|
Konu Kimliği: Konu Sahibi Medine-web,Açılış Tarihi: 09 Temmuz 2007 (23:55), Konuya Son Cevap : 11 Ekim 2023 (17:58). Konuya 304 Mesaj yazıldı |
| LinkBack | Seçenekler | Değerlendirme |
27 Mayıs 2012, 02:10 | Mesaj No:151 |
Durumu: Medine No : 13855 Üyelik T.:
22 Mayıs 2011 | Cevap: medineweb kıssadan hisseler arşivi (1)
Bir asker, namaz kılan (en zor şartlarda bile terk etmeyen) diğer askere sordu: Arkadaş kaçıncı asırda yaşıyoruz ? Niçin kendini zahmete sokup, her gün 5 defa namaz kılıyorsun? Namaz kılan asker, tam o sırada uzaktan görünen teğmeni gösterdi: -Şu insan; niçin yanından geçerken toplanıyor, selam veriyor ve bütün emirlerine itaat ediyorsun 'yat' dese yatıyor, 'kalk' dese kalkıyorsun? O da senin gibi iki ayağı, iki eli ve bir başı olan birinsan değil mi?' Diğer asker cevap verdi: -'Evet! O da benim gibi bir insan ama rütbesi var, omuzun da yıldızı var' Namaz kılan askerin cevabı müthişti: '-Ey arkadaş! Sen omuzun da bir tane yıldızı var diye senin gibi bir insana itaat ediyorsun da ben, yerdeki kumlar adedince yıldızları olan ve hepsini tesbih tanesi gibi kudret eliyle çeviren bir zâta niçin itaat etmeyeyim? Niçin namaz kılıp, emrini yerine getirmeyeyim? |
29 Mayıs 2012, 22:42 | Mesaj No:152 |
Durumu: Medine No : 13855 Üyelik T.:
22 Mayıs 2011 | Cevap: medineweb kıssadan hisseler arşivi (1) Saliha bir kadının, münafık ve cahil bir kocası vardı. Bu kadın " Bismillahirrahmanirrahim " diye besmele çekmeden, hiçbir işine başlamazdı. Kocası,onun bu haline kızar, kadıncağıza yapmadığı eziyeti bırakmazdı. O saliha kadın ise, kocasının eza ve cefalarına sabreder ve onun doğru yola gelmesi için Allah'a dua ederdi. Birgün,kadının kocası iyice öfkelenmişti..Karısına yapacağı eziyet ve kötülük için bir bahane arıyor ve kendi kendine : " Şuna bir oyun çevireyimde görsün ; bakalım onu rezil olmaktan kim kurtaracak ? " diye söylenip duruyordu. Başkalarına açıkça söyleyemediği inkarcılığı,artık bütün çirkinliğiyle,içinde dolup taşmıştı. Hanımını çağırdı,ona bir kese altın vererek : - Bunu iyi sakla !!! diye tenbih etti. Kadında kocasının emri üzerine hemen gitti,besmeleyi çekerek keseyi iyice sakladı. Bu arada kocasıda onu gizlice takip ediyordu. Sonra karısının haberi olmadan keseyi, karısının sakladığı yerden aldı. İçindeki altınları boşaltarak, keseyi derin bir kuyuya attı. Aradan çok geçmeden karısını çağırdı ve : - Sana verdiğim bir kese altını hemen getir. dedi. Kadın koştu ; keseyi sakladığı yere, " Bismillahirrahmanirrahim " diyerek elini uzattı. Tam o anda, Allahu Tealanın emriyle, kese kadının sakladığı yerde içindeki altınlarla beraber aynen duruyordu. Islanan keseden suları damlıyordu. Kadın kesenin neden ıslak olduğunu anlayamadı ve keseyi kocasına getirdi. Adam içi altınla dolu keseyi görünce çok şaşırdı ve karısının söylediklerinin ne kadar doğru olduğunu anladı. Sonra karısına ; - Sana çok zulmettim,çok canını yaktım,beni affet. diye yalvarmaya başladı. Allah'a tevbe ve istiğfar etti. İbadetlerine bağlı bir insan oldu. O günden sonra dua ve yakarışlarında hep şöyle derdi ; - Ya Rabbi ! Bana dünyam ve ahiretim için hayırlı, Saliha bir kadını eş olarak verdiğin için,sana hakkıyle şükretmekten acizdim,beni affet Alah'ım... O saliha kadın ise ; - Ya Rabbi ! Sana şükürler olsun ki,duamı kabul edip kocamı salihlerden eyledin,diye dua ediyordu. Bu hikayeden alınacak ibretler ve çıkarılacak hikmetler çoktur.Büyükler demişlerki ; " Sabrın kendisi acıdır,lakin meyvesi tatlıdır." Kaynak : Ahmed Şihabuddin El-Kalyubi'nin," Dini Hikayeler ", Çeviri : Hüseyin Erdoğan |
03Haziran 2012, 23:56 | Mesaj No:153 |
Durumu: Medine No : 15266 Üyelik T.:
14 Aralık 2011 | Cevap: medineweb kıssadan hisseler arşivi (1)
Derviş, bir kucak elma ile bayırlar aşan bir genç kıza rast gelmiş bozkır sıcağında. Yorgunluktan al almış kızın yanakları. "Nereye gidersin? Ne doldurdun kucağına?" diye sormuş. Uzak bir tarlayı işaret etmiş kız. "Sevdiğim çalışıyor orada. Ona elma götürüyorum." Kaç tane diye soruvermiş derviş baba. Kız şaşkın; "İnsan sevdiğine götürdüğü şeyi sayar mı hiç?" Usulca kırmış elindeki tesbihi derviş…
__________________ ''onlar sanıyorlar ki, biz sussak mesele kalmayacak. halbuki,biz sussak, tarih susmayacak.. tarih sussa, hakikat susmayacak........'' |
06Haziran 2012, 22:47 | Mesaj No:154 |
Durumu: Medine No : 13855 Üyelik T.:
22 Mayıs 2011 | Cevap: medineweb kıssadan hisseler arşivi (1) Hikmet ehli zatlar buyuruyor ki: Müslümanda şu veya bu sebepten dolayı bir sıkıntı, bir keder olur. Ancak Müslüman, bu sıkıntılarına rağmen güler yüzlü tatlı dillidir, neşesi yüzünde, kederi kalbinde olur. O keder kalbde kalmalı, ben üzüntülüyüm diye başkasını üzmemeli. İnsanları üzmek günahtır. Allah’ın kullarını sevip, sevindirmek gerekir. Bir mümini sevindirenden, Allahü teâlâ razı olur. Mübarek bir zattan, ağır bir hasta için dua istemişler. O zat, nesi varsa çıkarıp, (Bunları falanca yerdeki şu fakire verin!) demiş. Fakir, buna çok sevinmiş. O zata niye böyle yaptığı sorulunca, (Allahü teâlânın bir kulunu sevindirirsek, Rabbimiz de duamızı kabul eder) buyurmuş.. Başka mübarek bir zatın da, çok sevdiği bir arkadaşı hastalanmış. Bu zata, (Bana dua etsin) diye haber göndermiş. O zat da, (Bir koyun kessin, fakirlere dağıtıp sevindirsin. Yapacağımız duanın kabul olması için, birinin sevindirilmesi lazım) buyurmuş. Birini üzünce, sabahlara kadar ibadet edip gözyaşı döksek, o hakkını helâl edip razı olmadığı müddetçe hiç faydası olmaz. Onun için, kalb kırmaktan çok sakınmalı. Çünkü kâfir olan nefsimizi tatmin etmek için, din kardeşimizi üzersek, Kâbe’yi yıkmaktan 70 kat daha büyük günaha gireriz. ************ ************ Bir Müslüman varmış. Hiç kızdığını ve ağzından kötü söz çıktığını gören olmamış. Üstelik kendisine kötü davranana, kötü söyleyene iyilik eder, hediye verirmiş. Sebebini araştırmışlar, bir neticeye varamayınca, hanımına sormaya karar vermişler. Gidip sormuşlar: - Sizin efendi hiç kızmaz mı? - Kızmaz olur mu hiç, hem de nasıl kızar. - Kızınca bağırıp çağırmaz mı? - Bağırıp çağırmaz, ama kızdığını biz anlarız. Kızınca bize mutlaka bir şey verir, mesela baklava getirir veya para verir. Altın verince, daha çok kızdığını anlarız. Daha sonra, o zatı bulmuşlar. Bu işin hikmetini sormuşlar. Cevap vermeyince, ısrar etmişler. O zat buyurmuş ki: - Öfkelenince, din kardeşimi karşımda düşünürüm. Öfkeli nefsim, (Haydi başla, şuna haddini bildir!) der. Nefsime, (Allah’tan kork! Sen Allah’ın düşmanısın, böyle bir düşmanı din kardeşime tercih etmem) derim. Hattâ zengin olması, refah içinde yaşaması için din kardeşime dua eder, hediyeler veririm. |
06Haziran 2012, 23:02 | Mesaj No:155 |
Durumu: Medine No : 4458 Üyelik T.:
19 Ekim 2008 | Cevap: medineweb kıssadan hisseler arşivi (2) Azrail'in Güzelliği Onk. Dr. Haluk Nurbaki'den gerçek bir hatıra... Ben, 40 yıllık bir kanser uzmanı olarak maddeyi aşan sayısız olayla karşılaştım ve bunları, o olaya şahit olanlarla birlikte belgeleyerek özel bir arşiv yaptım. Bunlardan 1976 yılında yaşanmış bir olayı size ... nakletmek istiyorum. Kanser hastanesinde başhekimken Serap adında genç bir hanım hastam vardı. Bu hastam göğüs kanserine yakalanmış ve tedavi için yurt dışına gitmek istemesine rağmen, bazı formaliteler sebebiyle o imkanı bulamamıştı. Serap'ı özel bir ilgiyle bizzat ben tedavi altına aldım. Ve kısa bir süre sonra da iyileştiğini gördüm. Ancak Serap'ın da bütün diğer kanserliler gibi ilk 5 yıllık süreyi çok dikkatli geçirmesi gerekiyordu. Bir iş kadını olan Serap, 4 yıl kadar sonra 1 ihale için İzmir'e gitmek istedi. Kışaylarında olduğumuz için uçakla gitmesi şartıyla kabul ettim. Maalesef bilet bulamamış ve benden habersiz bindiği otobüsün kaza geçirmesi üzerine 6 saat kadar mahsur kalmış. Dönüşünden kısa 1 süre sonra kanser, kemik ve akciğerine yayıldı. Serap bacak kemiklerindeki ****staz nedeniyle yürüyemez hale gelirken, hastalığın akciğerdeki tezahürü sebebiyle de devamlı olarak oksijen cihazı kullanıyor ve söylediği her kelimeden sonra ağzını o cihaza yapıştırarak nefes almak zorunda kalıyordu. Evine gittiğim gün, yine güçlükle konuşarak: -''Doktor bey,'' dedi. ''Ben size...dargınım.'' ''Niçin?" diye sordum. -"Siz...dindar bir insanmışsınız. Niçin bana da, ALLAH 'ı, ölümü, ahireti anlatmıyorsunuz?" Dini inançlarının çok zayıf olduğunu bildiğim için bu teklifi karşısında oldukça şaşırdım. O'nu üzmemeye çalışarak: --"Doktora ulaşmak kolaydır'' dedim. ''Parayı bastırdın mı istediğine tedavi olursun. Ancak iman tedavisi için gönülden istek duymalısın..." Konuşmaya mecali olmadığından "Ben o isteği duyuyorum" manasında başını salladı. Artık ümitsiz bir tıbbi tedavinin yanı sıra, ebedi hayatın ve saadetin reçetesi olan iman derslerimiz başlamış ve dersler "hızlandırılmalı öğretime" dönmüştü. Anlattığım iman hakikatlarını bütün ruhuyla meczediyor ve arada bir soru soruyordu.Vefatına bir hafta kala: -"Doktor bey,'' dedi. ''Ben ölürken ne söylemeliyim?" -"Senin durumun çok özel" dedim. ''Kelime-i Şehadet sana uzun gelir. O anı farkedince ''Muhammed'' (s.a.v) sana yeter." O, haliyle tebessüm ederek yine başını salladı. Çok ıstırabı olduğu için Serap'a sürekli morfin yapıyor ve O'nu uyutmaya çalışıyorduk. Ben, bir iş seyahati sebebiyle bir müddet ziyaretine gidemedim. Dönüşümde annesi telefon ederek: -"Serap, bir haftadır morfin yaptırmıyor." dedi. "Sabahlara kadar inliyor ve çok ıstırap çekiyor. Hemen eve gittim ve iğne yaptırmamasının sebebini sordum. Aldığım cevabı hala unutamıyor ve hatırladıkça ürperiyorum. "Ya morfinin tesiriyle ölüme uykuda yakalanır ve son nefeste "Muhammed" diyemezsem?. İşte Serap, böyle bir hanımdı. Bu arada benden istihareye yatmamı ve eğer bir kaç gün daha ömrü varsa , son günü uyanık kalacak şekilde morfin yaptırılmasını rica etti. Ben hiç adetim olmadığı halde cuma gününe rastlayan o gece istihareye yattım ve Serap'ın acizliği hürmetine sandığım salı gününe kadar yaşayacağına dair işaret sezdim. Ertesi gün O'na: -"Hiç korkma!" dedim. "İğneyi vurdurabilirsin Ve Serap bir veda niteliği taşıyan bu görüşmemizde son sorusunu da sordu: -"Doktor bey...Azrail bana nasıl görünecek?" -"Kızım," dedim. "O bir melek değil mi? Hiç merak etme, sana yakışıklı bir prens gibi gelecektir." Salı günü Serap'ın ağırlaştığı haberini alınca hemen eve gittim.Ancak vefatına yetişememiştim. Ailesi tam manasıyla perişandı. Sadece kendisine uzun müddet bakan dindar bir hanım akrabası ayaktaydı ve beni görünce yanıma gelerek: -"Doktor bey, biliyor musunuz, bu evde biraz önce bir mucize yaşandı!" dedi ve devam etti: -Serap, bir saat kadar önce oksijen cihazını attı ve "yataktan kalkması imkansız" denmesine rağmen kalkarak abdest aldı, iki rekat namaz kıldı.Bütün ev halkı hayretten donup kaldık. Ve kelime-i Şehadet getirerek vefat etmeden biraz önce de: -Doktor bey'e söyleyin, dedi. Azrail, O'nun söylediğinden de güzelmiş!.. alıntı
__________________ Birbirimize Fikirlerimiz uyuşmasa bile İNSAN olduğumuz için SAYGI duymamız lazım... Ne MUTLU MÜSLÜMANIM DİYENE.... |
11Haziran 2012, 03:37 | Mesaj No:156 |
Durumu: Medine No : 15266 Üyelik T.:
14 Aralık 2011 | Cevap: medineweb kıssadan hisseler arşivi (2)
Vaktiyle bir çocuk vardı. Medresede okurdu. Kavuklu hocalardan ders alır, öğretilenleri anlamaya çalışırdı. Fakat kafası kalınca idi. Bütün gayretine rağmen pek bir şey öğrenemezdi. Okumaya karşı da fazla istek duymazdı. Arkadaşları onu geçmiş, okumayı ilerletmişlerdi. O ise hâlâ bir yıl öncesinin kitaplarını okuyordu. Günlerden bir gün kararını verdi: — Kafam çok kalın, diye düşündü. Zekâm az. Bu durumda okuyamam. İyisi mi köyüme dönüp tarla işlerine Bu maksatl...a bir sabah yola koyuldu. Az gitti, uz gitti bir ovaya düştü. Sıcak bastırmıştı. Çok da yorulmuştu. Yolun kenarında bir mağara vardı, ama girmeye korkuyordu. İçerisinin serin olduğundan emindi. Çünkü güneş almıyordu, ama ya ayıya filan rastlarsa ne olacaktı? Bunları düşündüğü için yüreği ürperiyor, içeri girmeye bir türlü cesaret edemiyordu. Sonunda sıcak ve yorgunluk baskın çıktı. Ne olursa olsun mağaraya girecekti. Kararını verdi. Adımlarım ağır ağır attı. Korktuğu şeylerle karşılaşmayınca sevindi. Korkusu biraz olsun dağıldı. Bir köşeye büzüldü.Sonra uzanıverdi. Birden gözü mağaranın tavanından yere damlayan suya takıldı. Yukarda birikiyor, büyüyor ve damla kendini taşıyamayacak kadar büyüyünce kopup yerdeki taşın üstüne düşüyordu. Kim bilir kaç yıldır böyle devam edip gidiyordu bu. Taş oyulmuştu. Oysa taş sertti. Su damlası ise yumuşacıktı. Yumuşacık su damlası nasıl oluyor da taşı deliyordu? Birden şimşekler çaktı beyninde. Yumuşacık su damlaları senelerce aka aka sert taşlan deliyordu. Kendisi de ısrarla derslerine çalışır, okuma isteğiyle hocalarını dinlerse zamanla kafasına bir şeyler girerdi. — Benim kafam şu taştan daha sert değil ya, diye söyendi. Önemli olan sebat etmekti. Şu su kadar sebat etmek. Şu taş kadar sebat etmek, o zaman kitaplarda yazılı olanlarla hocaların anlattıkları, kalın da olsa, kafada izbırakırlardı. Hızla kalkıp gerisin geri medreseye döndü. Çalıştı, çabaladı, arkadaşlarına yetişti. Hattâ zaman içinde hepsini geçti. Öyle bir bilgin oldu ki. kitapları hâlâ ellerde dolaşır, Bu yüzden “Taş oğlu” mânasına gelen “İbn-i Hacer” dendi adına
__________________ ''onlar sanıyorlar ki, biz sussak mesele kalmayacak. halbuki,biz sussak, tarih susmayacak.. tarih sussa, hakikat susmayacak........'' |
15Haziran 2012, 13:47 | Mesaj No:157 |
Durumu: Medine No : 13046 Üyelik T.:
16 Aralık 2010 | Cevap: medineweb kıssadan hisseler arşivi (2) Geç gelen kurtarıcı Anneannesinin sözleri yankılandı kulaklarında: "Oğlum namaz hiç bu vakte bırakılır mı?" Anneannesinin yaşı yetmişe dayanmıştı ama ezan okunduğu an yerinden sıçrar, yaşından beklenmeyecek bir hızla abdestini alır ve namazını kılardı. Kendisi ise nefsini bir türlü yenemiyordu. Ne oluyorsa, namaz hep son dakikalara kalıyor, bu sebeple namazını alelacele eda ediyordu. Bunu düşünerek kalktı yerinden, gözü saate kaydı. Yatsı ezanının okunmasına on beş dakika kalmıştı. Başını her iki yöne pişmanlıkla sallayarak, "Yine geciktirdim namazı." dedi kendi kendine. Kıvrak hareketlerle abdestini aldı ve daha elini yüzünü tam kurulamadan kendisini odasına attı. Mecburen, hızlı hareketlerle namazı eda etti. Tesbihatını yaparken anneannesini düşünmeden edemedi. "Bu halimi görse, tatlı-sert kızardı yine bana." dedi. Çok seviyordu onu. Hele öyle bir namaz kılışı vardı ki, onu hep bir gökkuşağı hayranlığıyla seyrederdi. O gün akşama kadar derse girmişti. Müthiş bir ağırlık vardı üzerinde. Duasını yaparken, başını ellerinin arasına alıp secdeye durdu. Namazdan sonra bir süre bu şekil tefekkür etmeyi severdi. Gözleri kapanır gibi oldu. "Ne kadar da yorulmuşum." dedi. Daldı gitti öylece... Rüya, yakaza arası bir haldi. Kıyamet kopmuştu. Mahşeri bir kalabalık vardı. Her yön insanlarla doluydu. Kimi dona kalmış, hareketsiz bir şekilde etrafı izliyor; kimi sağa sola koşturuyor, kimisi de diz çökmüş, başı ellerinin arasında bekliyordu. Yüreği yerinden fırlayacak gibi atıyor, soğuk soğuk terler döküyordu. Hayattayken kıyamet, sorgu-sual ve mizan hakkında çok şey duymuş ve ahiret hayatı adına bu kavramlar kendisi için köşe taşı olmuşlardı. Ama mahşer meydanındaki ürperti, korku ve bekleyişin bu denli dehşet vereceğini düşünmemişti. Hesap ve sorgu devam ediyordu. Bu arada onun ismini de okudular. Hayretle bir sağa, bir sola baktı. "Benim ismimi mi okudunuz?" dedi dudakları titreyerek. Kalabalık birden yarılmış, bir yol olmuştu önünde. İki kişi kollarına girdi. Mahşer meydanının vazifelileri oldukları belliydi. Kalabalık arasından şaşkın bakışlarla yürüdü. Merkezi bir yere gelmişlerdi. Melekler her iki yanından uzaklaştılar. Başı önündeydi. Bütün hayatı, bir film şeridi gibi geçiyordu gözlerinin önünden. "Şükürler olsun" dedi, kendi kendine ve devam etti; "Gözlerimi dünyaya açtım, hep hizmet eden insanları gördüm. Babam sohbetlerden sohbetlere koşuyor, malını infak ediyordu. Annem eve gelen misafirleri ağırlıyor, yemek sofralarının biri kalkıp, bir yenisi kuruluyordu. Ben ise hep bu yolda oldum. İnsanlara hizmete çalıştım. Onlara Allah'ı anlattım. Namazımı kıldım. Orucumu tuttum. Farz olan ne varsa yerine getirdim. Haramlardan kaçındım." Kirpiklerinden aşağı gözyaşları dökülürken, "Rabb'imi seviyorum, en azından sevdiğimi zannediyorum." diyordu. Ama bir yandan da "O'nun için ne yapsam az, Cennet'i kazanmama yetmez." diye düşünüyordu; tek sığınağı Allah'ın rahmetiydi. Hesap sürdükçe sürdü. Terden sırılsıklam olmuş, zangır zangır titriyordu. Gözleri terazinin ibresindeki neticeyi bekliyordu. Sonunda hüküm verilecekti. Vazifeli melekler ellerinde bir kâğıt, mahşer meydanında ki kalabalığa döndüler. Önce ismi okundu. Artık ayakları tutmaz olmuştu. Neredeyse yığılıp kalacaktı. Heyecandan gözlerini kapamış, okunacak hükme kulak kesilmişti. Mahşeri kalabalıktan bir uğultu yükseldi. Kulakları yanlış mı duyuyordu? İsmi cehennemlikler listesindeydi. Dizlerinin üstüne yığıldı. Hayretten dona kalmıştı. "Olamaaaazzzz" diye bağırdı. Sağa sola koşturdu. "Ben nasıl Cehennemlik olurum? Hayatım boyunca hizmet eden insanlarla birlikte oldum. Onlarla beraber koşturdum. Hep Rabb'imi anlattım." diye feryat ediyordu. Vazifeli iki melek kollarından tuttu. Ayaklarını sürüyerek ve kalabalığı yararak alevleri göklere yükselen Cehennem'e doğru yürümeye başladılar. Çırpınıyordu. Medet yok muydu? Bir yardım eden çıkmayacak mıydı? Dudaklarından kelimeler kırık dökük, yalvarmayla karışık döküldü: "Hizmetlerim... Oruçlarım... Okuduğum Kur'anlar... Namazım... Hiçbiri beni kurtarmayacak mı?" diyordu. Bağıra bağıra yalvarıyordu. Cehennem melekleri onu sürüklemeye devam ettiler. Alevlere çok yaklaşmışlardı. Başını geriye çevirdi. Son çırpınışlarıydı. Allah Resûlü, "Evinin önünde akan bir ırmak içinde günde beş defa yıkanan bir insanı o ırmak nasıl temizler, günde beş vakit namaz da insanı günahlardan öyle temizler." buyurmamış mıydı? Namazları neredeydi peki? "Namazlarım... Namazlarım... Namazlarım..." diye diye hıçkırdı. Vazifeli melekler hiç durmadılar. Yürümeye devam ettiler; Cehennem çukurunun başına geldiler. Alevlerin harareti yüzünü yakıyordu. Son bir defa dönüp geriye baktı. Ağlamaktan gözleri de kurumuştu. Ümitleri sönmüştü. Başını öne eğdi. İki büklüm oldu. Kollarını sıkan parmaklar çözüldü. Cehennem meleklerinden birisi onu itiverdi. Vücudunu birdenbire havada buldu. Alevlere doğru düşüyordu. Tam bir iki metre düşmüştü ki, bir el kolundan tuttu. Başını kaldırdı. Yukarıya baktı. Nuranî, beyaz sakallı bir ihtiyar onu düşmekten kurtarmıştı. Kendisini yukarıya çekti. Üstündeki başındaki tozu silkerek ihtiyarın yüzüne baktı. "Siz de kimsiniz ?" dedi. İhtiyar gülümsedi: "Ben senin namazlarınım." "Neden bu kadar geç kaldınız? Son anda yetiştiniz. Neredeyse düşüyordum." dedi. İhtiyar yüzünü gererek, tekrar güldü; başını salladı; "Sen de beni hep son ana bırakırdın, hatırladın mı?" Secdeye kapandığı yerden başını kaldırdı. Kan ter içinde kalmıştı. Dışarıdan gelen sese kulak kabarttı. Yatsı ezanı okunuyordu. Bir ok gibi yerinden fırladı. Abdest almaya gidiyordu.
__________________ Sustum..! Birikti yanaklarimda alfabe..Ya RAB..! Sukütu'mu en güzel duam eyle.. |
16Haziran 2012, 17:45 | Mesaj No:158 |
Durumu: Medine No : 15138 Üyelik T.:
08 Aralık 2011 | Cevap: medineweb kıssadan hisseler arşivi (1)
YIRTIK ÇORAP..! Zengin bir adam ve üç oğlu varmış. Birgün baba oğullarına der ki; Evlatlarım ben ölürsem eğer sizden isteğim benim sandıkta duran o yırtık çorabı giydirin ve o şekilde gömün der. Çocukları hemen söze girer Allah gecinden versin baba ama olmaz biz çok zenginiz yırtık çorabı sana giydiremeyiz. Gerekirse altın tozundan gerekirse hint kumaşından çorap yaptırır onu giydiririz. Baba ısrarlıdır illaki o yırtık çorap diye. Baba devam eder çorabı mutlaka giydirin ve bizim avukattan mal paylaşımıyla ilgili zarfı alın der. Günün birinde baba ölür. Çocukları vasiyeti yerine getirmek ister ama imam karşı çıkar. Hayır dinimiz gereği ölen insanı çırılçıplak ve kefene sararak defnedilmelidir der. Çocuklar ısrar etsede imam giydirmez, baba defnedilir . Çocuklar babasının vasiyetini yerine getiremediğinden üzgündür. Ama yapacak bişeyde yoktur. Avukata giderler ve babalarının bıraktığı zarfı alırlar ve okurlar. Zarfta aynen şunlar yazıyordu: Gördünüz mü evlatlarım bir yırtık çorabı bile götüremedim öbür dünyaya. Bu dünyada mal mülk hepsi boş unutmayın.
__________________ @@@EY NEFSİM SEN DE BİR GÜN ÖLECEKSİN@@@ |
17Haziran 2012, 13:27 | Mesaj No:159 |
Durumu: Medine No : 13855 Üyelik T.:
22 Mayıs 2011 | Cevap: medineweb kıssadan hisseler arşivi (1) Hazret-i Alîden (r.a) rivâyet edilir. Evvelâ islâma gelen, Ebû Bekrdir (r.a). Hazret-i Resûl-i ekrem(s.a.v) ile ilk önce kıbleye durup, nemâz kılan Ebû Bekrdir. Ebû Bekrin (r.a) islâma geliş sebebi şöyle idi: Hazret-i Ebû Bekr önceleri tüccâr idi. Sefer ve ticâret yapardı. Ekserî Şâma giderdi. Seferde iken, bir gece rü'yâ gördü ki, gökden ay inip, kucağına girdi. Ebû Bekr, iki eliyle onu kucakladı ve sînesine basdı. Uyandı. Yemlîhâ adında meşhûr bir râhib var idi. Ona varıp, rü'yâsını ta'bîr etdirdi. Râhib dedi ki, - Sen nerelisin? Ebû Bekr dedi; - Arz-ı Hicâzdanım. Tekrâr sordu: - Ne iş yaparsın. Ebû Bekr, - Tüccârım, dedi. Râhib dedi ki, - Yâ Arabistanlı kişi. Bu rü'yâda, sana büyük müjdeler vardır. Ta'bîrini ister isen, ücretini ver, dedi. Ebû Bekr (r.a) oniki dînâr çıkarıp, verdi. Râhib dedi ki: - O ay ki, gökden sana indi. Âhır zemân Peygamberidir. Yakınlarda zuhûr edecekdir. Sen Onun hayâtında iken vezîri olursun. Sonra halîfesi olursun. Yâ Arabistanlı kişi. Eğer ben sağ iken, Ona yetişir isen, bana haber ver. Ona varıp, buluşayım. Eğer ben dünyâdan gitmiş isem, selâmımı ona ulaşdırırsın. Ben Onun dînine girdim ve ümmetinden oldum. Beni âhıretde şefâ'atinden unutmasın. Hazret-i Ebû Bekr (r.a), - Bana bir mektûb ver, dedi. Râhib, oniki satır bir mektûb yazıp, Ebû Bekre (r.a) verdi. O mektûbun mevzû'u şu idi. (Esselâmü aleyke yâ Muhammed bin Abdüllah el Mekkî el Medenî el tehamî, salevâtullahi teâlâ aleyke ve selleme. Hakîkaten sen âhır zemân Peygamberisin! Ve Rabbilâlemînin Resûlisin. Bu mektûbu Ebû Bekr bin Ebû Kuhâfe ile sana gönderdim. Ma'lûm ola ki, ben sana îmân getirdim ve sana ümmet oldum. Ebû Bekr bana gelip, rü'yâsını ta'bîr etdirdi. O rü'yâ delâlet eder ki, Ebû Bekr senin vezîrin olur, sonra halîfen olur. Eğer ben sağ olup, hazretine yetişirsem, gelip önünde gâzâ ve cihâd ederim. Eğer yetişmezsem, âhıretde beni şefâ'atinden unutmayasın) diye mektûbu temâm etmişdir. Hazret-i Ebû Bekr (r.a); ey rü'yâyı ta'bîr eden kişiye: - Eğer ta'bîr etdiğin gibi olursa, yüz altın dahi bende senin emânetin olsun, dedi. Şâm seferini bitirip, Mekkeye geldi. Bu hâdiseden oniki sene geçdi. Hak sübhânehü ve teâlâ, hazret-i Muhammede(s.a.v) vahy eyledi. Bir gece o büyük Peygamber, Ebû Kubeys dağına çıkıp, gece yarısında dedi ki: Allahü teâlâya da'vet edenin da'vetini kabûl ediniz. Lâ ilâhe illallah, deyiniz. Ebû Bekr, serîr üstünde yatıyordu. Söylenilenleri işitdi. Eşhedü en lâ ilâhe illallah. Ve eşhedü enne Muhammeden Resûlullah. Birkaç gün sonra, Mekke sokaklarında, hazret-i Resûlullah (s.a.v)ile buluşdu. Hazret-i Fahr-i âlem ona dedi ki: - Ne olaydı, islâma geleydin. Ebû Bekr (r.a) dedi ki: - Yâ Muhammed(s.a.v)! Peygamber isen mu'cize gösteresin. Hazret-i Resûl-i ekrem(s.a.v), Ebû Bekrin göğsüne mubârek ellerini dayayıp, şöyle dıvâra yaslayıp, dedi ki, - Sana o mu'cize yetmez mi ki, o rü'yâyı gördün. Yemlîhâ râhibe ta'bîr etdirdin. O zemândan on iki yıl geçdi. Ta'bîr edene on iki dînâr verdin ve yüz dînâr dahâ va'd etdin. Rü'yâyı ta'bîr eden, on iki satır bir mektûb yazıp, sana emânet verdi. Bunları bir-bir görüp, muttalî olup, mektûbda yazılan şudur, şudur deyip, takrîr buyurdular. Ebû Bekr (r.a) işitip, parmak kaldırıp, - (Eşhedü en lâ ilâhe illallah. Ve eşhedü enne Muhammeden Resûlullah). Ya'nî sen, o Peygambersin ki, Yemlîhâ râhib senden haber verdi, dedi. Kaynak:MENÂKIB-I ÇİHÂR YÂR-İ GÜZÎN DÖRT BÜYÜK HALİFENİN MENKİBELERİ Seyyid Eyyûb bin Sıddîk |
24Haziran 2012, 00:11 | Mesaj No:160 |
Durumu: Medine No : 15138 Üyelik T.:
08 Aralık 2011 | Cevap: medineweb kıssadan hisseler arşivi (1)
Annemin sadece bir gözü vardı. Öteki gözü çukurdu, yani yeri boştu. Ondan nefret ediyordum. Çünkü bu durum beni arkadaşlarımın arasında utandırıyordu. Babam, ben daha küçükken bir kazada öldüğünden, ailemizi geçindirmek de anneme kalmıştı. Bunun için okulda aşçılık yapıyordu. İlkokulda iken bir gün annem bana merhaba demeye gelmişti. Sanki, yerin dibine geçmiştim. Bunu bana nasıl yapabilirdi..? Onu görmezden geldim, ona nefretle bakarak oradan kaçtım. Ertesi gün sınıfta bir arkadaşım bana: Senin annenin sadece bir gözü var. Diğeri ne biçim dedi. Diğer arkadaşlarımda gülüşüyorlardı. O anda yerin dibine girmem ve annemin hemen ortadan kaybolmasını istedim. Bu yüzden, o gün onunla karşılaşınca dedim ki: Beni gülünç duruma düşüreceğine, ölsen daha iyi..! Annem karşılık vermedi. Sadece, tek gözüyle bana biraz baktı ve uzaklaştı gitti. Dediklerim hakkında bir saniye bile düşünmemiştim, çünkü çok kızmıştım. Onun duyguları beni hiç ilgilendirmiyordu. Onu evde istemiyordum ama ev onun üzerineydi. Çok çalıştım, kendime yeter oldum, sonunda Singapur'a okumaya gittim. Bir süre sonra da evlendim. Birikimime borç ekleyerek kendime bir ev aldım. Daha sonra çocuklarım oldu ve hayatımdan memnundum. Annemi unutmuştum. Birgün annem bizi ziyarete gelmişti. Öyle ya, kaç yıldır beni görmemişti. Kapıya gelince, çocuklarım tek gözlü birini görünce birden korktular, sonrada güldüler. Babaanneniz diyemedim. İçeri girince ilk fırsatta ona: Evime gelip çocuklarımı nasıl korkutabilirsin..? Buradan hemen git..! dedim. Bu çıkışıma annem kısık bir sesle: Kusura bakmayın, ben yanlış adrese geldim galiba dedi. ve çıktı-gitti..! Aradan yine uzun bir zaman geçmişti. Bir gün mezunlar toplantısı için okulumdan bir mektup aldım. Karıma; iş seyahatine gidiyorum diye bahane uydurdum. Mezunlar toplantısından sonra, birden aklıma düştü. Sadece meraktan eski evime gittim. Eski komşularımıza sorduğumda, annemin öldüğünü söylediler. Önce biraz sevinç duyar gibi oldum ama içimde bir burukluk ve sızı hissettim. Ben şaşkınca beklerken, bana verilsin diye annemin bir mektup bıraktığını söylediler. Açtım ve okumaya başladım: En sevgili oğlum. Her zaman seni düşündüm. Singapur'a gelip çocuklarını korkuttuğum için üzüldüm. Mezunlar gününde geleceksin diye çok sevindim ve bekledim. Ama; seni görmek için yataktan kalkabilir miyim diye çok düşündüm. Seni büyütürken, tek gözümle sürekli bir utanç kaynağı olduğum için de üzgünüm. Biliyor musun biricik oğlum..? Sen küçücükken, babanla birlikte bir kaza geçirmiştin. Baban öldü fakat sen, bir gözünü kaybetmiştin. Bir anne olarak, senin tek bir gözle büyümene dayanamazdım. Bu yüzden, babandan kalan tarlayı satarak, ameliyat masraflarına yatırdım. İşte, şimdi o yeri boş olan gözüm var ya, onu sana vermiştim. Nakil çok başarılı geçmişti, hiç fark edilmiyordu. O gözle, biricik oğlum görüyor diye çok mutlu oluyordum. Ana yüreği oğul, sana sen benim gözümle görüyorsun diyemedim. Başarılarından dolayı seninle o kadar gurur duyuyordum ki, bu bana yetiyordu. Her şeye rağmen, sen benim oğlumsun... Bütün sevgilerimle... Annen..!
__________________ @@@EY NEFSİM SEN DE BİR GÜN ÖLECEKSİN@@@ |
Konuyu Toplam 23 Kişi okuyor. (0 Üye ve 23 Misafir) | |
Benzer Konular | ||||
Konu Başlıkları | Konuyu Başlatan | Medineweb Ana Kategoriler | Cevaplar | Son Mesajlar |
Medineweb Görsel ve Slayt arşivi( kaybolmaması adına toparlandı) | Medine-web | Medineweb.net Videolar | 5 | 04 Aralık 2024 04:42 |
Medineweb ''Adem Güneş'ten çocuk terbiyesi ile ilgili sözler'' arşivi | EyMeN&TaLhA | Çocuk Ve Gençlik Eğitimi | 112 | 21 Ocak 2022 20:18 |
Medineweb DİĞER paygamberler geniş arşivi | Medine-web | Peygamberler(a.s) | 1 | 12 Kasım 2018 15:29 |
medineweb islami imzalar arşivi | Medineweb | Resim/Karikatür | 5 | 29 Nisan 2016 17:42 |
MedineWeb Namaz Arşivi | paylaşımcı | Namaz-Abdest-Teyemmüm | 10 | 04 Eylül 2008 21:58 |
.::.Bir Ayet-Kerime .::. | .::.Bir Hadis-i Şerif .::. | .::.Bir Vecize .::. |
|