker. Çünkü bu yalın ve basit gözlemler aslında en önemli evrensel gerçekler, en çarpıcı ilâhi sırlardır. Bunlar yalınlıkları sayesinde her insanın fıtratına seslenirler. Aslında bu yalın gözlemler dünya durdukça en iddialı bilginlerin araştırma konuları olacak kadar önemlidirler. Şöyle ki: Gezegenlerin yörüngeleri, evrene egemen olan geometrik dengeyi simgeler. İnsan hayatının doğuşu, sırların sırrıdır. Bitkisel hayatın doğuşu, tıpkı hayvan hayatı gibi, mucizelerin mucizesidir. Su, hayatın kaynağıdır. Ateş, insana özgü uygarlık sürecinin yapı taşıdır. Bu nesneleri inceleme, bu inanç ve düşünce sistemi oluşturma yöntemi, insanların kullandıkları bir yöntem değildir. İnsanlar bu alanlara daldıklarında ya evrenin yapı taşlarını oluşturan bu temel elementlere inmezler ya da eğer onları ele alırsa böylesine yalın, böylesine kolay anlaşılır bir yaklaşımla ele almazlar. Bunun yerine meseleleri sadece seçkin bir azınlığın anlayabileceği soyut ve karmaşık felsefe tartışmalarına boğarlar. Yüce Allah'a gelince O'nun yöntemi işte budur: Evrenin yapı taşlarını oluşturan temel elementleri ele alarak bunlardan yalın ve kolay anlaşılır, fakat aynı zamanda eksiksiz-gediksiz bir inanç sistemi oluşturur. Tıpkı evrenin temel yapı taşlarını kullanarak şu koca evreni bina ettiği gibi. Beriki öbürünün uzantısıdır aslında. Her ikisi aynı yaratıcı üslubun, aynı erişilmez sanatın belirgin damgasını taşıyor! |
24 Eylül 2007, 21:51 | Mesaj No:7 |
Medineweb Site Yöneticisi Durumu: Medine No : 1 Üyelik T.:
14Haziran 2007 | Cvp: vakıa suresinin meali.(ali bulaç)
57-62.. Bu olgu, yani ilk ortaya çıkış ile hayat sahnesinden çekiliş olgusu, başka bir deyimle yaratılış ve ölüm olgusu herkesin gördüğü, bildiği ve yaşam süreci boyunca sık sık tekrarlandığına tanık olduğu bir olgudur. O halde insan nasıl olur da yüce Allah tarafından yaratıldığını onaylamaz? Bu gerçeğin fıtrat üzerindeki baskısı o kadar büyük, o kadar ağırdır ki, insan varlığı ona karşı direnemez, karşısında mücadele edemez. Evet, "Sizi yaratan biziz, bunu onaylasanıza!" Devam ediyoruz: "Fışkırttığınız meniyi görüyor musunuz? Onu siz mi yaratıyorsunuz, yoksa onu yaratan biz miyiz?" İnsanın yaratma eylemindeki rolü, erkeğin kadın rahmine meni akıtmasından ibarettir. Erkeğin ve kadının işi bu noktada biter. Bu noktadan sonra sınırsız güç işe el koyar. Bu basit sıvıyı işlemeye başlar. Ona can verir. Onu geliştirir. Onun iskeletini çatar. İçine ruh üfler. İlk insanın sahneye çıktığından beri bu mucize, sadece yüce Allah'ın meydana getirebildiği bu olağanüstü olay her an tekrarlanır durur. Böyleyken insan bu olayın özünü, mahiyetini kavrayamaz; nasıl meydana geldiğini bilmez. Nerede kaldı ki, onun oluşumuna katkıda bulunsun! Mesele böyle ana çizgileri ile ortaya konunca onu herkes anlayabilir. Zaten yaratılış mucizesini değerlendirip onun etkisini algılayabilmek için bu kadarını bilmek yeter. Fakat bu tek hücrenin ana rahmine düşmesinden başlayarak canlı bir varlık haline gelmesine kadar uzayan hikayesi akla-hayale sığmaz derecede acayip bir serüvendir. Öyle ki, eğer fiilen meydana gelmiş olmasa, eğer herkes onun meydana gelmesine tanık olmasa bu hikayeye hiçbir insan aklı inanmaz. Bu tek hücre ana rahminde bölünerek çoğalmaya başlar. Kısa süre sonra hücrelerin sayısı milyonları bulur. Bu üreyen hücreler gruplara ayrılırlar. Her grubu oluşturan hücreler, diğer grubu meydana getiren hücrelerden farklı özellikte olur. Çünkü her hücre grubu, insan organizmasının başka bir tarafını, ayrı bir sistemini oluşturmakla görevlidir. Mesela şunlar kemik hücreleri, şunlar kas hücreleri; şunlar deri hücreleri, şunlar da sinir hücreleridir. Ayrıca şu gruptaki hücreler gözleri oluşturmakla, şu gruptakiler dili oluşturmakla, şu gruptakiler kulakları oluşturmakla, şu gruptakiler de çeşitli salgı bezlerini oluşturmakla görevlidirler. İkinci gruptaki hücreler, birinci gruptaki hücrelere oranla daha özel niteliklidir. Her hücre grubu görev yerini bilir. Buna göre mesela göz hücreleri görev yerlerini şaşırıp karın boşluğunda ya da ayaklar bölgesinde kümelenmeye kalkışmazlar. Eğer bu hücreler mümkün olsa da fabrikasyon yöntemi ile üretilebilse ve sonra bu fabrikasyon hücreleri karın boşluğuna bırakılsa orada göz meydana getirirler. Oysa doğal göz hücreleri kendi öz dürtüleri sayesinde böyle bir yanlışlığa düşmezler, yani karın bölgesinde birikip orada göz oluşturmaya girişmezler. Tıpkı bunun gibi kulak hücreleri de ayak bölgesinde kümelenerek orada kulak meydana getirmezler. Bütün bu hücre grupları yüce yaratıcının gözetimi altında görevlerini yaparak insan organizmasını en güzel biçimde meydana getirirler. İnsanın bu alanda hiçbir rolü, hiçbir katkısı olmaz." (Daha geniş bilgi için Necm suresi, 45-46 ncı ayetlerin tefsirine bakınız) Bu hayatın başlangıcı. Sonuna gelince o da daha az mucizevi, daha hayret uyandırıcı değildir. Gerçi o da hayatın başlangıcı gibi insanların alışılmış gözlemleri arasında yer alır. Okuyalım: "Ölümü aranızda plânlayan biziz. Hiç kimse bizim önümüze geçemez. Her canlının sonu olan bu ölüm acaba nedir? Nasıl meydana gelir? O karşı konulmaz gücünü nereden alıyor? O yüce Allah'ın plânının bir sonucudur. Bu yüzden ondan hiç kimse paçayı kurtaramaz. Onu hiç kimse geride bırakıp atlatamaz. O yaratılış zincirindeki yerini mutlaka alacak olan bir halkadır. Devam ediyoruz: "Amacımız benzerlerinizi yerinize geçirmektir." Böylece yeryüzü kalkınacak, hayat düzeyi gelişecek, halifelik görevi sizden sonra da yürütülecektir. Ölümü nasıl yüce Allah plânladı ise hayatı da O plânlamıştır. O ölümü, ölenlerin benzerleri olan başka insan kuşaklarını hayat sahnesine çıkarmak için plânlamıştır. Bu süreç dünya hayatının vadesi doluncaya kadar devam edecektir. Bu belirlenmiş vade dolunca yeniden diriliş aşamasına sıra gelecektir. Okuyalım: "Ve hepinizi bilmediğiniz bir alemde yeniden diriltmektir." Bu olay insan bilgisine kapalı olan o meçhul alemde meydana gelecektir. İnsanlar bu alem hakkında, yüce Allah'ın verdiği bilgiler dışında hiçbir şey bilmiyorlar. O zaman yaratılış zincirinin son halkası yerine geçmiş ve insanlık kervanı konaklama yerine varmış olur. Bu ahiretteki yeniden diriliştir."İlk yaratılmayı bildiniz. Bunu düşünüp ders alsanıza!" Bu olay size son derece yakındır ve hiçbir akıl almaz tarafı yoktur. Kur'an, gerek ilk yaratışın gerek ahiretteki yeniden dirilişin hikayesini işte böylesine yalın, böylesine kolay anlaşılır bir dille bildiği bir mantığın önüne dikiyor. İnsan fıtratı bu mantığa karşı koyamıyor. Çünkü bu mantık, onun yalın gerçekleri ile insan hayatının yakın gerçeklerine dayanıyor. Ortada ne karmaşıklık, ne soyut kavramlar ne zihinleri yoran ve vicdanlara sinmeyen felsefe spekülasyonları var. İşte evreni yaratan, insanı yoktan vareden ve Kur'an'ı indiren yüce Allah'ın öğretim yöntemi budur. Kur'an, bir kere daha yalın ve kolay anlaşılır anlatımı ile insanların karşısına çıkıyor. Onların dikkatlerini alışageldikleri, sık sık gözledikleri bir başka olaya çekerek kalplerini etkilemeye çalışıyor. Amaç farkında olmadıkları halde gözleri önünde olup biten bu olayda kendilerine yüce Allah'ın elini göstermek, önlerinde meydana gelen mucizeyi fark etmelerini sağlamaktır. Okuyoruz: |
24 Eylül 2007, 21:52 | Mesaj No:8 |
Medineweb Site Yöneticisi Durumu: Medine No : 1 Üyelik T.:
14Haziran 2007 | Cvp: vakıa suresinin meali.(ali bulaç)
63-67... İnsanların elleri altında filizlenip gelişen ve ürünü veren şu bitkiye bir göz atalım. İnsanların bu olaydaki fonksiyonu nedir? Toprağı sürüyorlar ve yüce Allah'ın yarattığı tohumu ekiyorlar, o kadar. Bu noktada fonksiyonları sona eriyor. Sonra yüce Allah'ın güçlü eli tek başına devreye girerek olağanüstü, hayret uyandırıcı ve mucizevi çalışmasına koyuluyor. Tohum tanesi, kendi türünü yeniden meydana getirmek üzere yola koyuluyor. Bu yolda akıllı, deneyimli, aşacağı aşamalarının ayrıntılarından haberdar bir canlının bilinci ile ilerliyor. İnsan zaman zaman işinde hata yapıyor, ama bu tohum taneciği hiç yanlış adım atmıyor, hiç yolundan sapmıyor, belirlenmiş hedefinden şaşmıyor. Çünkü bu hayret verici yolculuğunun yolu boyunca attığı her adımı yüce Allah'ın güçlü elinin denetimi altında atıyor. Bu öylesine hayret uyandırıcı bir yolculuktur ki, eğer eskiden de, şimdi de hep tekrarlanmasa ve her onu şu ya da bu biçim ile, şu ya da bu türü ile görmemiş olsa hiçbir akıl onu onaylamaz, hiçbir hayal onu tasarlayamazdı. Eğer böyle olmasaydı, birtek buğday tanesinin şu sapı, şu yaprakları, şu başağı ve şu kadar çok taneyi içinde gizlediğine ya da bir hurma çekirdeğinin hiçbir eksiği olmayan kocaman bir hurma ağacını yapısında taşıdığına hangi akıl inanır, hangi hayal gücü ihtimal verirdi? Eğer bu olay sabah-akşam hep meydana gelmese, eğer bu hikaye herkesin gözü, kulağı önünde tekrarlanıp durmasa hangi akıl bunu kabul eder, hangi akıl bunu tasarlayabilirdi? Hangi insan bu hayret verici olayda toprağı sürmekten ve yüce Allah'ın yaratmış olduğu tohumu ekmekten başka bir rolü, bir katkısı olduğunu iddia edebilir? Bütün bunlardan sonra insanlar kalkıyorlar, "biz ekin yetiştirdik" diyorlar. Oysa bu süreçteki payları toprağı sürmekten ve tohumu ekmekten öteye geçmemiştir. Bunun ötesinde her tohum tanesinin simgelediği hayret verici hikaye, tohumun çatlayıp filizlenmesinde, gelişip serpilmesinde somutlaşan olağanüstü olay, bütün bu akla sığmaz gelişmeler "ekinleri bitiren" yüce Allah'ın sanatının eseridir. Eğer Allah dileseydi, bu tohum yolculuğunu başlatmazdı. Eğer Allah izin vermeseydi başlayan bu yolculuk hedeflenen sonuca ermezdi. Eğer Allah isteseydi, o bitkiyi, ürününü vermeden önce kuru bir çöpe dönüştürürdü. Tohum, başlangıcından sonuna kadar uzayan yolculuğunun tümünü O'nun dileği ile aşabiliyor. Eğer ekilen tohum beklenen ürününü vermeden mahvolsa insanlar mırın kırın ederler, yana-yakıla konuşurlar ve meselâ "Biz borca battık; daha doğrusu her şeyimizi kaybettik" derlerdi. Fakat yüce Allah lütfünun sonucu olarak onlara ürün bağışlıyor, ekilen tohumun fonksiyonunu tamamlamasını, belirlenen yolculuğunu sona erdirmesini sağlıyor. Hemen belirtelim ki, tohumun bu yolculuğu, ana rahmine atılan menideki sperma hücresinin yolculuğunun aynısıdır. Bu yolculuk, sınırsız ilahi gücün yoktan var ederek gözetimi altında sürdürdüğü hayatın dışa yansımış biçimlerinden biridir. Bu ilk yaratılış olayı gözler önündeyken yeniden diriliş olayında ne gibi bir gariplik bulunabilir? |
24 Eylül 2007, 21:52 | Mesaj No:9 |
Medineweb Site Yöneticisi Durumu: Medine No : 1 Üyelik T.:
14Haziran 2007 | Cvp: vakıa suresinin meali.(ali bulaç)
68-70.. Yüce Allah'ın plânı uyarınca hayatın kaynağı ve vazgeçilmez, yeri doldurulmaz temel unsuru olan şu suya bir bakalım. Acaba insanın bu madde üzerindeki rolü nedir? Tek rolü, onu içmektir. Bunun ötesinde onu elementlerinden oluşturan ve bulutlardan yere indiren güce gelince bu güç, tek başına yüce Allah'ın gücüdür. Ayrıca O, bu suyun "tatlı" olmasını planlamıştır. "Eğer isteseydik onu acı yapardık: ' O zaman ne içilebilirdi ve ne de hayat kaynağı olabilirdi. Öyleyse ey insanlar, suya ilişkin iradesini şimdiki doğrultuda yürütmüş olan yüce Allah'ın bağışına şükretsenize! Bu Kur'an ilk seslendiği insanlar olan Araplar için bulutlardan yere inen su, yani yağmurun yağması, hayat iksiri, şenlik sebebi ve gönül tellerini titreten, heyecan uyandırıcı bir konuşma konusu idi. Arap edebiyatının kasideleri ve öbür türlerdeki şiirleri bu özlemi ebedileştiren örneklerle doludur. İnsanlık uygarlık alanında geliştikçe suyun değeri azalmamış, tersine artmıştır. Bilimsel araştırmalarla uğraşanlar, suyun ilk kaynağını belirlemeye çalışan bilginler, öbür sıradan insanlara oranla suyun ilk oluşumu olayına daha çok değer verirler. Kısacası suyun yaratılışı ve yağmur olarak yere inişi hem çöldeki ilkel insan için, hem de bilimsel araştırmalarla uğraşan bilgin için aynı derecede ilgi odağıdır. |
24 Eylül 2007, 21:53 | Mesaj No:10 |
Medineweb Site Yöneticisi Durumu: Medine No : 1 Üyelik T.:
14Haziran 2007 | Cvp: vakıa suresinin meali.(ali bulaç)
71-74... İnsanoğlunun ateşi keşfetmesi, tarihinin büyük bir olayıdır. Belki de uygarlığın başlangıcını oluşturan en büyük buluştur. Fakat zamanımızda alışılmış, kanıksanmış, önem verilmez olmuştur. Evet, insan ateşi yakıyor. Fakat bu ateşin yakıtını kim yarattı? Ateşi tutuşturmak için hammadde olarak kullanılan ağacı, odunu kim varetmiştir? Yukarıda bitki yetiştirme olayından sözetmiştik. Ağaç da bu bitki yetiştirme faaliyetinin bir alanıdır. Üstelik okuduğumuz ayetlerin ilkinde yeralan "ağacını" ifadesi ile dikkatlerimiz diğer önemli bir noktaya çekiliyor. Eski araplar iki ağacın dallarını birbirine sürterek ateş yakarlardı. Bu yöntem o gün olduğu gibi günümüzün ilkel toplumları tarafından da kullanılıyor. Bu yüzden ateşin tutuşması olayı o günkü arapların gündelik deneyimlerine daha yakın, daha dikkat çekici bir olaydı. Ateş mucizesi ve araştırmacı bilginlere göre sır olan niteliği halâ araştırma, gözlem ve ilgi konusudur. Söz ateşten açılmışken ayet, ahiretteki cehennemin ateşine dolaylı biçimde değinen bir hatırlatma yapıyor. Okuyoruz: "Biz onu hem düşündürücü, ibret verici bir uyarıcı, hem de ihtiyacı olanlar için bir yararlanma kaynağı olarak yarattık: ' "Uyarıcı", yani cehennem ateşini hatırlatan bir uyarıcıdır o. Ayrıca onu ihtiyacı olanlar için, özellikle yolcular için bir yararlanma kaynağı olarak yarattık. Bu işaret, bu ayetin ilk okuyucularının vicdanlarında derin etki meydana getirecek nitelikte idi. Çünkü onların gündelik hayatlarında, yaşama süreçlerinde canlı, somut anlamı olan bir realiteyi simgeliyordu. Ayetler, iman etmeyi haykıran, kalplere ve zihinlere kolayca işleyen bu gerçekleri ve sırları gözler önüne serdikten sonra dikkatlerimiz bu gerçeklerin dayanak noktasını oluşturan gerçeğe çevriliyor. Bu gerçek Allah'ın varlığı, yüceliği ve Rabb'lığı gerçeğidir. Bu gerçek insan fıtratına güçlü bir etki ile yöneliyor. Ayrıca Peygamberimize bu gerçeği canlandırması, hakkını vermesi ve vakit geçirmeden onunla kalpleri kamçılaması yolunda kesin direktif veriliyor. |
Konuyu Toplam 1 Kişi okuyor. (0 Üye ve 1 Misafir) | |
Benzer Konular | ||||
Konu Başlıkları | Konuyu Başlatan | Medineweb Ana Kategoriler | Cevaplar | Son Mesajlar |
Tin Suresinin Meal Ve Tefsiri | MERVE DEMİR | Tefsir Çalışmaları | 8 | 02 Ocak 2012 19:01 |
Bakara Suresinin Temel Mesajları | Yitiksevda | Kur'ân-ı Kerim Genel | 0 | 21 Kasım 2009 01:09 |
Kurtarıcı akımlar / Ali Bulaç | BANU AKSOY | Serbest Kürsü | 0 | 12 Kasım 2009 00:28 |
Vakıa Suresi | Huzurİslam | Hadis-i Şerif | 0 | 01 Aralık 2008 02:29 |
vakıa suresinin fazileti | akgün | Kur'ân-ı Kerim Genel | 2 | 06 Nisan 2008 00:43 |
.::.Bir Ayet-Kerime .::. | .::.Bir Hadis-i Şerif .::. | .::.Bir Vecize .::. |
|