|
Konu Kimliği: Konu Sahibi Medineweb,Açılış Tarihi: 12 Ağustos 2013 (15:52), Konuya Son Cevap : 12 Ağustos 2013 (16:09). Konuya 10 Mesaj yazıldı |
| LinkBack | Seçenekler | Değerlendirme |
12 Ağustos 2013, 15:52 | Mesaj No:1 |
Durumu: Medine No : 13301 Üyelik T.:
04 Şubat 2011 | TDV İslam Ansiklopedisi '' Allah'' Maddesi TDV İslam Ansiklopedisi '' Allah'' Maddesi ALLAH Kâinatı yaratan ve idare eden en yüce varlık. I. GİRİŞ II. ALLAH'IN VARLIĞI III. BİRLİĞİ IV. İSİMLERİ V. SIFATLARI VI. LİTERATÜR VII. EDEBİYAT, KÜLTÜR ve SANAT I. GİRİŞ A) Etimoloji. Allah kelimesinin etimolojisi üzerinde İslâm bilginleri, Arap dili uzmanları ve müsteşrikler tarafından farklı görüşler ileri sürülmüştür. Kelimenin herhangi bir kökten türemiş olmayıp sözlük mânası taşımadığı ve gerçek mabudun özel adını teşkil ettiği, yahut sözlükte bir anlamı olsa bile gerçek mabuda ad olunca bu anlamı kaybettiği genellikle benimsenmektedir. Bununla birlikte onun çeşitli köklerden türemiş olabileceğini söyleyenler de vardır. Bu ikinci grubun görüşleri şöyle özetlenebilir: a) İlâh kelimesinden türemiş olup başına harf-i ta'rif getirilmiş, bir taraftan el-ilâh şeklinde dildeki yerini almışken diğer taraftan kullanım sırasında dile kolaylık sağlamak maksadıyla asıl kelimenin hemzesi kaldırılmış, lamlar birleştirilmiş (idgam) ve azamet ifade eden kalın bir ses verilerek Allah tarzında okunmuştur. İlâh kelimesi ise "kulluk etmek" mânasındaki elehe-ye'lehu veya "hayret ve şaşkınlık içinde kalmak, gönülden bağlanıp sığınmak" anlamındaki elihe-ye'lehu ve veline-yevlehu kökünden ism-i mef'ul mânasında bir mas-dar olup "tapınılan, yüceliğinin karşısında hayrete düşülen, gönülden bağlanılıp sığınılan" mânalarını ifade eder. Ancak ilâh, hak mâbud için olduğu gibi bâtıl tanrılar için de kullanılmıştır (bk. tıAH). b) "Gizlenmek, duyu idrakinin fevkinde olmak" anlamındaki lâhe-yelîhu kökünden leyh — lâh kelimesinden türemiş olup "duyu idrakinin ötesinde bulunan" demektir. Lâh kelimesinin başına harf-i ta'rif getirilerek lamlar birleştirilmiş ve Allah kelimesi elde edilmiştir, c) Daha çok yabancı yazarların gösterdiği bir temayüle göre Allah lafzı, Câhiliye Arap-lan'nın putlarından olan el-Lât ( ^>m) veya Ârâmîce elâhâ ( M ) kelimelerinden alınmıştır. Allah kelimesinin etimolojisi hakkında ileri sürülen ve sayısı otuza yaklaştığı kaydedilen (bk. Lisânü'l-'Arab ve Tâcü'l-carûs, "elh" md.leri; Râzî, 1, 121-127) eski farklı görüşler ve bunlara ilâve olarak öne sürülen yeni iddialar (bk- Cevaci Ali, VI, 23-24, 116-118), başta Kur'ân-ı Kerîm olmak üzere İslâm literatürünün sunduğu Allah anlayışı karşısında fazla bir önem taşımaz. Bununla birlikte ortaya konan bütün görüş ve iddialar bir arada değerlendirildiği takdirde kelimenin zengin manalı ve Arapça asıllı İlâh lafzından türemiş olduğu kanaati ağır basacaktır. Allah kelimesi İslâm öncesi Arap dili ve edebiyatında "ilâh, tann" anlamında kullanılmış ise de (aş. bk.) bu kullanımın konu ile ilgili İslâmî nasların semantik Örgüsünden anlaşılan Allah kavramıyla münasebeti yok denecek kadar azdır. İslâm bilginleri bu kelimenin tarifini, aynı anlama gelen bazı kelime farklılıklarıyla şu şekilde yapmışlardır: "Allah, varlığı zorunlu olan ve bütün övgülere lâyık bulunan zâtın adıdır" Tarifteki "varlığı zorunlu olan" kaydı, Allah'ın yokluğunun düşünülemeyeceğini, var olmak İçin başka bir varlığın desteğine muhtaç olmadığını ve dolaylı olarak O'nun kâinatın yaratıcısı ve yöneticisi olduğunu; "bütün övgülere lâyık bulunan" kaydı ise yetkinlik ve aş-kınlık İfade eden isim ve sıfatlarla nitelendiğini anlatmaktadır. Allah kelimesi İslâmî naslarda bu tarifin özetlediği bir kavram haline gelmiş, gerçek mabudun ve tek yaratanın özel ismi olmuştur. Bu sebeple O'ndan başka herhangi bir varlığa ad olarak verilmemiş (bk. Meryem 19/65), gerek Arap dilinde gerekse bu lafzı kullanan diğer müslüman milletlerin dillerinde herhangi bir çoğul şekli de oluşmamıştır. B) Çeşitli Dinlerde Allah İnancı. Allah inancı ilkel dinlerde ve diğer inanç sistemlerinin hemen hepsinde vardır. İlkel din araştırmaları İçin uygun bir alan olduğu kabul edilen Avustralya'da sürdürülen araştırmalar sonunda ilk inanışlar için fetişizm, totemizm ve animizme dayalı olarak yapılagelen antropolojik açıklamalara bir yenisi ilâve edilmiştir. Yaşayan en düşük kültür seviyesine, düşünce şekillerinin en uzak eskiye dayanan kalıplarına ve beşerî hayatın en kaba şekline rastlanan Avustralya'nın güneydoğusundaki ilkel kabileler üzerinde yapılan son çalışmalar, onların yüce bir varlığa inandıklarını ortaya koymuştur. bu hizmet [Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] ailesine mahsustur..alıntı yapanlar kaynak bildirmezlerse kul hakkına girmiş olurlar |
Konu Sahibi Medineweb 'in açmış olduğu son Konular Aşağıda Listelenmiştir | |||||
Konu | Forum | Son Mesaj Yazan | Cevaplar | Okunma | Son Mesaj Tarihi |
Medinewebli önlisans İlahiyat 1.sınıf öğrencileri... | İlahiyat Öğrencileri İçin Genel Paylaşımlar | nurşen35 | 87 | 34416 | 23 Mayıs 2015 21:53 |
Gülmek isteyenler tıklasın :))) | Videolar/Slaytlar | Kara Kartal | 3 | 4126 | 10 Mayıs 2015 16:16 |
Cumartesi Anneleri’nin ahı/Can Dündar | İslami Haberler | Medineweb | 0 | 2759 | 10 Mayıs 2015 16:13 |
Ayın Üyesi ''zeynepnm'' | Ayın Üyesi | 9Esra | 13 | 9103 | 30 Nisan 2015 14:29 |
Müzemmil suresi bize ne anlatıyor | Tefsir Çalışmaları | Medineweb | 0 | 3376 | 19 Nisan 2015 15:45 |
12 Ağustos 2013, 15:52 | Mesaj No:2 |
Durumu: Medine No : 13301 Üyelik T.:
04 Şubat 2011 | Cevap: TDV İslam Ansiklopedisi '' Allah'' Maddesi Eski antropolojik teorilerle açıklanmasına imkân bulunmayan bir inanışa göre ölüm öncesinden itibaren var olan yüce tanrı (kamunun babası) göklerin üzerinde varlığını hâlâ sürdürmekte, insanları ve davranışlarını gözlemektedir. Orta Avustralya'daki Atnatular'ın İnancına göre ise varlığı kendinden olan, göklerde ikamet eden, lutufkâr ve ezelî bir tanrı mevcuttur. Dinler tarihi alanında yapılan bu tür yeni araştırmalar, ilkel inanışlarda Allah'ın birliğine dayalı bir telakkinin bulunduğunu, politeizmin bir sapma olarak sonradan ortaya çıktığını belgeler durumdadır (bk. ERE, VI, 243-247). Bu sonuç semavî kitapların beyanına da uygun düşmektedir. Asur-Bâbil dininde çok tanrıcı bir inanç sistemi tesbit edilmekle birlikte özellikle Asurlular'ın inanışına göre küçük tanrılar, yüce tann Asur'un karşısında gerçek birer varlık olmayıp sanki onun farklı isimler almış görünümlerinden ibarettir. Budizm'de tanrı inancının bulunmadığı söylenirse de aslında konu o kadar açık ve kesin değildir. Gerçi mevcut bilgi ve belgelere bakılırsa Buddha'nın kendisi duyular ötesi âlem, vahiy ve âhiret gibi teolojik konulara iltifat etmemiş, eski Hint Sankhya felsefesine uyarak kâinatta ilâhî müdahalenin bulunmadığı izlenimini vermiştir. Fakat Budizm metinlerinin Buddha'nın yaşadığı dönemden asırlarca sonra redakte edildiği unutulmamalıdır. Aynca onun bu tutumundan ateizm sonucu çıkarılmasının doğru olmadığı ve talebelerinin de böyle bir sonuca varmadığı bilinen bir gerçektir. Sonraki gelişmelerde Budizm'in tann anlayışına yer verdiğini, hatta Buddha'nın kendisinin bile tanrılaştırıldığım belirtmeliyiz. Çin dinlerinde Önceleri monoteizmi andıran bir tanrı inancı hâkim iken sonraları Shangti adlı semavî tanrının yanı sıra gök ve yer ruhlarının mevcudiyeti kabul edilip bu ruhlar tannlaştırılmış ve böylece çok tanrıcı anlayışa kaymalar olmuştur. Bununla birlikte Çin'de tek tanrı inancının dejenere edilmesine karşı sık sık tepkiler de meydana gelmiştir. Eski Mısır dininde güçlü bir tann inancının bulunduğu şüphesiz olmakla birlikte bunun tek tannya mı, yoksa bir nevi çok tann (henotheisme— her kavim için bir tann inancı) esasına mı dayalı olduğu hususu araştırmacılar arasında tartışma konusudur. Mısır metinlerinde nitelendirilen tanrı, "her şeyi yaratan, ezelî, deh-rin sahibi, ilmi sınırsız, görünmeyen ama dualan kabul eden..." ulu bir varlıktır. Ancak bu vasıflar birden fazla tannya da yöneltilmiştir. Bu ikinci derecede tan-nlar, tek tanrının çeşitli isimleri ve tecellileri olarak da kabul edilebilir (bk. ERE, VI, 275). Nitekim Kur'an'da Hz. Yûsuf un Mısır hapishanesindeki mahkûmlara hitaben söylediği. "Allah'tan başka taptıklarınız sizin ve atalanmzın taktığı kuru isimlerden başka bir şey değildir" (Yûsuf 12/40) mealindeki sözü de bu son görüşü destekler mahiyettedir. Eski Yunan tann anlayışına politeizm hâkimdir. Bu inanışın çeşitli kavim ve milletlerin tesiri altında oluştuğu kabul edilebilir. Homeros'un şiirlerinde tanrılar "ölümsüz, acı ve üzüntüden uzak, ölümsüzlük sağlayan gıdalarla beslenen, kendi hallerinin dışındaki kılıklarla görünen. İyilikle davranan, ancak yeminini bozan ve yabancılara eziyet eden kötü kimseleri de cezalandıran" varlıklar olarak nitelendirilir. Sokrat öncesi düşünce sistemlerinde tann anlayışında mücerrede doğru gelişmeler kaydedilir. Sokrat tan-nlara ahlâksızlık yakıştırmalarını (isnatlarını) tenkit etmiştir. Eflâtun ise geleneksel Yunan tanrılarına atıflarda bulunmuşsa da felsefesinde yer verdiği semavî varlıkların mahiyeti bu tannlarla uyum göstermemektedir. Onun asıl teolojisinde tann aşkın ve üstün özellikler taşır. Bu teolojisinin ise gerçek bir monoteizmin işaretlerini taşıdığını belirtmeliyiz. Aristo' nun sisteminde tanrı hareketin sebebi ise de kendisi hareket etmez. Tabiat bilkuvve ilâhî olup varlık tohumunu tanrıdan alır ve kendini yüksek formlarla gerçekleştirir. Bu noktada Grek dini geleneksel dinden sapar ve yeni bir Özellik kazanır. Hint dininin en eski metinlerinde ilkel bir tabiata tapınma karakteri göze çarpar. Bütün tabii güçler şahıslaştırılmış-tır; gök tannsı, fırtına tannsı. ateş tan-nsı gibi. Sonraki dönemlerde bu inanış daha mücerred ve mistik bir karakter kazanarak felsefî ve panteist bir şekle bürünür. Kutsal kitaplarından Rig-Ve-da'da en yüce ve en yetkin sıfatlar, eşi ve benzeri olmayan tek bir tannya aittir. Fakat başka tannlara da eşi ve benzeri olmama özelliğinin sık sık izafe edildiği görülür. Milâttan önce Vll-Vl. yüzyıldan itibaren Hint dinine rahiplere bağlı katı merasimcilik girmiş, Veda'lardaki maneviyat geri planda kalmıştır. Bunun sonucunda şekilciliğe karşı isyan biçiminde gelişen tepkiler Hİnduizm'de inkarcı ve materyalist akımların oluşmasına yol açmıştır. Daha sonra Upanişad- lar'ın etkisiyle Brahmanlar şekilcilikten sıyrılıp aşkın hakikatler üzerinde düşünebilmiş, ibadetlerini de buna paralel olarak geliştirmişlerdir. Bugün Hindistan'ın çoğunluğunu oluşturan muhtelif unsurlann çok farklı inançlara sahip olması, halkın genel olarak bir konuda -meselâ Allah'ın varlığı konusunda- ne düşündüğünü tesbit etmeyi güçleştirmektedir. Bununla birlikte halkın yüce bir tanrı hakkında ve onun sıfatları konusunda umumi bir kanaate sahip olduğunu söylemek mümkündür. Zerdüştîlik öncesi İranlılar Ari ırk olarak Hindûlar'la temelde aynı inancı paylaştılar. Zerdüşt'ün getirdiği anlayışa göre ise tann (Ahura Mazda) yüce ve bir tek olup cevheri maddî değildir; rahîm ve alîm. her yerde hâzır ve nazırdır; değişmeye tâbi değildir. Ancak Ahura Mazda'nın kudreti bir anlamda sınırlıdır. Çünkü mahiyeti bakımından ona tamamen zıt bir ruhanî güç daha vardır ki belli bir süre içinde Ahura Mazda'nın işlerine karşı gelip kötülüklere yol açabilir. Daha sonra kaleme alınan dinî metinlerde Ahura Mazda yüceliğini korumakla birlikte mutlak birliğini kaybetmiştir. Klasik anlayışta tanrının sıfatla-n olarak geçen özellikler şahıslaştınl-mış ve tapınma konusu haline getirilmiş, ateş de tanrının oğlu olarak tarif edilerek ona tapınılmıştır. Aynca Zerdüştîlik öncesi tanrılara benzeyen tabiat tannlarına Yazatalar adı verilerek Ahura Mazda ve onun başmelekleriyle birlikte bunlara da tapınılmıştır. Bu ise Zer-düştîliğin temelde tevhidci olan anlayışından bir sapmadan ibarettir. bu hizmet [Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] ailesine mahsustur..alıntı yapanlar kaynak bildirmezlerse kul hakkına girmiş olurlar |
12 Ağustos 2013, 15:54 | Mesaj No:3 |
Durumu: Medine No : 13301 Üyelik T.:
04 Şubat 2011 | Cevap: TDV İslam Ansiklopedisi '' Allah'' Maddesi Eski Türkler'in millî geleneğinde sembolik anlamlar taşıyan kurt ve kartal gibi hayvanlara gösterilen ihtimamdan hareket eden bazı araştırmacılar onların dininde totemcilik unsurlan aramış-larsa da Türkler'in içtimaî, hukukî ve iktisadî hayatlarının totemciliğin öngördüğü kalıplara uymadığı bilinmektedir. Ayrıca bozkır Türk inançları ile Samanlık arasında bağlantı kurulması hususu da yerleşmiş fekat eksik bir yaklaşımdır. Zira Samanlık din olmaktan çok sihir karakteri taşıyan bir vecd tekniği olarak tarif edilmektedir. Şifacılık. ölü ruhlanyla temasa geçme ve onların zararlarını giderme, cin ve perilerle ilişki kurma gibi gayelere yönelik bu tür tekniklerin, çoğu ilkel dinler gibi bozkır Türk inançlarında da yer aldığı bilinmektedir. Ancak yine de eski Türkler'de Samanlık, onların dinlerini temsil edecek kadar şümullü bir fonksiyona sahip görünme mektedir. Aynı durum, atalarına ait hâ-tıralan aziz sayan eski Türkler'in bu özellikleriyle bir tür atalar ibadetine mensup olduktan şeklindeki yorumlar için de söz konusudur. Nitekim Ölen ataları yan-tanrı sayma, onlara insan kurban etme, ölen atanın yanına karısının ve maiyetinden birinin gömülmesi gibi atalar kültünün karakteristik inanç ve uygulama-, lan eski Türkler'de bulunmamıştır. Bozkır Türk topluluğunun asıl dini Gök Tanrı inana ve ona ibadettir. Bu inanç sisteminde "tengri" (tanrı) yaratıcı ve mutlak kudret sahibi bir varlık olarak düşünülmüş, yüceliğini belirtmek maksadıyla "semavî" olarak nitelendirilmiş ve genellikle Gök Tanrı diye anılagel-miştir. İnsanların mukadderatını tayin eden. hayata doğrudan müdahale eden. emreden ve emrine uymayanı cezalandıran tanrı hayatın ilkesi olup ölüm de onun iradesine bağlıdır. Tanrı kanundur, hakikattir; insanlar fâni, o ise ezelî ve ebedîdir. Bütün bu vasıfların yanında tanrı birdir. Eski Türk dinine ait bütün veriler, araştırmacı lan bu inanç sisteminin tek tanrı esasına bağlı olduğu yönünde düşünmeye âdeta mecbur etmektedir. Nitekim Türkler'in İslâm dinini kısa zamanda ve kitleler halinde benimsemelerinde, öteki âmiller yanında, onların eski İnançları İle İslâm'daki tanrının birliği ilkesi arasında bir uygunluk veya yakınlık görmelerinin de etkili olduğunu söylemek mümkündür. İslâm öncesinde Araplar'm puta taptıkları bilinmektedir. Kur'an'da bu konuya sık sık temas edilmekte, bazı âyetlerde putların isimlerinden de söz edilmektedir (bk. meselâ en-Necm 53/19-20; krş. el-A'râf 7/180; Râzî, Tefsir, IV, 477). Bununla birlikte onların, muhtelif kabilelere ait olmak üzere sayısı yüzlerle ifade edilen putların üstünde bir yüce tanrının bulunduğu inancını taşıdıkları da anlaşılmaktadır. Kur'ân-ı Kerîm, onların deyişiyle "Allah", "aziz" ve "alîm" diye adlandırdığı bu yüce tanrının kendilerini ve bütün kâinatı yarattığına, güneşi ve ayı belli bir nizama bağladığına, yağmur yağdırmak suretiyle yeryüzünü canlıların beslenmesine elverişli hale getirdiğine inandıklarını haber vermekte (bk. meselâ el-Ankebût 29/61, 63; ez-Zuhruf 43/9), ayrıca onların bu Allah adına yemin ettiklerini (ei-En'âm 6/109; en-Nahl 16/38), hayatlarının sıkıntılı ve tehlikeli dönemlerinde O'na sığındıklarını (el-Enam 6/40-41; Yûnus 10/22) ve O'nu Kabe'nin rabbi kabul ettiklerini IKureyş 106/3} ifade etmektedir. Yine Kur'an, Câhiliye Arapları'nın bu yüce tanrı (Allah) inancının yanında putlara tapmalarının, putların kendilerini Allah'a yaklaştıracağı ve Onun nezdinde şefaatçi olacağı kanaatine bağlı olduğunu haber verir (bk. Yûnus 10/18; ez-Zümer 39/3). Diğer bazı âyetler, Câhiliye Araplan'nın "yüce tanrı" anlamındaki Allah inancının başka belirtilerine de temas eder (bk. Cevad Ali, VI, 104-105}. İslâm öncesi Araplar'ı bazı dualarında, deyim, atasözü ve özellikle şiirlerinde Allah kelimesini oldukça fazla kullanmışlardır (Cevad Ali, VI, 105-113}. Yabancı yazarların bir kısmı bu gerçeği kabul ederken diğer bir kısmı ya Câhiliye şiirini kökünden reddedip bu şiirlerin İslâm'ın doğuşundan sonra düzenlendiğini ve Câhiliye dönemine nisbet edildiğini ileri sürmekte, yahut da bu şiiri orijinal kabul etmekle birlikte içinde bulunan Lât ve benzeri put isimlerinin sonradan müslümanlarca ayıklanıp yerlerine Allah kelimesinin yerleştirildiğini iddia etmektedirler. Halbuki bugün elimizde bulunan İslâm öncesi edebî metinler içinde Allah lafzının yanında azım-sanmayacak derecede put isimleri de yer almaktadır. Aslında Câhiliye şiirinden put adlarının çıkarılıp yerlerine Allah kelimesinin yerleştirilmesinin lafız ve mâna ahengi bakımından çok zor olmasının yanında sağlayacağı önemli bir fayda da yoktur. Çünkü İslâm öncesi Araplar' inin puta taptığı zaten bilinmekte, kabul edilmekte ve İslâmiyet'in İnanç atanında meydana getirdiği yenilik bu temele dayandırılmaktadır. Bazı yazarlar da Câhiliye Araplan'nda tesbit edilen yüce tann inancının yahudi ve hıris-tiyanlann tesiriyle oluştuğunu, en azından bu tesirin söz konusu inancın oluşmasında Önemli rol oynadığını öne sürerler (İzutsu, s. 99-105). Temelde tek tann inancına dayanan Yahudilik ile Hıristiyanlığın bu tür tesirleri teorik olarak mümkün görünmekle birlikte. İslâm öncesi Araplar'ının yabancı etkilere açık olabilecek bir din arayışı duygusundan uzak bulunmalan ve gerek yahudi gerekse hıristiyanlarla olan olumsuz veya ilgisiz münasebetleri, ileri sürülen bu görüşün doğruluğuna fazla şans tanımamaktadır. Bilindiği gibi Araplar'm kendi ülkelerinde hıristiyanlar yok denecek kadar azdı. Yesrib (Medine) civannda yerleşen yahudi kabileleri de o bölgenin Araplar'ı tarafından etkileri altında kalınacak ölçüde sıcak karşılanmış değildi. Ayrıca Araplar'm puta tapıcılığı ve yüce tann anlayışı içinde ne yahudi antropomorfizminin ne de hıristiyan teslis inancının izlerini görmek mümkündür. Buna göre İslâm öncesi Araplar'ının dinî hayatında görülen yüce tanrı inancını Hz. İbrahim'den kalan Hanîf dinine dayandırmak daha isabetli olacaktır. Nitekim Hz. Peygamber'in ve daha birçok Arap kabilesinin soyu İbrahim'in oğlu İsmail'e ulaşmaktadır. Muhtelif âyetlerin beyanından anlaşılacağı üzere Hz. Muham-med, ebedî kurtuluşu gaye edinen evrensel çağrısıyla ortaya çıkarken bu çağrısını, hitap ettiği kitle nezdinde kabul görmüş bulunan ve kısaca Hanîf diye adlandırılan inanç üzerine oturtmuştur. bu hizmet [Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] ailesine mahsustur..alıntı yapanlar kaynak bildirmezlerse kul hakkına girmiş olurlar |
12 Ağustos 2013, 15:54 | Mesaj No:4 |
Durumu: Medine No : 13301 Üyelik T.:
04 Şubat 2011 | Bunun karşısında müşrikler ve özellikle yahudi ve hıristiyanlar İbrahim'in dinine (millet) sadık kaldıklarını iddia etmişler; Kur'ân-ı Kerîm ise İbrahim'in yahudi, hıristiyan veya müşrik değil Allah'ı bir tanıyan bir müslüman (hanîf-müslim) ol*duğunu kesin bir dille ifade etmiş (Ât-i İmrân 3/67}, hidayet ve kurtuluşun an*cak İbrahim'in dinine uymakla gerçek*leşebileceğini bildirmiş, hem Hz. Pey-gamber'e hem de yahudî, hıristiyan ve müşriklere bu dine uymalannı emret*miştir (bk. M. F. Abdülbâkl, Mu'cem, "ha*nîf", "hunefâ1" md.leri). Hz. Peygamber de tebliğ ettiği dinin Yahudilik veya Hı*ristiyanlık değil müsamahakâr bir tek tanrıcı din (el-Hanîfiyye es-semha) oldu*ğunu (Müsned, V, 266; VI, 116, 2331 ve Al*lah nezdinde makbul sayılacak dinin bu Özelliklere sahip bulunması gerektiğini İfade etmiştir (Buhârî, "îmân", 29; Tirmi-zî, "Menâkıb", 32, 64; Müsned, 1, 236). Bü*tün semavî dinlerin değerlendirmesine göre peygamberler İçinde önemli bir ye*ri olan Hz. İbrahim'in dinine sadık kalan tek din, son peygamberin tebliğ ettiği İslâmiyet'tir. Hz. Muhammed'in peygam*ber olmadan önceki dinî hayatı ve ilk muhataplarının gönüllerinin derinlikle*rinde yatan inanç da bu dine yakındı. O evrensel çağrısını bu inanç temeli üzeri*ne oturtmuş ve bundan dolayı muvaffak olmuştur (Câhiliye dönemi Hanîf inancı üzerine İslâmî ve Batılı kaynaklara dayalı tatminkâr bir araştırma için, bk. Cevad Ali, VI, 449-510; ayrıca bk. ARAP [Dinli HANÎF}, II. ALLAH'IN VARLIĞI Allah'ın varlığı ve birliği konularında Kur'ân-ı Kerîm'in taşıdığı üslûp ve kul*landığı deliller, bu hususların, selîm ya*ratılışı bozulmamış insanlar tarafından tabii olarak bilinip benimseneceği esa*sına dayanır. Bundan dolayı olmalı ki Konuyla ilgili âyetler genellikle soru şek*linde, yahut hayret bildiren uyarı ve kı*nama niteliğinde İfadeler taşır (bk. me*selâ el-Mü'minün 23/84-89; en-Neml 27/ 59-64; el-Ankebût 29/61, 63; ez-Zümer 39/6). Allah'ın varlığı ile ilgilenen ilâhiyatçı ve düşünürler genellikle konunun özel*liği üzerinde durarak O'nun varlığını is*pat etmenin (isbât-ı vâcib) mümkün olup olmadığını tartışmışlardır. Kur'ân-ı Ke*rîm O'nun âlemin yaratıcısı ve devam ettiricisi olduğunu ifade ederken (evvel ve âhir) bir bakıma apaçık bir bakıma gizli {zahir ve bâtın) olduğunu da söyle*miştir (el-Hadîd 57/3). O, varlığını, birli*ğini, olgun niteliklere sahip bulunduğu*nu tabiatın birçok nesne ve olayının gös*termesi bakımından apaçık, fakat zâtı*nın duyu organlarımızla idrak edileme*mesi bakımından gizlidir. Zât-ı ilâhiyye-nin dünya hayatı şartları İçinde insan tarafından duyularla idrak edilemeye*ceği, âhirette ise bu idrakin gerçekle*şeceği konusunda İslâm bilginleri -bazı görüş ayrılıkları bir yana- fikir birliği içindedirler. İbn Melkâ'nın da belirttiği gibi (bk. el-Mu*teber, 111, 137) yüksek de*recede bir var oluş gözün idrakine en*gel teşkil eder: göz önce zayıf ışıklan, alıştıkça daha kuvvetlisini görebilir. Bu*nun gibi dünya hayatında yüce yaratı*cının varlığını gösteren işaret taşlarını görebilen gözler, âhirette O'nu doğru*dan idrak edebilecektir. Allah Teâlâ'nın zâtı duyularla idrak edilemediğine göre O'nun varlığını her*kesin kabul etmeye mecbur kalacağı tarzda ispatlamanın mümkün olmadığı- Mustafa Halim Efendi'nin Lafza-i celâli ihtiva eden celi - SÜlÜS levhası (Muhittin Serin koleksiyonu) m söyleyebiliriz. Aslında beş duyunun sağladığı bilgiler dışında bir bilgi ve ger*çeklik alanının bulunmadığını ileri sü*ren pozitivistler de dahil olmak üzere bütün insanlar, şahsî tecrübelerinin ve duyularının dışında kalan birçok hususu ön yargılarla, yani onların gerçekliğine inanarak hayatlarını sürdürürler. Ne var ki yüce bir tanrının mevcudiyetinin ka*bul edilişi, yakın ve uzak vadeli hayatı*mızda büyük etkiler meydana getirece*ği İçin zayıf iradeli kişileri bir anlamda rahatsız eder. Bu açıdan bakıldığında "İnanmak", akıldan çok iradenin fonksi*yonu olarak gözükür. Kur'ân-ı Kerîm'de inkâr yoluna sapan tiplerin, "öz varlık*ları kabullendiği halde zulüm ve kibir yüzünden" inkâr yolunu seçtikleri ifade edilir (en-Neml 27/14). Şu halde Allah'ın varlığına inanılması, dolayısıyla iman ve din hayatının başlaması zihnî faaliyetin yanında gönlün de harekete geçmesi ve iradenin eğitilmesiyle mümkün olmak*tadır. Şunu da belirtmek gerekir ki iman ve onun temelini oluşturan Allah'ın var*lığı konusu. "İki kere iki dört eder" ölçü*sünde kaçınılmaz bir sonuç olsaydı ter*cihe dayalı bir değer taşımaz, ceza veya mükâfatı gerektirmezdi. Ayrıca semavî dinlerin büyük bir değer verdiği insanın ve onu diğer canlılardan ayıran seçme hürriyetinin üstünlüğü de kalmazdı. Kâinatı yaratan ve idare eden yüce bir tanrının varlığını ispat etmenin güç*lüğü yanında onu yok saymanın da güç*lükleri yok mudur? Büyük bîr değere sahip bulunan insanın bu durumda his*settiği yalnızlığın doğuracağı bunalım bir yana. bu ikinci alternatif varlık ve oluş problemine bir açıklık getiremeye*cektir. Uçsuz bucaksız kâinatın yegâne şuurlu varlığı olarak gözlenen insanın, bir parçasını oluşturduğu bu kâinatın "nasıl yaratılıp idare edildiği" sorusuna, ya "bu konuyu hiç düşünmeyin" tarzın*da karşılık verilecek veya materyalist bazı açıklamalar yapmak mecburiyetin*de kalınacaktır. İnsan için düşünmemek, kişiliğinden ve hürriyetinden yoksun kal*mak demektir. Yaratılışın tesadüf, evrim ve benzeri materyalist teorilerle açıklan*ması denemeleri ise daima akıl ve vidanı tatmin etmekten uzak kalmış, iler*leyen pozitif ilimlerden de destek gör*memiştir. Allah'ın varlığı konusunda Kur'ân-ı Ke-rîm'in benimsediği metot, öyle görünü*yor ki "insana saygı" şeklinde ifade edi*lebilecek olan Kur'an felsefesinden kay*naklanmıştır. 0. evrenin merkez varlığı Necmettin Okyav'ın Allah yazılı ebrusu (M. Uğur Derman kol eksi yonu) kabul ettiği insanın gerek ferdî yüceli*şinin gerekse hemcinsleriyle olan mü*nasebetlerinin insanî değerlere uygun bir şekilde gelişmesinin ancak Allah'a bağlılıkla mümkün olabileceğini ve bu bağlılık duygusunun onun yaratılışında mevcut olduğunu kabul etmiştir, İnsa*nın -ve cinlerin- yaratılış hikmetini ifade eden âyette (ez-Zâriyât 51/56) yer alan kulluk mefhumu (li ya'budûn) nasıl yo*rumlanırsa yorumlansın. Allah'a bağlan*mak kavramı daima vazgeçilmez bir un*sur olarak kendini hissettirmektedir (âye*tin tefsiri için bk. Şevkânî, Fethu'l-kadîr, V, 89). "Fıtrat delili" diye adlandırılan ve Kur'ân-ı Kerîm'de edebî bir teşbih ile tasvir edilen (bk. el-A'râf 7/172; Elmahlı, lll. 2323-2335) inanma yeteneği tabii ola*rak her insanda vardır. Ancak insanî güç ve değerlerden habersiz olma (gaflet), gerçeğe karşı direnme (gurur ve kibir) gi*bi dengesizlikler, İnanma duygusunu kö*reltip manevî değerleri örtebilir. Zaten "iman'ın zıddı olan "küfr'ün asıl anlamı da örtmekten ibarettir. Nitekim gaflet ve zaaf göstermenin mümkün olmadığı hayatın fevkalâde nazik, ciddi ve tehli*keli anlarında hemen herkes yaratılışının gereği olarak Allah'a sığınır, ondan yar*dım diler (bk. el-Enam 6/63-64; en-Neml 27/62). İnsanın yaratılışında zaten mev*cut bulunan bu temel özellik karşısında Kur'an'a düşen, kişiyi uyarmak, hatırla-tıcı ve yol gösterici bir rol oynamaktır. Kur'an'da Allah'ın varlığıyla ilgili ola*rak kabul edilebilecek bir âyette (Fussı-let 41/53) O'nun hak olduğunu ispat eden belgelerin hem dış dünyada hem de insanın kendi içinde bulunduğu ifa*de edilir. Bu âyetin ışığı altında ikiye ayı*rabileceğimiz ispat âyetlerinin ilk gru*buna girenler insanın fizyolojik ve özel*likle psikolojik yapısını konu edinir. İkin- ALLAH ci gruba girenler de mükemmel bir dü*zen içinde yer alan dünyanın hayat taşı*ması ve insanın barınması için elverişli olması, canlılar için çok önemli olan su ve ateş gibi unsurları bulundurması, bit*kileri ve hayvanlarıyla insanı beslemesi, dünyanın etrafını saran atmosfer, diğer gezegenlerin sahip olduğu fevkalâde düzen ve ahenk gibi konulan işleyerek bütün bunların gören göz, düşünen akıl ve ibret alan gönüller için Allah'ın varlı*ğı ve birliğinin belgeleri olduğunu ifade eder (söz konusu âyetlerin listesi için bk. Topaioğlu, Allah'ın Varlığı, s. 23-24), Hz. Peygamber'in ilk muhatapları yü*ce bir tanrının varlığını kabul ediyordu. Bu sebeple Asr-ı saâdet'te ve onu takip eden ashap döneminde Allah'ın varlığı, birliği, İnsan ve kâinatla münasebeti gi*bi konulan müessir ve birleştirici üslu*buyla dile getiren Kur'an beyanlarının dışında müstakil bir ispat çalışmasına ihtiyaç duyulmamıştır. Fetihlerin geniş*lemesiyle İslâm dünyasının sınırları içi*ne giren çeşitli fikir akımları Allah'ın var*lığı konusunu da tartışma gündemine getirmiş olmalıdır ki hicrî II. (VIII.) yüz*yılın başlarından itibaren bilginler me*seleye önem vermeye başlamışlardır. Bi*linen ilk çalışmalar, yüzyılın hemen baş*larında Mu'tezile bilginlerinden Ca'd b. Dirhem ve Cehm b. Safvân'a, daha sonra da Ebû Hanffe'ye aittir (bk. Topaioğlu, Allah'ın Varlığı, s. 69-70, 75-77). Ca'd ve Cehm'den günümüze kadar gelen eser bulunmamaktadır. Ebû Hanîfe'ye gelin*ce, onun risalelerinde konu ile ilgili ola*rak yer atan görüşlerini Beyâzîzâde Ah-med Efendi'nin eserinde toplu halde görmek mümkündür. Ebû Hanîfe'ye gö*re peygamberlerin irşadı ulaşmasa bile insan aklını kullanarak kendisinin ve ta*biatın bir yaratıcısı olduğunu bulmalı*dır. O. engin denizin ortasında azgın dalgaların ve sert rüzgârların çevreledi*ği bir geminin kaptansız yolunu bula*mayacağı Örneğini, canlıların üreme şek*lini, tabiatta gözlenen değişerek yenilen*me olayını İspatlayın deliller olarak sa*yar (bk. Beyâzîzâde, s. 75. 82, 85, 91-94) ve böylece naklî metottan aklî metoda geçişin ilk örneklerini vermiş olur. Eş'a-rî de Ebû Hanîfe gibi daha çok Kur'an'-dan malzeme alarak bir yönüyle hudüs, bir yönüyle de nizam deliline benzeyen ispatlar yapar {el-Lüma*, s. 6-7). Kİtö-bü't-Tevhîd adlı eseri ve hatta Te'vî-lâtü'l-Kur'ân'ı ile Sünnî kelâmın en er*ken ve en güzel örneklerini veren Ebû Mansûr el-Mâtürîdî, Allah'ın varlığını nes- nelerin yaratılmışlığı {hadesü'l-a'yân) ile ispat eder. Evreni oluşturan nesnelerin ve onların taşıdığı özelliklerin -ki ona göre bunlara araz yerine sıfat demek daha isabetli olur (bk. Kitâbü't-Teuhîd, s. 16-17) yaratılmışlığı ise bilgi vasıtaları*mızın her üçü ile de (haber, duyu ve akıl) sabittir. Mâtürîdî muhtelif âyetlere işa*ret ederek naklin, evrenin yaratılmış ol*duğunu bize haber verdiğini ifade et*tikten sonra duyular yoluyla elde edilen delillere geçer. Ona göre duyu organla*rımızla algıladığımız cisimlerin İhtiyaç İçinde bulunduğunu ve devamlı değişik*liğe mâruz kaldığını gözlemekteyiz. Baş*kasına muhtaç olan ve değişen her şey kadîm olmayıp yaratılmıştır. Aklımız da söz konusu özellikleri taşıyan, hareket ve sükûndan uzak kalamayan kâinatta*ki nesnelerin yaratılmış olduğunu, her yaratılmışın da bir yaratıcısının bulun*duğunu kabul eder (a.e., s. 11-19). Gerek kelâm gerekse felsefe cephe*siyle İslâm düşüncesinde şöhret bulan hudûs, imkân ve nizam delillerini ele al*madan Önce Kindî ve Fârâbfde görülen -imkân ve nizam delilleri dışında- bazı ispat şekillerine kısaca temas etmek ge*rekir. İslâm düşünce tarihinde Mu'tezile kelâmından felsefeye geçiş döneminin temsilcisi olan Kindî, felsefî risalelerin*de Allah'ın varlığını ispat eden çeşitli de*liller kullanmıştır. Bunlardan biri, evre*nin yaratılmış olması esasına dayanan hudûs delilidir, ancak bu delil kelâmcı-larınkinden farklı bir şekilde işlenerek sunulmuştur. Filozof, muhtemelen ken*disinden tercümeler yaptığı matema*tikçi öklid'den de faydalanarak (bk. To*paioğlu, Allah'ın Varlığı, s. 51), fiilen var olan ve evreni oluşturan cisimlerin, do*layısıyla evrenin sonsuz olamayacağını, sonsuz olmayan bir şey için de yaratıl-mamışlığın söz konusu edilemeyeceğini ispatlamaya çalışır (bk. Resâ'ı'i, s. 97-162, 186-207). Kindî, başka bir ispat deneme*sinde önce nesnelerde hem birlik hem de çokluğun bulunduğunu, İhtimalleri bertaraf eden bir düşünce sistemiyle ortaya koyduktan sonra birlik ve çokluk karakterleri arasında bir uyumun (mü*şareket) mevcut olduğunu, bunun da an*cak bir dış müessirle gerçekleşebilece*ğini ifade eder (a.e., s. 132-143). Fârâbî'ye gelince o, Aristo'ya ait ol*duğu bilinen hareket delilinden başka nizam delili içinde düşünülebilecek olan inayet delilini, aynca kendisinden bir bu*çuk asır sonra yaşayan meşhur hıristi-yan İlâhiyatçısı Saint Anselme'in kullana- cağı "ekmel varlık" delilini kullanmıştır (Topaioğlu, Allah'ın Varlığı, s. 59-61). Genel olarak İslâm dünyasında baş*vurulan isbât-İ vâcib delillerini şu şekil*de sıralayabiliriz: a) Hudûs Delili. Evrenin yaratılmışlı*ğı ve her yaratılmışın bir yaratıcısının olacağı esasına dayanan hudûs delili, Kur'an'ın ilk inen âyetinden (el-Alak 96/1) itibaren birçok yerinde "hudûs" kelime*si kullanılmadan da olsa tekrar edilmiş*tir. İbn Rüşd'ün ihtira' diye adlandırdığı bu delil, gözle görülen ve aynca varlığı kabul edilen canlı cansız bütün kâinatın -Kur'an'da genellikle "semâvât. arz ve ikisinin arasındaki şeyler" olarak zikre*dilir- kendi kendine var olamayacağı ve mevcudiyetini sürdüremeyeceği konu*sunu bol örneklerle İşler (bk. İbn Rüşd, s. 66-69). Ancak kelâmcılar arasında yay*gın olan, cevher ve araz esasına dayalı hudûs delili bundan farklıdır. İlk defa Mu'tezile bilginleri tarafından kullanıl*maya başlandığı bilinen hudûs Bâkıllâ-nfnin eserlerinde ayrıntılanyla yer al*mış, ondan sonra gelen Sünnî ve Mu'te-zilî kelâmcılar farklı kompozisyonlarla da olsa aynı delili tekrar etmişlerdir. Cevher ve araz esasına dayalı hudûs delilinde, kâinatı oluşturan bütün ci*simlerin bir öz (cevher) ile bu özün taşı*dığı vasıflardan (arazlar) meydana geldiği kabul edilir. Arazlar ancak cevhere bağ*lı olarak varlığını hissettiren renk, hare*ket gibi vasıflardan ibaret olup zama*nın her İki yönü açısından da süreksiz*dir. Cevherler hiçbir zaman fiilen araz*lardan ayrı olamayacağından arazlar gi*bi onlar da süreksizdir. O halde cevher Emin Barın'a ait beş lafza-i celâli ihtiva eden bir kompo*zisyon (Emin Barın koleksiyonu) ve arazlardan oluşan cisimler, dolayısıy*la cisimlerden oluşan evren hem geç*miş hem de gelecek açısından süreksiz*dir, yani yaratılmış ve fânidir. Her yara*tılmışın, yaratılmış özelliği taşımayan bir yaratıcıya muhtaç bulunması ise aklın kaçınılmaz bir şekilde benimseyeceği bir husustur (kaynaklar ve ayrıntılı bilgi için bk. Topaloğlu, Allah'ın Varlığı, s. 81-95). Klasik kelâm kitaplarında asırlar bo*yunca yer alan hudûs deliline tbn Rüşd1-den itibaren bazı tenkitler yöneltilmiştir. Gerçi ondan önce İbn Sînâ hudûsu zayıf bir delil olarak nitelendirmiştir. Fakat İbn Sina'nın tenkidi delilin kuruluşundan çok ispat metoduna yöneliktir. Ona gö*re seçkin insanlar rableri için başka şey*leri (cisimlerin yaratılmış!ığını) şahit getir*mezler, bilâkis gerçeklerin ispatı için biz*zat rablerini şahit tutarlar. İbn Sînâ Al*lah'ın varlığını ispat etmek için imkân delilinin kullanılmasını teklif eder (bk. eA-İşârât, III, 54-55). İbn RDşd ve İbn Tey-miyye'nin cevher ve araz esasına daya*nan hudûs deliline yönelttikleri tenkit*ler, bu delilin Kur'an metoduna uymayı-şı, kullanışlı olmayışı, kesinlik arzetme-yen önermelerden meydana gelişi nok*talarında yoğunlaşır. Aslında kelâmcılar ispat konusunda Kur'an'ın kullandığı hu*dûs delilini göz ardı etmemiş, sadece değişik bir metotla aynı sonuca ulaşma*nın denemesini yapmak istemişlerdir. Ancak bunun güç anlaşılan dolambaçlı bir istidlal tarzı olduğu da kabul edil*melidir. VVensinck gibi bazı Batılı yazar*lar tarafından ileri sürülen ve hudüs delilinin Aristocu-Thomasçı delile ben*zerliğini dile getiren görüş, Mâcid Fah-rFnin de belirttiği gibi isabetli değildir. Çünkü Aristocu-Thomasçı delil evrenin ezeliyetine dayandığı halde kelâmcıların delili tamamen buna ters düşen bir ba*kış açısına sahiptir (bk. Mâcid Fahrî, s. 156-157). Özellikle pozitif bilimlerin veri*lerinden faydalanılarak düzenlenen ye*ni ispat delilleri, felsefî karakter taşıyan hudûs anlayışına değil Kur'an metodu*na yaklaşmaktadır. Bu tür deliller tabi*atı oluşturan maddelerin başlangıç dö*neminden çok sona erişi (fâni oluşu) üze*rinde durmakta, bazı maddelerin yavaş veya hızlı bir şekilde yok olmaya yüz tut*masına bakarak gelecek açısından son*lu olan maddenin başlangıç açısından da sonlu olmasının ve madde özelliği taşı*mayan yüce bir varlık tarafından yara*tılmış bulunmasının gereğini ortaya koy*maya çalışmaktadırlar (bk. Monsma, s. 13 ve!., 38-40, 80-87, 115-128). b) İmkân Delili. "Mevcûd'u, varlığı ken*dinden (vacip) veya başkasından (müm-kin) olmak üzere iki kategoride düşü*nen ve evrenin "mümkin" özelliği taşıdı*ğını benimseyen imkân delilinin bazı ip uçlarını, hicrî III. (IX.) yüzyılın ilk yansın*da yaşayan Kindînin teolojisinde bul*mak mümkündür. Fakat bu delil tam olarak önce Fârâbî, daha sonra da İbn Sînâ tarafından ortaya konulmuş ve İs*lâm literatürüne mal edilmiştir. Kelâm bilginleri felsefe ile ilgilendikten sonra imkân delilini de kullanmaya başlamış*lardır. Aslında hudüs ve imkân delille*ri kuruluşları ve sonuçlan İtibariyle bir*birine benzemektedir. Bu sebeple bazı araştırmacılar imkânı hudûsun bir baş*ka şekli olarak kabul etmekte ve imkâ*nın da erken dönemlerden itibaren ke*lâmcılar tarafından kullanıldığını söyle*mektedir (Mâcid Fahrî, s. 139). Tesbit edilebildiği kadarıyla imkân deliline eser*lerinde ilk defa yer veren kelâmcı Şeh-ristânîdir {riihâyetü't-ikdâm, s. 13). Fah-reddin er-Râzî ve daha sonraki kelâmcı*lar bu delilin çeşitli varyantları üzerinde durmuşlardır. İmkân delilinin hedefi bir vacibin mev*cudiyetini ispat etmektir. Vacip, "varlı*ğı kendinden olup başkasına muhtaç bulunmayan" demektir. Bunun karşıtı mümkindir ki "var olmak için başkasına muhtaç bulunan" anlamına gelir. Evren, bir kısmını duyulanmızla idrak ettiğimiz, bir kısmını da başka yollarla bildiğimiz nesnelerden oluşur. Bu nesneler ya va*cip veya mümkindir. Gözlediğimiz bütün nesneler imkân (başkasına muhtaç olma) özelliği taşıdığına göre tabiatı oluştu*ran diğer parçalar da aynı nitelikte ol*malıdır. O halde tabiat mümkindir, ona varlık veren ve fakat mümkin özelliği taşımayan bir sebep bulunmalıdır; o da varlığı zorunlu olan Allah'tır. Hudûs ve İmkân delillerinde kâinatın yaratılmış (hadis) veya var olmak için başkasına muhtaç (mümkin) olduğu is*pat edildikten sonra, bunun mantıkî bir sonucu olarak her hadisin bir muhdisi (yaratıcı) veya her mümkinin bir sebebi (illet, vacip) bulunduğunu kabul etmek gerekir. Her iki delilin aynı mahiyette olan bu ikinci şıkkının insan aklınca za*ruri olarak benimsenecek bir gerçek ol*duğu söylenmekle birlikte yine de ileri sürülecek bazı itirazlar söz konusudur. Bu tür itirazlar devir ve teselsülün ip*taliyle cevaplandırılmaktadır (bk. devir, TESELSÜL). c) Nizam Delili. Tabiatta fevkalâde has*sas ve ince bir nizamın hâkim olduğu, bunun kendiliğinden veya şuursuz mad*denin icadıyla meydana gelmeyip yüce vasıflara sahip tabiat üstü bir varlığın yaratması ve devam ettirmesiyle müm*kün olabileceği esasına dayanan nizam delili, eski çağlardan itibaren günümü*ze kadar düşünürlerin dikkatini çekmiş*tir. Kur'ân-ı KerînYde çokça kullanılan, filozof İbn Rüşd tarafından hikmet ve inayet diye adlandırılan delil, Kur'ânî bir delil olarak erken dönemlerden başla*mak üzere İslâm bilginlerinin ilgisini çek*miş, IV. (X.) yüzyıl bilgilerinden Mutah-har b. Tâhir el-Makdisî'den itibaren de kelâmî bir delil niteliğinde ele alınarak geliştirilmiş, hakkında müstakil eser*ler kaleme alınmıştır (bk. Topaloğlu, Al*lah'ın Varlığı, s. 108-109). Temelde tabia*tın gözlenmesine ve dolayısıyla deneye dayanan nizam deliline hıristiyan skolas*tiklerin pek az ilgi göstermesine rağ*men (bk. P. lanet - G. Seailles, s. 231) çağımız Batılı teolog ve araştırmacıları son derece önem vermektedirler. İnayet, hikmet, itkan ve gaye diye de adlandırılan nizam delilini mantıkî bir kıyas halinde şöyle ifade etmek müm*kündür: "Kâinat birbirine uygun bir se*bepler ve gayeler sistemi arzeder; böyle bir sistem ancak âlim ve âkil bir yaratı*cının (illet-i zîşuûr) eseri olabilir: o halde kâinat âlim ve âkil bir yaratıcının eseri*dir ki bu da Allah Teâlâ'dır". Görüldüğü gibi nizam delili, tabiatın kuruluş ve iş*leyişini incelemek suretiyle tesbit edile*cek olan olağan üstü ince ve hassas den*gelerin önceden belirlenen bir gayeye yönelik olduğu, plan ve gayenin bulun*duğu yerde planlayıcı ve hedef belirleyi*cinin de bulunmasının zaruri olarak be*nimsenmesinin gerektiği düşüncesine bağlıdır. Eskiçağ'lann materyalistlerin*den bu yana nizam deliline çeşitli ten*kitler yöneltilmiştir. Kant gibi bazı ciddi düşünürlerin bu delili fevkalâde takdir etmekle birlikte yönelttikleri tenkitler bir yana, materyalist düşüncenin delile karşı ileri sürdüğü görüşler, tabiattaki olağan üstü düzeni incelemekle meşgul olan pozitif bilimlerin ilerleyişi karşısın*da önemini büyük çapta kaybetmiştir (bk. Topaloğlu, Allah'ın Varlığı, s. 143-149; Aydın, Din Felsefesi, s. 58-66). d) Fıtrat Delili. Kur'ân-ı Kerîm Allah'ın varlığını, insanlar tarafından tabii ola*rak kabul edilecek bir konu olarak te*lâkki eder (yk. bk). Hem İslâm âlimleri hem de Batı düşünürleri, tarih içinde gelip geçen milletlerin incelenmesinden çıkarılan sonuçlara göre. genellikle her milletin bir tanrı inancına sahip olduğu*nu tesbit etmişler, buna bağlı olarak se*lim yaratılışını ve sağ duyusunu koruya*bilmiş insanların yüce bir tanrının varlı*ğını tabii olarak benimseyeceğini söyle*mişlerdir. "Kabûl-i âmme" veya "fıtrat-i selîme" diyebileceğimiz bu delile erken dönemlerde dikkat çekenlerden biri de Mutahhar b. Tâhir el-Makdisî'dir. Ona göre ırkları, ülkeleri, dil, din ve felsefe*leri değişik olmasına rağmen belli bir seviyeye ulaşabilmiş bütün milletler ev*rende hakîm bir yaratıcının eserlerini gördüklerinden şüphe etmemişlerdir. Buna göre ezelî bir yaratıcının varlığını, yeterli aklî kapasiteye sahip bütün in*sanlar daima zaruri olarak kabul etmiş*lerdir. Bu yüce yaratıcıya her zaman ta*pınılmış, O her dilde bilinmiş, her lisan*la anılmıştır. Her insan Allah'ın varlığını içinde hisseder. İnkârın doruk noktası*na ulaşmış kişinin bile büyük bir felâ*ketle karşılaştığı zaman taşa, toprağa veya ağaca sığındığı görülmemiştir. Mak-disî, bütün insan topluluklarının dille*rinde Allah'a mahsus isimlerin bulun*duğunu da kaydederek çeşitli örnekler verir [el-Bed* ue't-târth,!, 57-64). Kur'ân-ı Kerîm herkesin, hatta her şe*yin Allah'ı ululadığını ifade ederek (el-ls-râ 17/44) fıtrat deliline dikkat çekmiş, ayrıca semavî dinlerin ortak noktasını oluşturan Hanîf inancının, Allah tarafın*dan insan türünün yaratılış Özelliklerin*den biri kılındığını ve bunun asla değiş*tirilemeyeceğini haber vermiştir (er-Rûm 30/30). Şu halde inançsızlık (cahd) sap*ma ve dejenerasyondan başka bir şey değildir. Bu durum Kur'an'da Ifk kelime*siyle ifade edilmiştir. Râgıb el-İsfahânî ifki, "herhangi bir şeyi, olması gereken*den başka yöne çevirmek" diye mâna-landırır ve bunun inançta haktan bâtla, sözde doğrudan yalana, fiilde de güzel*den çirkine çevrilmek şeklinde gerçek*leştiğini ilâve ederek âyetlerden örnek*ler verir (el-Müfredât, "ifk" md). Mü'min süresinin 56-57. âyetlerinde, ilâhî ger*çekler karşısında ellerinde önemsene*cek bir delil olmadan tartışanlardan söz edilirken, onların gönüllerinde hiçbir za*man tatmin edemeyecekleri bir kibir bulunduğu, aslında kâinatın insan dı*şındaki parçalarını yaratmanın İnsanı yaratmaktan daha muazzam bir olay olduğu ifade edilir. Aynı sûrenin 62-63. âyetlerinin meali şöyledir: "İşte her şe*yin yaratıcısı olan rabbiniz Allah budur. O'ndan başka tanrı yoktur. Nasıl aldatı*lıp döndürülüyorsunuz! Allah'ın âyetle*rini -bile bile- İnkâr edenler hep böyle döndürülmüşlerdir". Sağ duyu ve tabii yaratılışa aykırı olarak Alah'ın inkâr edil*mesi, Kur'an'da kibir, inat, zulüm, zor*balık, nankörlük ve saptırıcı dış etken*lerin tesiri altında kalmak gibi faktörle*re bağlanır (el-En'âm 6/33; Hûd 11/59; en-Neml 27/14). "Âyetlerimizi, sadece o selim yaratılış ahdini bozan nankörler, hem de bir inat uğruna inkâr ederler" (Lokman 31/32). bu hizmet [Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] ailesine mahsustur..alıntı yapanlar kaynak bildirmezlerse kul hakkına girmiş olurlar |
12 Ağustos 2013, 15:57 | Mesaj No:5 |
Durumu: Medine No : 13301 Üyelik T.:
04 Şubat 2011 | e) Tasavvuf Metodu. Sûfiyye, dinî hayat konusunda akıldan önce kalbe rol vermek istemiştir. Onlara göre bedene bağlı arzuların asgari seviyede yerine getirilmesi, ruhî güçlerin samimiyet ve ısrarla dinî konulara yöneltilmesi sonunda keşf denen vasıtasız bilgi ve tanıma yolu doğar. Allah ancak bu yolla bilinir veya tanınır. Gazzâlf nin, akıl yolunu yıllarca denedikten sonra bunu terkedip keşf ve ilham metodunu benimsediği kabul edilir. Muhyiddin İbnü'l-Arabi'nin, kendi döneminde aklî ilimlerin zirvesine ulaşmış olan Fahreddin er-Râzî*ye yazdığı mektup, keşf metodunun üstünlüklerini etkileyici bir üslûpla ifade eder. İbnü'l-Arabrye göre Allah'ı tanımak başka, Allah'ın varlığını bilmek başkadır. Akıl Allah'ı ancak var olması bakımından ve selbî sıfatlarıyla (ne olmadığı açısından) bilir. Halbuki keşf yoluyla Allah müşahede edilerek tanınır {Risale, vr. 96b). Dinî hayatın odak noktasını oluşturan Allah inancının doğup yerleşmesinde şahsî yöneliş ve gayretlerin, içe dönük gözlemlerin önemi çağdaş yazarlar tarafından da kabul edilmektedir. Ancak yüksek bir irade gücüne dayanan bu tür psikolojik tecrübelerin zor yapılabilir olmasından başka, sonuçlarının daima isabetli olamayacağı ve bu sonuçların sadece tecrübeyi yürüten için değer taşıyacağı da unutulmamalıdır. Allah'ın varlığını ispat konusunda kullanılan delilleri tenkit süzgecinden geçiren İbn Rüşd keşfin yaygın olarak kullanılamayacağını ifade ettikten sonra Kur'an'ın bütünüyle benimsediği metodun düşünme ve incelemeye davetten ibaret olduğunu hatırlatarak bunun terkedilmesinin Kur'an metodunu hiçe saymak anlamına geleceğini söyler. Bununla birlikte o. nefsin arzularını asgariye indirmenin gerçeğe ulaşma yolunda akla yardımcı olabileceğini de kabul eder (el-Keşf, s. 63-64), Keşf, dinin benimsenmesinden sonra dinî hayatın güçlenmesi ve ruhun Allah'a yücel- mesi yolunda, uygulayabilenler için faydalı bir metot olarak değerlendirilmelidir (bk. KEŞF, MÜKAŞEFE). III. BİRÜGI İslâmiyet'in tevhid dini olarak tanınması, doğduğu coğrafyada yaygın olan puta tapıcılığı ortadan kaldırmayı hedef almasının yanında, bütün insanlığa hitap etme özelliğiyle, insanlar arasında gerek o çağda bulunan gerekse sonraki dönemlerde ortaya çıkacak olan çok tanrıcı İnançlara cephe almak, hatta diğer semavî din mensuplarının ulûhiyyet anlayışını tashih etmek gibi önemli görevleri üstlenmesine bağlı olmalıdır. Kur'ân-ı Kerîm'in düşünce örgüsünde insana değer verme unsuru çok önemli bir yer tutar. Kişinin kendisi gibi yaratılmış bir nesneyi tanrı diye tanıması, ona insan üstü özellikler vererek tapınması insanlık değerleriyle bağdaşmaz. Çok tanrıcı inancın tenkit edildiği birçok âyette tapınılan şeylerin değersizliğine sık sık dikkat çekilmekte ve özellikle onların yaratma gücünden, hatta insana ait birçok fonksiyondan yoksun olduğu vurgulanmaktadır (ilgili âyetlerin listesi için bk-1. LaBeaume, s. 129-137; M. Fâris Be-rekât, s. 4-17). Kur'an'ın başlangıç bölümünü teşkil eden Fatiha süresinin her namazda birkaç defa okunmak suretiyle günde yaklaşık kırk defa tekrar edilişinin hikmetlerinden biri, her halde tapınılacak, yardımı istenip sığınılacak varlığın sadece Allah olduğunu kişinin zihnine ve gönlüne yerleştirmekten ibarettir. Kâinatı yaratıp geliştiren, koruyup yöneten, engin ve sınırsız rahmetle nitelenen (rabbü'l-âlemîn, rahman ve rahim) Allah'tan başkasına kulluk anlamında eğilmek, kendini ona bağımlı hissetmek (ibâdet ve istiâne), birçok yaratıktan üstün ve şerefli kılınan (el-İsrâ 17/70) insanoğluna büyük bir haksızlıktır. Kur'ân-ı Kerîm, Hz. Lokman'ın oğluna Öğüt verirken söylediği hikmetli sözlerinden birini şöyle nakleder: "Allah'a ortak tanıma! Şüphe yok O'na ortak tanımak büyük bir zulümdür" (Lokman 31/13). Birçok âyet de inançsızlığı (küfür) veya çok tanrıcı anlayışı (şirk), bu zihniyetlerin sahiplerinin kendilerine reva gördükleri bir zulüm olarak niteler (bk. meselâ el-Baka-ra 2/54, 57; el-A'râf 7/177; et-Tevbe 9/ 36, 70). Burada söz konusu edilen zulüm, her şeyden önce insanın kendi şahsiyetini, hürriyetini, şerefini ve dolayısıyla insanlık değerini kendi davranışlarıyla yok etm ALLAH Kur'an. Allah'ın varlığının insan tarafından benimsenmesini onun selim yaratılışının gereği saydığı gibi O'nun birliğini de aynı mahiyette kabul etmiştir. Bu, eski antropolojik teorilerin aksine dinler tarihi alanında yapılan yeni araştırmaların da desteklediği bir husustur (bk. Cevad Ali, VI, 36). Ancak O'nun birliğini ifade eden âyetler varlığını belirten âyetlerden çoktur. Öyle görünüyor ki tanrının birliği sonucuna ulaşmak, bu sonuca hem inanç ve düşünce hem de ibadet ve duygularda sadık kalmak O'nun varlığını benimsemekten zordur; çünkü tanrının varlığı daha çok aklın fonksiyonunu ilgilendirdiği halde birliği akılla birlikte ve ondan çok iradenin eğitimine ve duygu hayatının geliştirilmesine bağlıdır. Allah'ın birliğinden bahseden ve çoğu Mekke'de nazil olan âyetler, doğrudan tevhidi telkin edenler veya şirki reddedenler olmak üzere iki grup halinde düşünülebilir. Daha çok vâhid, ahad ve vah-de kelimeleriyle doğrudan O'nun birliğini ifade eden âyetler hadislerle de desteklenmiştir (bk. M. F. Abdulbâki, Mu'cem; Wensinck, Mu'cem). Bunların dışında Kü-tüb-i Sitte'öe Allah'ın isimlerinden biri olarak yer alan vitr (tek) kelimesi (bk Wensinck, Muzcem, "vitr" md.) ve Halî-mfnin kanaatine göre Kur'an'da ve hadiste Allah'a nisbet edilmiş bulunan kâ-fî (yeten, kulunun bütün ihtiyaçlarını karşılayan] kelimesiyle O'nun aşkın bir varlık olduğunu ifade eden alî, azîm, refî gibi İsimler {el-Minhâc, I, 190), Allah'ın birliğini doğrudan telkin eden terimlerdir. Bu delillere İhtâs sûresinin İkinci âyetini de ilâve etmek gerekir ("samed: her şeyden müstağni, her şey ona muhtaç"). Kur'ân-l Kerîm'de şirki ve ulûhiyyet makamına yakışmayan bütün yaratı I m işlik, acz ve eksiklik kavramlarını reddetmek suretiyle tenzihi amaçlayan âyetler pek çoktur. Bu tür âyetlerin konu edindiği ve tevhide aykırı olduğu bilinen bütün inançia-nn tarihî oluşumunu ve bu inançların ■Allah', -hû* lafızlarım ve kelıme-ı tevhidi ihtiva eden celi-sülüs levha Aytaç hattı. Kem al ettin Numtr koleksiyonu) taraftarlarını Hz. Peygamber'in ilk muhatapları olan İslâm öncesi Araplarında bulmak mümkün olmayabilir. Çünkü Allah'ın elçisi olarak bütün insanlığa geldiğini ilân eden (bk. el-A'râf 7/158) Hz. Muhammed'in tebliğ ettiği din belli bir zaman ve coğrafyada ortaya çıkmışsa da evrensel mesajlarıyla zaman ve mekân sınırlarını aşmış ve bütün insanlığa hitap etmeyi amaçlamıştır. Şu halde müslüman ve Batılı bazı yazarlarda görüldüğü üzere tevhid ve tenzih âyetlerinin red ve tenkit açısından konu edindiği inançların hepsini Câhiliye Arapla-n'nda aramak, bunun için uzak yorumlar yaparak tahminler yürütmek isabetli bir metot sayılmamalıdır. Allah'a nisbet edilen "bir"lik, herhangi bir sayı dizisinin İlk basamağı anlamına gelmez. Buradaki bir, "cüzlerden oluşmuş (mürekkeb) bir varlık olmayan, benzeri ve dengi bulunmayan, yegâne tapınılacak varlık" demektir (Mâtürîdî, Kitâbü't-Teuhîd, s. 23; Cüveynî, eş-Şâ-mü, s 345i Tevhidin ulûhiyyet ve rubû-biyyet alternatifleriyle ele alınarak işlenişi erken dönemlerde başlamış olmalıdır (Mâtürîdî, a.e., s. 23-27). Tevhîd-i ulû-hiyyetten maksat Allah'ın zâtında, sıfatlarında ve fiillerinde bir. yegâne ve benzersiz olduğunu kabul etmek; tevhfd-i rubûbiyyet de O'ndan başkasına tapınmamak ve sığınmamaktan ibarettir. Bu tevhidlerin her ikisini Fatiha sûresinin 5. âyetiyle birlikte kelime-i tevhîd de bir araya toplamıştır. Çünkü kelime-i tev-hîdde geçen "ilâh" kelimesi müslüman-lar arasında genellikle "mâbud" (tapacak) mânasına alınmış ve cümle "Allah'tan başka tapınılacak yoktur" tarzında anlaşılmıştır. Bundan dolayı Yûsuf ed-Dic-vfnin bu tür tevhid anlayışını İbn Tey-miyye'ye mal etmesi ve tenkide tâbi tutması isabetli değildir (Makâlât ue fetâ-üâ, 1, 248-272). Tevhidi ulûhiyyet ve rubûbiyyet şeklinde açıklayan birçok âyet vardır (M. Fâris Berekât, s. 28-58). Burada Hz. Peygamber'in Kur'an'ın üçte biri- ne denk tuttuğu İhlâs sûresine (İbn Mâ-ce, "Edeb", 52; Ebü Dâvüd, "Vitr", 18; Tir-mizî, "Şevâbü'l-Kur'ân", 10, II) temas etmekle yetinelim: "De ki O Allah birdir. Allah her şeyden müstağni, fakat her şey ona muhtaçtır. Doğurmamış ve doğmamıştır. Hiçbir kimse onun dengi değildir". Sûrenin İlk âyetinde Allah'ın birliği doğrudan doğruya ifade edildikten sonra sıfatlarıyla birlikte zâtının varlığı ve bekası, ayrıca fiillerini yürütmesi açısından kimseye muhtaç bulunmadığı, aksine her şeyin kendisine muhtaç olduğu vurgulanmış, gerek nesep yoluyla gerekse dengi, benzeri bulunmak gibi başka yollarla ulûhiyyet ve rubûbiy-yette çokluğun mümkün olmadığı açık ve güçlü ifadelerle dile getirilmiştir. İhlâs sûresi İslâm öncesi Araplarının puta tapıcılığını reddettiği gibi yüce tanrının sıfatlarında antropomorfizme düşen Yahudiliği ve Allah ile birlikte Hz. îsâ ve Rûhulkudüs'ü de tanrılaştıran hı-ristiyan inancını tashih etmiş, bir, benzersiz ve müstağni olma prensiplerine ters düşen bütün inançları bâtıl ilân etmiştir. İslâm literatüründe tevhide aykırı inanışlar, geniş anlamlı bir kavram olan şirk kelimesiyle ifade edilmiştir. Sirki de tev-hidde olduğu gibi ulûhiyyet ve rubûbiyyet kavramları karşısında iki grup halinde incelemek mümkündür. Muhtelif âyetlere göre ulûhiyyette şirk Allah'a ortak tanımaktır ki bu şerîk (ortak), küfüv, küf (denk, benzer), velî veya vâlî (dost. efendi), nid (özünde benzeri), şefî* (şefaatçi, aracı, yardımcı) ve şehîd (şüheda1 şek linde çoğul olarak, yardımcı, lehte şahitlik yapan, moral veren) kelimeleriyle ifade edilmiştir (bk. M. F. Abdülbâkl, Mu'cem; Râgıb el-İsfahânî, e/-Müfredat ve Lisânü'l- AHah'ın birliğini ifaöe eden celi-sulus levha (İffet Hanım haltı, Mııslflia [) u/y un man koleksıyunu) 'Arab, ilgili maddeler). Bu tür şirkin kapsamına giren varlıkların tam olmasa bile kısmî bir tanrılık fonksiyonuna sahip bulunduğuna inanılır. Birçok âyette bu tür inançlar kesinlikle reddedildiği gibi söz konusu ortaklan cismanî olarak temsil eden putlar da şiddetle yerilerek din dışı ilân edilmiştir. Kur'ân-ı Kerîm'de Hz. Nuh'un kavmi ile Câhiliye Arapları'-nın bazı putlarının isimleri anıldıktan başka genel anlamda putlar için İlâh (âlihe. tanrılar), sanem (asnâm), vesen (ev-sân), timsâl (temâsîl, heykel), ünsâ (inâs, dişi, güçsüz, bk. M. P. Abdülbâki, Mu'cem; Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât ve Lisânü'l-cArab ilgili maddeler) gibi kelimeler kullanılmıştır. Birçok âyette tevhide aykın kavramlar olarak yer alan bu kelimeler aynı mahiyette hadislerde de geçer (bk. Wensinck, Mu'cem). Yahudilerin Uzeyr'i, hıristiyanlann Mesih'i Allah'ın oğlu kabul etmeleri (et-Tevbe 9/30), Câhiliye Araplan'nın aslında kız evlâttan hoşlanmamalarına rağmen melekleri Allah'ın kızları saymaları Kur'an'da tenkide tâbi tutulur ve zevcesi (sahibe) olmayan yüce yaratıcıya evlât nisbet etmenin aklıselim ile bağdaşmadığına dikkat çekilir (el-En'âm 6/101). Dinler tarihinde mevcudiyeti bilinen, Câhiliye Araplan'nda da belirtilerine rastlanan ay, güneş ve yıldızların takdis edilişi de tevhidle bağdaşmayan bâtıl inançlardan kabul edilir. Halbuki takdis edilmek istenen güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar ve hayvanlar dahil olmak üzere kâinattaki her şey Allah'a secde eder; bu secdeden sadece bir grup insan istisna edilebilir (el-Hac 22/18). "Gece, gündüz, güneş, ay Allah'ın -varlığını ve birliğini ispat eden-belgelerindendir. Siz eğer ona kulluk etmek istiyorsanız güneşe, aya değil bunları yaratan Allah'a secde edin" {Fussılet 41/37). Duyularla İdrak edilemeyen cin ve melek gibi bazı varlıkları veya görülebilir türden olsa da ölmek suretiyle duyu sınırlarının ötesine göçen saygıya değer canlıların ruhlarını takdis etmek, onları temsil eden heykelleri putlaştırmak. Câhiliye Araplan'nda ve diğer bazı milletlerde görülen bir inanç şeklidir. Oysa İslâmiyet her şeyin Allah'ın mahlûku olduğunu ilân etmiş, hiçbir kimseye ne hayatında ne de ölümünden sonra beşer olmanın ötesinde vasıflar nisbet edilemeyeceğini ve insan üstü saygı gösterilemeyeceğini bildirmiştir. Bu sebepledir ki Hz. Peygamber, tevhid inancının henüz tam yerleşmediği ilk dönemlerde Emınzâde Ahmed Tevfik'ın kufi 'Lâ ilahe illâ hû' levhası (İÜ Kıp., İbn u] emin, nr 303-214) kabir ziyaretini yasaklamış, daha sonra da kabirlerin temiz, bakımlı olmasını ve muhafaza altına alınmasını tavsiye etmekle beraber ibadet yeri haline getirilmesini, hatta orada hayvan kesilmesini menetmiştir (Ebû Dâvûd, "Cenâ'iz", 68; bk. Miftâhu künûzi's-sünne, "kubur" md). Aynı şekilde ne kadar saygıya değer olursa olsun Allah'tan başka herhangi bir şey üzerine yemin edilmesini yasaklamış, Hz. Ömer'in Câhiliye'den kalma bir alışkanlıkla babasının adına yemin ettiğini duyunca, "Allah atalarınız adına yemin etmenizi yasaklamıştır; yemin edecek kimse Allah adına yemin etmeli veya susmalıdır" (Tirmizî, "Nüzûr", 8) demek suretiyle onu ikaz etmiştir. Abdullah b. Ömer de "Kabe hakkı İçin* diye yemin eden kimseye müdahelede bulunarak "Kabe'nin rabbi hakkı için" demesini tavsiye etmiştir (Müsned, II, 69). İslâm dininde Allah adına kesilmeyen hayvan etinin yenilmemesi de aslında tevhid inancı prensibine bağlıdır. Çünkü diğer inanışlarda olduğu gibi Câhiliye inanışlarına göre de tanrılara ve onların temsilcisi sayılan çeşitli putlara adaklar adanır, onlar adına kurbanlar kesilir, hayvan eti gibi faydalanılacak besinlerle tanrılar arasında türlü bağlantılar kurulurdu (bk. Cevad Ali, VI, 184-211). Kur'ân-ı Kerîm'de yenmesi yasaklanan besinler belirtilirken Allah'tan başkası adına kesilen hayvanlar da (el-Mâide 5/ 3) sayılmıştır. Fıkıh âlimlerinin tamamına yakın bir çoğunluğu, hayvan kesilirken besmelenin unutulmasını sakıncalı görmemiştir. Hatta Şafiî fakihleri ile İmam Ahmed ve Mâlik'ten gelen bir rivayete göre besmelenin kasten terke-dilmesinde de mahzur yoktur. Çünkü yasak olan, hayvanın Allah'tan başkası adına kesilmesidir; müslümanın böyle bir inanç taşıması ise söz konusu değil- dir (geniş bilgi için bk. İbn Kesîr, III, 87-91; Şevkânî, Meylû'l-eotâr, Vlll, 139-140, 144-146). Başta Kur'ân-ı Kerîm olmak üzere nas-lardan çıkarılan ve bütün müslüman-lar tarafından samimiyetle benimsenen inanç prensiplerine göre Allah'tan başka en çok hürmet edilecek olan varlık Hz. Muhammed'dir. Hatta Allah'ı sevmenin belirtisinin, O'nun lütuf ve affına erişmenin yolunun Hz. Muhammed'e uymaktan ibaret olduğu ifade edilmiş (Âli İmrân 3/31), Peygamber'e itaat etmenin Allah'a itaat anlamına geldiği belirtilmiştir (en-Nisâ 4/801. Bununla birlikte Allah ile Resulü'nün hukuku kesin çizgilerle birbirinden ayrılmış, resulde beşer olmanın fevkinde ilâhî hiçbir özelliğin bulunmadığı ısrarla dile getirilmiş, geçmiş peygamberlerin de aynı özellikleri taşıdıkları ve kendilerinin de bunu ümmetlerine telkin ettikleri ifade edilmiştir (bk. Âl-i İmrân 3/79-80; el-Mâide 5/116-117; el-Kehf 18/110) Kur'an'da "Allah" ve Hz. Muhammed kastedilerek "resul" kelimeleri yanyana zikredilirken her birine karşı müminlere düşen vazifeler şu şekilde belirlenmiştir: Allah'a, yaratıcısı ve yöneticisi olarak dünyanın, ceza ve mükâfat vericisi olarak âhiretin sahibi aşkın varlık olarak, resulüne de O'nun talimatını insanlara getiren ve uygulayan örnek insan olarak inanmak; Allah'a tapınmak ve ondan korkmak, resulüne itaat, yardım ve tazim etmek (en-Nûr 24/52; el-Feth 48/9; bk. İbn Teymiy-ye, Mecmû'u fetâvâ, 111, 272-277). Hîre halkının kendi liderlerine secde ettiklerini gören Kays b. Sa'd, Hz. Peygamberin secde edilmeye daha lâyık bir lider olduğunu düşünerek bunu kendisine teklif etmiş, o da Allah'tan başkasına secde edilemeyeceğini belirterek kendisine secde edilmesini kesin olarak yasaklamıştır (Ebû Dâvûd, "Nikâh", 40). Tevhid dinine bağlı olmalarına rağmen hıristiyanlann Hz. îsâ'ya insan üstü vasıflar atfetmeleri karşısında Hz. Muhammed ümmetini uyarmış ve şöyie demiştir: "Hıristiyanlann Meryem oğlu îsâ'yı İnsan üstü vasıflarla Övdüğü gibi siz de beni övmeyin. Ben sadece Allah'ın bir kuluyum. Benim için Allah'ın kulu ve resulü deyin" (Bu-hârî, "Enbiyâ'", 48; Dârimî, "Rikâk", 68; Müsned, 1,23, 24,47, 55). Başta tefsir, hadis, kelâm, İslâm felsefesi, tasavvuf olmak üzere İslâmî ilimlerle meşgul olan birçok bilgin, Allah'ın birliğini naklin yanı sıra aklî delillerle de ispatlamaya çalışmıştır. İslâm düşüncesine bağlı muhtelif ekollerin sıfatlar konusunda göze çarpan fikir ayrılıkları, duyu organlarıyla idrak edilemeyen Allah'ın sadece zihnî bir varlıktan ibaret olmayıp fiilen de mevcut bulunduğunu sıfatlarıyla ispat etmenin yanında, O'nu birliğini zedeleyecek her türlü ortaklık ve benzerlikten tenzih etme düşüncesine dayanmaktadır (aş.bk.) Kelâm âlimleri Allah'ın birliği konusuna genellikle iki açıdan bakmışlardır: Zâtı itibariyle tek ve ortaksız olması, sıfatları açısından O'nunla yaratılmışlar arasında benzerliğin bulunmaması. İmâm-ı Azam Ebû Hanîfe el-Fıkhü'l-ekber"\nöe, Allah Teâlâ'nın, ortağı bulunmamak anlamında bir olduğunu belirttikten sonra İhlâs sûresini delil olarak getirmiş ve O'nun cisim veya araz olmadığını, den-ginin veya zıddının (rakibinin) söz konusu olamayacağını, ne kendisinin herhangi bir şeye ne de herhangi bir şeyin kendisine asla benzemediğini ifade etmiştir (s. 301-302; Beyâzîzâde, s. 107-111). Sünnî kelâmın kurucularından Ebû Mansûr el - Mâtürîdî tevhidin tarihî, aklî ve kozmolojik delillerle sabit olduğunu söyledikten sonra tarihî delil olarak, çoğulcu bir inanca sahip olanlar da dahil olmak üzere, Allah'ın varlığını benimseyen herkesin aslında tek tanrı anlayışını da benimsemiş olduğunu belirtir. Tevhid ehlinin benimsediği yüce tanrıdan başka ciddi anlamda tanrılık iddiasında bulunan, tanrılığını belgeleyecek fiiller işleyen veya mucizelerle donanmış peygamberler gönderen birinin ortaya çıktığını tarih kaydetmemiştir. Mâtürîdî tevhid için ileri sürdüğü aklî delili, konu ile ilgili âyetlerin istidlal biçimine dayandırmıştır. Bu âyetlerden biri (el-Enbiyâ 21/ 22), göklerde ve yerde yani tabiatta Allah'tan başka tanrılar bulunsaydı tabiat düzeninin bozulacağını ifade eden ve kelâm literatüründe "burhân-i temânu" diye anılan delilin kaynağını oluşturur. Diğerleri de aynı konuda sık sık zikredilen şu âyetlerdir: "De ki, eğer iddia ettikleri gibi Allah'la beraber başka tanrılar bulunsaydı, o takdirde onlar yüce kudret sahibi Allah ile mücadele etmenin yolunu araştırırlardı" (el-İsrâ 17/42). "Allah evlât edinmemiştir. O'nunla birlikte başka bir tanrı da yoktur; eğer öyle olsaydı her bir tanrı kendi yarattığı ile başbaşa kalır ve tanrılar birbirine üstün gelmeye çalışırlardı" (el-Mü'minün 23/ 91). "Yoksa Allah'a O'nun gibi yaratan ortaklar buldular da yaratış, kendilerine, birbirine benzer mi göründü?" (er-Ra'd 13/16). Mâtürîdfnin kaydettiği kozmolojik delil de tabiatta gözlenen düzen esasına dayanır. O bununla İlgili olarak çeşitli örnekler verdikten sonra halik ile mahlûk arasında düşünülecek her türlü benzerlik iddiasını muhtelif delillerle reddeder [Klt&bü't-Teuhtd, s. 17-23). Sünnî kelâm ekolünün diğer temsilcisi olan Eş'arfye gelince, o da biraz önce söz konusu edilen tevhid âyetlerine dayanarak Mâtürîdîde olduğu kadar güçlü olmasa da zât-ı ilâhiyyenin birliğini ispata çalışır, sıfatlan açısından da onunla yaratıklar arasında hiçbir benzerliğin bulunmadığını kaydeder {el-Lüma1, s. 7-8; Risale, s. 89). Mâtürîdî ve Eş'arTden sonra gelen ke-lâmcılar Allah'ın birliği konusunu işlemeye devam etmişler ve istidlallerini genellikle Enbiyâ süresindeki (21/22) âyete dayandırarak temânu1 delilini kullanmışlardır. Halik ile mahlûk arasında hiçbir benzerliğin bulunmadığı konusunda da "tenzih âyeti" diye tanınan Şürâ süresindeki âyete ("Hiçbir şey O'nun benzeri değildir" 42/11) dayanarak oldukça farklı ispatlar yapmışlardır (bk. meselâ Bâkıllânî, s. 24, 25; Cüveynî, s. 351-368; Gazzâlî, el-İktişâd, s. 38-60, 73-79; Nesefî, vr. 29b-33b). Yeni ilm-i kelâm dönemi kelârncılarının ispatlan da aynı mahiyettedir (bk. Harpûtî, s. 181-184; İzmirli, 1,92-103). Mu'tezile'nin Allah'ın birliği konusunda titiz davranan bir kelâm ekolü olduğu ve bu sebeple de sadece zihinde de olsa zât-ı ilâhiyyeden ayn düşünülebilecek olan mâna sıfatlarını kabul etmediği bilinmektedir (aş. bk). Mu'teziie ke-iâmcıları da tevhid konusunu, hem Allah'ın birliği hem de yaratılmışlarla O'nun arasında hiçbir benzerliğin bulunmayışı açısından Sünnî kelamcılar paralelinde ele alarak işlemişlerdir (bk. meselâ Kâdî Abdülcebbâr, Şerhu'l-Uşûli'l-hamse, s. 277-2841. İrade sıfatı konusundaki farklı anlayışlarına dayanarak temânu' delilinin kendileri için isabetli bir sonuç vermeyeceği tarzında Cüveynî tarafından Mu'tezile'ye yöneltilen uzun tenkitler (eş-şamil, s. 368-396) daha çok tartışma tekniğiyle ilgili olup onların tevhid anlayışına gölge düşürecek nitelikte görünmemektedir. Yine Mu'tezile'nin İhtiyarî fiillerde kula serbest irade tanıyarak onu fiilinin halikı kabul etmesi tevhid inan- Allah'ın birliğini ve tenzihi sıfatlarını ifade eden ihlâs sûresinin kufi bir yorumu (Muhittin s«nn koleksiyonu) ona zarar getirmez. Şîa kelâmcılannın tevhid anlayışı da Mu'tezile paralelinde görünmektedir (bk. meselâ Tûsî, s. 69-82). İslâm filozofları da Allah'ın birliği konusuna özel bir ilgi göstermişlerdir. Kin-dî Allah'ın varlığı için kullandığı hudûs delilinin (yk bk.) sonunda yaratıcının tek veya çok olma alternatiflerini tartışır. Yaraüa birden fazla düşünüldüğü takdirde, bunlardan her birinin birleşik {mü-rekkeb) bir varlık olması gerekir. Çünkü tanrı olmaları sebebiyle her birinin yaratıcılık gibi müşterek, fakat kendine has bir şahsiyeti ve dolayısıyla çokluğu (taaddüd) sağlayan özel bazı vasıflan bulunmalıdır. Bu genel ve özel vasıflar da onları birleşik varlıklar haline getirir. Her birleşik varlık, unsurlarını bir araya getirip kendisini oluşturacak başka bir varlığa muhtaçtır. O varlık eğer tek ise işte ilk yaratıcı odur; değilse bir önceki alternatif devreye girer ve bu durum sonsuz olarak devam eder. Bu ise aklın kabul etmeyeceği bir şeydir (bk. teselsül). Şu halde Allah birdir, yaratılmışlara benzemez, Allah yaratıcı, diğer varlıklar yaratılmıştır; Allah bakî, diğerleri ise fâ-nîdir {Resâ'il s. 164). Kindî'nin kullandığı bu delil sonraki filozoflar tarafından da benimsenmiştir. Fârâbî, Allah'ın (el-mevcûdü'l-evvel) en kâmil bir mevcudiyetle var olduğunu belirttikten sonra Kindfnİn metodunu kullanarak Allah'ın birliğini ispat eder. O aynca Allah'ın ek-mel-i vücûd ile var oluşunu O'nun birliği için de delil kabul eder. Çünkü bir şeyin dengi veya benzerinin bulunması onun ekmel oluşuna aykın düşer. Fârâbî Allah'ın her yönüyle benzerinin bulunmayışı açısından da bir olduğunu ispat etmeye çalışır (el-MedîneW.T fâzıla, s. 37-45). İbn Sina, Allah'ın birliğini O'nun varlığını ispat etmek için esas aldığı "vâcibü'I-vü-cûd-mümkinü'l-vücûd" kavramlarına dayandırmıştır {en-Necât s. 227-234). Kelâmcılara karşı tenkitçi bir tavır takındığı bilinen İbn Rüşd, Allah'ın birliğini ispat etmek için Mâtürîdîden itibaren istidlal kaynağı olarak başvurulan tevhid âyetlerini delil getirdikten sonra kelâmcılar tarafından işlendiği şekliyle temânu' delilinin halk tarafından anlaşı-lamayacağını ve bu delil ile istenen sonuca ulaşılamayacağını söylemiştir. İbn Rüşd, Mâtüridî gibi Enbiyâ süresindeki âyetten (21/22) ilham alarak Allah'ın birliğinin ispatını evrenin şu anda sahip olduğu nizam esasına dayandırmak istemiştir (el-Keşf, s. 70-77). Allah'ın bir olduğu ve O'nunla yaratılmışlar arasında zât ve sıfatlar açısından herhangi bir benzerliğin bulunmadığı inancı, müslümanların hem âlimleri hem de büyük halk kitleleri tarafından İslâm tarihi boyunca benimsenmiş bir akîdedir. islâmiyet'in tevhid dini oluşu, denebilir ki, bu tarihî realite ile de ispat edilmiştir. Duyularla idrak edilemeyen yüce bir zâtın, bir taraftan bilinip tanınması ve evrenin yaratıcısı olarak kabul edilmesi, diğer taraftan tek ve benzersiz oluşunun kavranılması gerçeği karşısında İslâm düşünce tarihinde farklı iki görüşün ortaya çıkması kaçınılmaz olmuştur. Bunlardan birine göre yüce yaratıcının fiilen var olduğunu, insan ve kâinatla münasebet halinde bulunduğunu kavrayabilmek için. O'nu insan anlayışının alanına giren bazı sıfatlarla nitelendirmek gerekir. Bu nitelendirme, tanrılıkla bağdaşmayan bazı kavramları (ten-zîhî sıfatlar) O'nun zâtından uzaklaştırmak ve kemal ifade eden bazı kavramları (sübûtî sıfatlar) O'na nisbet etmek şeklinde olur. Diğer görüşe göre ise Allah'ın tek ve benzersiz olduğu inancını zedelememek için O'nun zâtına herhangi bir kavram nisbet etmemek ve zâtı sadece olumsuz kavramlardan tenzih etmek lâzımdır. Çeşitli kelâm, felsefe ve tasavvuf ekollerine bağlı olan veya ihtiyatlı davranan gruplar arasında. İslâm düşünce tarihi boyunca ortaya çıkan tartışmaların üslûbu ne olursa olsun, ciddi sayılabilecek hiçbir düşünce grubu Allah'ı, sadece zihinde bulunan ve hiçbir sıfatla nitelendirilemeyen bir varlık olarak kabul etmemiş, buna kar- Emin Barın'ın kalemivle kelime-ı tevhidin küf! vorumu (Emir Barın koleksiyonu) şılık O'nu selbî ve sübûtî sıfatlarla vasıflandıran lar da hiçbir zaman zât-ı ilâ-hiyyeyi beşerî ve maddî bir çerçeve içinde mütalaa etmemiştir (sıfatlar bölümüne bakınız) Bundan dolayı. Allah'a nisbet edilen kayyüm (el-Bakara 2/255), evvel, âhir, zahir, bâtın (el-Hadîd 57/3) sıfatlarından, İslâm Ansiklopedisi'nde-ki ALLAH maddesini ilmî tarafsızlıktan uzak saygısız bir ifade ile kaleme alan, bu sebeple de sık sık ithamlarının cevaplandırılmasına mecburiyet hissedilen D. B. Macdonald'ın anladığı müşahhas mânayı hiçbir müslüman anlamamıştır. Kur'ân-i Kerîm'de yer alan ve vahiy diliyle Allah'ın nitelendirilmesinden ibaret bulunan bu tür sıfatların. "Peygamber'in âteşîn muhayyilesi'nin ürünü olabileceğine iİA, I, 362), diğer peygamberler gibi Hz. Muhammed'e de vahyin gelebileceğini bir türlü kabul edemeyen Macdo-nald çizgisindeki müsteşriklerden başka kimse ihtimal vermemiştir. Yine bazı Batılı yazarların zannettiği gibi hacca giden müslümanların orada Kabe'ye tapınmaları söz konusu değildir (bk. İTA, I, 324). Bilindiği gibi mâbedler tapacak değil tapınaktır. Kur'ân-ı Kerîm'de, "Mes-cidler Allah'ındır. Öyleyse oralarda Allah'la birlikte başka bir şeye tapmayın" (el-Cin 72/18) denilmek suretiyle müs-lümanların ibadet yerlerinde haça, putlara ve diğer şeylere tapmaları yasaklanmış, gerçekte de onlar bu tür yanlış inançlardan sakınarak tevhidin gereğini daima yerine getirmişlerdir. IV. İSİMLERİ Kâinat içinde yegâne şuurlu varlık olarak gözlenen insan, kendi varlığı ile birlikte aşkın bir yaratıcının varlığını da benliğinin derinliklerinde hisseder. Fizyolojik ve psikolojik yapısı itibariyle İç içe birçok sistemden oluştuğunu, içinde yaşadığı tabiatın da olağan üstü bir ahenk ve düzen taşıdığını farkeden İnsan aşkın yaratıcının bu eserleri karşısında hayranlığını gizleyemez. Semavî kitaplar tabiatın kutsallaştyılma tehlikesinin belirdiği bu noktada fcişiyi uyarmakta, kendisi de dahil olmak üzere zât-ı ilâhiy-ye dışındaki her şeyin yok olacağını, Allah'tan başka tapınılacak, hükümranlığı aralıksız devam edecek, herkesin sığınağı olacak bir varlığın bulunmadığını bildirmektedir (el-Kasas 28/88). İnsan, kendinden başlamak üzere bütün tabiatta hüküm süren düzeni dikkatle incelemeli ve gönülden bağlı olduğu, fakat duyulanyla doğrudan idrak edemediği yaratıcının özelliklerini (sıfatlar) bulmaya çalışmalıdır. Felsefelerinde madde sınırını aşıp yüce yaratıcının varlığına yer veren filozofların ana hatlarıyla belirlemeye çalıştıkları İlâhî sıfatlar konusuna semavî kitaplar ışık tutmuş, insanın bütün benliğiyle inanıp kendisine yakın hissettiği ("Biz insana şah damarından daha yakınız", Kaf 50/ 16), fakat dünya gözüyle göremediği yaratıcıyı "gerektiği kadar" tanıyabilmesi için 0"nu vasıfla ndırmıştır. Meselâ "O evvel, âhir, zahir, bâtındır" (el-Hadîd 57/3) mealindeki âyet zât ve sıfat arasındaki münasebete büyük çapta açıklık getirmiştir. "Evvel" ilk (ezelî) demek olup yaratıcı {ilk sebep, illet-i ûlâ) özelliği taşır. "Âhir" ise son, sürekli (ebedî) demektir. Bütün değişiklikler, oluşum ve bozulmalar (kevn ü fe-sad) yaratılmışlarda etkili olup evvel ve âhire nisbetleri O'nun fiillerinin eseri olmaktan ibarettir. Zâtı itibariyle "bâtın" (gizli, duyular ötesi) olan yüce Allah oluşum ve değişikliklerin delâlet ettiği sıfatlarıyla zahirdir. Sıfat, Allah'ın zâtına nisbet edilen bir mâna, yani bir kavramdır (benzer bir tarif için bk. Bâkillânî, s. 214K Naslarda yer alan bu kavramlar kelime türü açısından isim, fiil, masdar veya zarf şeklinde olduğu gibi Arapça'daki sıfat kalıplarından biri şeklinde de kullanılmıştır. Kur'ân-ı KerîrrTde sıfat kelimesi geçmemekte, daha çok tevhide aykırı inançlardan Allah'ın tenzih edilmesi sırasında "nitelemek" anlamındaki vasf kelimesinin mu-zâri kalıbı kullanılmaktadır. Buna karşılık Allah'a nisbet edilmiş olarak isim ve esma kelimeleri yer almaktadır (bk. M. F. Abdülbâki, Mu'cem, "vasf", "ism" md.leri). Müminin zihnini ve gönlünü aydınlatmak amacıyla zât-ı ilâhiyyeyi nitelendiren kavramlar âlimler tarafından isim veya sıfat terimleriyle ifade edilmiş, bu terimler ilk defa Ebû Hanîfe'ye ait el-Fıkhü'1-ekber'İn baş tarafında göze çarpıyorsa da ikisi arasındaki ince farka dayalı belirgin ayırım Mâtürîdî tarafından yapılmıştır IKitâbü't-Teuhld, s 25, 93) V. (XI.) yüzyıldan itibaren yazılmaya başlanan el-Esmâ* ve'ş-şi/df adlı eserlerde iki terim arasındaki teknik fark şu şekilde belirlenmiştir: Hay, alîm. halik gibi dil açısından sıfat kalıbında bulunan kelimeler isim, diğerleri ise sıfat adını alır (Beyhakl, s. 110-111). Kur'ân-ı Kerîm'de ism kelimesi Allah lafzına veya onun yerini tutan zamire, ayrıca rab kelimesine İzafet yoluyla nisbet edilmiş, çoğul şekli olan esma da "en güzel" anlamındaki el-hüsnâ kelimesiyle sıfat tamlaması oluşturarak el-esmâü'l-hüsnâ şeklinde dört defa Allah'a nisbet edilmiştir (bk. M. F. Abdülbâki. Mu'cem, "ism" md.). İsimden maksat, şüphesiz ki İşaret ettiği varlığı hatırlatmaktır (bk. Isim-müsemmA). İslâm dininin telkin ettiği yüce yaratıcının öz adı, belki de herhangi bir sözlük mânası taşımayan Allah kelimesidir (yk. bk.) Bunun dışında O'nu hatırlatacak kelimeler seçilirken hem zât-ı ilâhiyyeyi niteleyen kavramlara uygun düşmeli, hem de tazim ve hürmet unsurlarını taşımalıdır. Bu ikinci şartın gerçekleşebilmesi için Allah'ın hay ve kavyûm isimlerini ihtiva eden müsennâ celî-sülüs levha (Kâmil Akdlk hattı, Mimar Sınan Üniversitesi Kip } isimlerin naslardan seçilmesi, naslarda yer almayan kelimelerin O'na nisbet edilmemesi gerekir. Haşr sûresinin sonunda yer alan üç âyette, her biri zât-ı ilâ-hiyyeye ait bir kavramı hatırlatan on dört kadar isim Allah'a nisbet edildikten sonra, "Onun esmâ-i hüsnâsı vardır" (59/24) denilmektedir. Konu ile ilgili diğer bir âyetin meali de şöyledir: "Allah'ın esmâ-i hüsnâsı vardır. O halde O'na bunlarla dua edin. O'nun isimleri konusunda eğri yola sapanlara uymayın" (el-A'râf 7/180). Bu âyetlerden anlaşılacağı gibi isim, işaret ettiği varlık için ifade edeceği mâna açısından önem taşımaktadır. Bazı kelimelere tanrılık makamına yakışmayacak anlamlar yükleyerek bunları yaratıcıya nisbet etmek veya O'na ait kavramları ve bunları dile getiren isimleri Ondan başkasına vermek, esmâ-i hüsnâ konusunda eğri yola sapmak (ilhad) kabul edilmiştir (bk. Fahreddin er-Râzî, Tefsîr, XV, 71-721. Allah'ın zâtını nitelendiren kavramlar çok olduğundan bunları ifade eden kelimeler (isimler) de çoktur. Şu halde bunlardan hangisiyle olursa olsun Allah'ı anmak mümkündür. Yaratıcının "Allah" veya "rahman" ile anılmasını bildiren âyetin (el-İsrâ 17/ 110) nüzul sebebi hakkında kaydedilen rivayetler de (bk. Taberî, Tefsîr, XV, 121) Allah'a ait olmak şartıyla hangi isimle olursa olsun O'nun anılabileceğini teyit etmektedir. Muhtemelen İslâm öncesi Güney Arabistan halkının tapındığı tanrının da adı olan rahman (bk. Cevad Ali, VI, 37-41), İslâm'ın telkin ettiği yüce yaratıcının sıfatlarından birini dile getiren bir isim olarak birçok âyette zât-ı ilâhiyyeye nisbet edilmiştir. İsim. işaret ettiği varlığın gerçekliği oranında değer taşır. Her gün iç içe sistemler halinde olağan üstü bir ahenk sergileyen tabiat sahnesinde kudretinin binbir tecellisi gözlenen aşkın yaratıcının isimleri âciz yaratılmışlara, insan eliyle yontulup şekillendirilen (es-Sâffât 37/95) putlara verilse bile bunların hiçbir fonksiyon ve değSeri bulunmayan kuru bir isimden ibaret olacağı asil yaratı-lışlı ve hür düşünceli insan için apaçıktır. Benî İsrail peygamberleri içinde beden ve ruh güzelliğiyle tanınan Hz. Yûsuf, hapis hayatındaki arkadaşlarının tapındıkları putları, "Allah'ın hiçbir güç vermediği, sizin ve atalarınızın takmış olduğu kuru isimler" (Yûsuf 12/40) şeklinde nitelendirirken insan yaratılışında-ki bu asalet ve hürriyet özelliğini dile getirmiş oluyordu. Hz. Peygamber'in son dönemlerinde nazil olan ve Arap müşriklerden çok o günden itibaren var olabilecek bütün putperestlere hitap eden âyet. fiilî bir gerçekliği bulunmayan İsimlerin ve bunların etrafında oluşturulan tazim ve kutsallaştırmaların değersizliğini temsilî bir ifade ile şöyle açıklamıştır: "Ey insanlar! Size bir örnek verilmektedir, şimdi onu dinleyin. Allah'tan başka kutsallaştınp andığınız şeyler, hepsi bir araya gelse de bir sinek bile yaratamazlar. Sinek onlardan bir şey kapmış olsa bunu dahi geri alamazlar. İsteyen de âciz istenen de" fel-Hac 22/73). Esmâ-i hüsnânın sayısı konusunda başvurulacak kaynak şüphesiz ki Kur'an ve hadistir. Kur"ân-ı Kerîm'de çeşitli kelime kalıplarıyla zât-ı itâhiyyeye nisbet edilmiş olarak yer alan kavramların sayısını 313'e ulaştıranlar vardır (bk. Kure-şî, I, 12-15). Allah'ın doksan dokuz isminin bulunduğunu ve bunları benimseyenlerin cennete gireceğini İfade eden hadisi Buhârî ve Müslim gibi otoriteler rivayet etmiş, Tirmizî*nin rivayetinde ise bu isimler tek tek zikredilmiştir (Buhârî, "Tevhîd", 12; Müslim, "Zikr", 5, 6, Tir-mizî, "Da'avât", 82; krş. İbn Mâce, "DuV", 10) Bu isimlerden doksan üçü Kur'ân-ı Kerîm'de yer almış, diğer altı ismin ifade ettiği mânalar ise başka kelimelerle yine O'na izafe edilmiştir (bk. esmA-i hüsnA). Bu liste İslâm dünyasında meşhur olmuş, dua ve niyaz amacıyla okunmuş, esmâ-i hüsnâ telif türünün planını oluşturduğu gibi hat sanatının da bir konusu haline gelmiştir. Bununla beraber esmâ-i hüsnâ ile ilgilenen âlimlerin çoğunluğuna göre ilâhî isimler bu doksan dokuzdan ibaret değildir (bk. meselâ Beyhakî, s. 6-8; Gazzâlî, el-Maksadü'l-esna, s. 131-133). Sayıları ne olursa olsun çeşitli kelime kalıpları ile Allah'a nisbet edilen isimler, şüphe yok ki aşkın yaratıcıyı nitelendiren ve O'nu insan anlayışına yaklaştıran kavramlardır. Nas-larda yer alan bu kavramları tereddütsüz benimsedikten sonra kelâm âlimleri nasla sabit olmayan bir kavramı Allah'a izafe etmenin meşruiyetini tartışmışlardır. Nasların nitelendirdiği genel ulûhiyyet anlayışına ters düşmemek şartıyla bunu meşru görenler olduğu gibi doğru bulmayanlar da vardır. Gazzâlî ile Râzî tarafından benimsenen tercihe göre bu noktada "isim" ile "vasıf" birbirinden ayrı düşünülmelidir. Nasla sabit olmayan bir ismi Allah'a nisbet etmek meşru değildir; bununla birlikte ulûhiyyete ters düşmeyen bir kavramla Onu nitelendirmek mümkündür {el-Maksadü'l-esna, s. 139-141; Leuâmi'u'l-beyyinât, s. 36-37). İsim veya sıfat olarak Allah'a nisbet edilen bütün kavramlar tek bir zâtı nitelendirdiğinden tevhidi zedeleyici herhangi bîr çokluğa sebep teşkil etmez. Ayrıca bu isim ve sıfatlardan bir kısmının insanlara da verilmesi, onlarla yüce yaratıcı arasında benzerlik meydana getirmez. Çünkü bu kavramların her iki nis-bette ifade ettiği anlam ve taşıdığı mahiyet birbirinden farklıdır. Ayrıca -Mâ-türîdrnin de güzel bir tahlil ile ifade ettiği gibi- insanlar, aşkın varlık hakkında, tecrübe alanının kelime ve kavramları dışında kullanılabilecek bir anlama ve tanıma vasıtasına sahip değildirler. Şu haide O'nu nitelendirmek amacıyla kullanılan kelimeler gerçekte O'nun isimleri olmayıp anlayışımıza yaklaştırıcı İfadelerden ibarettir. Bu ibarelerden bazan ulûhiyyete yakışmayacak mânalar zihne gelebileceğinden, Allah'ı isimlendirmenin yanında daima bir nefıy cümlesi ("Hiçbir şey O'nun benzeri değildir" mealindeki tenzih âyeti, eş-Şürâ 42/ 11) mevcut olmuştur. Buna göre tevhid, nefıy içinde ispat ve ispat içinde nefiy tarzında oluşmuştur {Kitâbü't-Teuhtd, s. 93-94). Hz. Peygamber'in tebligatında yer alan ilâhî isim ve sıfatlar Kur'an'da ve bazı farklarla hadislerde kullanılmış olan kavramlardır. Bunların her ikisi de vahiy mahsulü olduğuna göre yüce yaratıcı bizzat kendini nitelendirmiş, ulûhiyyet konusunda insanları gerektiği kadar aydınlatmıştır. Peygamber'in görevi ise kendisine vahyedilen bu nitelikleri insanlara tebliğ etmekten ibarettir. Nitekim o bir münâcâtında Allah'a ait isimlerin bi-tinme derecelerini sayarken sonuncu derece olarak, "yahut gayb İlminde bıra- kıp kendin için tercih ettiğin isimlerin" {Müsned, i, 391) demek suretiyle bilmediği ilâhî isimlerin de bulunduğuna işaret etmiştir. Şu halde D. B. Macdonald'ın, naslarda yer alan ilâhî İsimlerin seci icabı Peygamber tarafından yapılmış nitelendirmeler olduğunu söylemesi, ilmî dayanaktan yoksun bir iddiadan öteye geçemez (İA, i, 362). Macdonald bu anlamsız iddiasını ileri sürerken de Mûsâ ve îsâ peygamberler gibi Hz. Muham-med'e de vahiy gelebileceğine hiç ihtimal vermemekte ve Arap şiirinde "tav-sifî sıfatların canlı ve kuvvetli surette kullanıldığını" belirterek (bk. ay.} Hz. Peygamber'in de böyle bir edebî güç ve yetenekle Allah'ı nitelendirdiğini ifade etmektedir. Macdonald gibi düşünen ve ilâhî vahyi Hz. Muhammed'den kıskanan yazarlara, "Allah peygamberlik görevini kime vereceğini çok iyi bilendir" (el-En'âm 6/124) gerçeğini hatırlattıktan sonra şunu belirtmek gerekir ki o dönemde Arap şiirinde görülen canlı tavsifler büyük çapta tabiata ve maddî varlıklara ait olup aşkın bir varlık olan yaratıcının Kur'an'da görülen incelikte yüzlerce kavramla nitelendirilmesinin unsurlarını Câhiliye şiirinde bulmak mümkün değildir. Kur'an'da çeşitli münasebetlerle esmâ-İ hüsnânın yüzlerce defa tekrar edilişi seci icabı olsaydı birçok âyetin edebî kompozisyonu, düşünce mantığı ve mâna birliği bozulurdu. Halbuki gerek Peygamber asrında gerekse sonraki dönemlerde Kur'an metnine karşı bu tür tenkitlerin yöneltildiği bilinmemektedir. Esmâ-i hüsnâ listesinde yer alan doksan dokuz ismi çeşitli şekillerde grup-landırmak mümkündür. Konu ile ilgile- AHah'ın semi' ve alim isimlerini ihtiva eden celî-ta'lik levha (Sami Efendi ha Ilı, Muhittin Serin koleksiyonu} nen ve eserleri bize kadar ulaşan ilk dönem kelâmcılarından Ebû Abdullah el-Halîmî, esmâ-i hüsnâyı Allah'ın varlığını, birliğini, yaratıcılığını, benzersiz oluşunu ve kâinatı yönettiğini ifade eden isimler olmak üzere beş gruba ayırmış ve her gruba giren isimlerin ne anlama geldiğini açıklamıştır (et-Minhâc, I, 187-209), Bâkıllânî, Abdülkahir el - Bağdadî ve daha sonraki bazı müelliflerin de benimsediği bu tasniften hareket ederek isimleri önce, Allah'ın zâtını nitelendiren ve kâinatla ilgisini belirtenler olmak üzere iki grupta toplamak, sonra da kâinat İçinde insanın önemi göz önünde bulundurularak Allah-İnsan münasebetine temas eden isimleri ayrıca inceleme konusu yapmak mümkündür. Ancak Kur'ân-ı Kerîm'de 2697, hadislerde ise birçok defa (meselâ Wensinck'İn Mu'cem'inde çoğu zât-ı ilâhiyyeyi nitelendirir mahiyette 200e yakın hadiste) gecen Allah lafzının diğer bütün İsim ve sıfatların mânasını topladığını burada belirtmek gerekir. 1. Zatî İsimler. Mutlak mânada Allah'ın zâtını nitelendiren, insan gönlünü ilâhî azamet ve muhabbetle dolduran isimlerdir. Bunların bir kısmı ulûhiyyete yakışmayan kavramları ondan uzaklaştıran kelimeler olup zâtı "ne olmadığı" (selbî) açısından, bir kısmı da yetkinlik (kemal) ifade eden kelimeler olup onu "ne olduğu" (sübûtî) açısından niteler. Birinci grup zatî isimleri anlatmaya başlamadan önce Türkçe'de çok kullanılan ve Allah'ın varlığını ifade eden hak ismini hatırlatalım. Hak. bütün lügat kitaplarında yer alan "sübût ve mutabakat" temel mânasına dayalı olarak "fiilen var olan, realiteye uygun, gerçek" anlamını taşır ve Kur'ân-ı Kerîm ile hadisteki kullanılışı bu mânanın dışına çıkmaz (bk. meselâ Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, "hakk"; İbnü'1-Esîr, en-Nihâye, "hakk" md.). Buna rağmen D. B. Macdonaldtarafından şöyle bir iddia ileri sürülmüştür: Peygamber, kontrol edemediği birtakım fikirlerin tesiriyle nereye varacağını düşünemediği (I) bazı sözler sar-fetmiş, Allah'ın "hak" olduğunu ifade etmiş, fakat bu tabirin ne demek olduğunu araştırmamıştır [İA, I, 365). Öyle görünüyor ki Macdonald'ın bu iddiası, anlamsız da olsa tenkit İhtiyacını tatmin etmek gibi psikolojik bir fonksiyon icra etmektedir. a) Esmâ-i hüsnânın nitelemesine göre Allah, varlığının başlangıcı olmadığı gibi (evvel) sonu da olmayandır (âhir, bakî, vâris). Varlığını ve birliğini belgeleyen birçok delilin bulunması açısından aşikâr (zahir), zâtının görülmesi ve mahiyetinin bilinmesi açısından gizlidir (bâtın). Bölünüp parçalara ayrılmaması ve benzerinin bulunmaması anlamında tektir (vâhid), Allah, arzu ve ihtiyaçları sebebiyle herkesin yöneldiği ulular ulusu bir müstağni (samed), her eksiklikten münezzeh (kuddûs). azamet sahibi (celîl), izzet, şeref ve hükümranlık bakımından en yüce, aşkın (alî, müteâlî), zâtının ve sıfatlarının mahiyeti anlaşılamayacak kadar uludur (azîm, kebîr). Yine bu grup içinde mütalaa edilebilecek isimlerden olmak üzere O, azamet ve yüceliğini izhar eden (mütekebbir), şanlı, şerefli (mâ-cici, mecîd), azamet ve kerem sahibi (zü'l-celâli ve'1-ikrâm) olandır. b) Zatî isimlerden sübûtî mânada Allah'ı nitelendirenler için de şöyle bir sıralama yapmak mümkündür: Ebedî hayatla diri (hay), yenilmeyen yegâne galip (azîz, kahhâr), her şeye gücü yeten, kudretli (kadir, muktedir, kavî, metîn), iradesini her durumda yürüten veya yaratılmışların halini iyileştiren (cebbar), hakkıyla bilen (alîm), her şeyin iç yüzünden haberdar olan (habîr), her şeyi gözlemiş olarak bilen (şehîd), her şeyi tek tek ve bütün ayrıntılarıyla bilen {muhsî), işiten (sem?), gören (basîr). bütün emirleri ve işleri yerli yerinde olan (hakîm), bütün işleri isabetli ve hedefine ulaşıcı, irşad edici (reşîd), dilediğini dilediği zaman bulan bir müstağni (vâcid), iyilik eden, vaadini yerine getiren (ber), fazilet türlerinin hepsine sahip (kerîm), övülmeye lâyık (hamîd), bağışlayan, esirgeyen (rahman, rahim), şefkatli (raûf), ilmi ve merhameti her şeyi kuşatan (vâsi), esenlik veren (selâm), nurlandıran, nur kaynağı (nür). 2, Kâinatı İlgilendiren İsimler. Esmâ-i hüsnâ içinde tabiatın yaratılışına, işleyişine temas eden ve âhiret hayatı ile bağlantı kurarak başlangıç ve sonuç (mebde' ve meâd) inancını düzenleyen isimler şöyle sıralanabilir: Takdirine uygun bir şekilde yaratan (halik), modeli olmaksızın canlıları yaratan (bari1), şekil ve özellik veren (musavvir), eşi ve örneği olmayan ve sanatkârane yaratan (bedî"), ilkin yaratan (mübdi). tekrar yaratan (muîd). Ölümden sonra dirilten (bâis), can veren (muhyî). Öldüren (mümît). Öne alan (mukaddim). geriye bırakan (muahhir). toplayıp düzenleyen, kıyamet günü hesap görmek için mahlûkatı bir araya getiren (cami'). Şu İsimler de tabiatın idare edilişin-deki ilâhî fiil ve müdaheleyi gösterir: Mülkün sahibi (mâliküVmülk), görünen ve görünmeyen âlemlerin sahibi (melik), her şeyin varlığı kendisine bağlı olup kâinatı idare eden (kayyûm), kâinata hâkim olup onu yöneten (vâlî). kâinatın bütün işlerini gözetip yöneten (mühey-min), koruyup gözeten ve dengede tutan (hafız), bedenlerin ve ruhların gıdasını yaratıp veren (rezzâk, mukit; ikinci isim "bilip gücü yeten ve koruyan" anlamına da gelir), rızkı genişleten veya ruhları bedenlerine yayan (basit), rızkı tutan veya canlıların ruhunu alan (kâbız), tatmin eden (muğnî), dilemediği şeyin gerçekleşmesine müsaade etmeyen veya kötü şeylere engel olan (mâni), zarar veren (zâr), fayda veren (nâfi'). 3. İnsanı İlgilendiren İsimler. İnsan kâinatın bir parçasını oluşturmakla birlikte ilâhî kelâmın muhatabı, mukaddes emanetin taşıyıcısı, sorumluluk yüklenen yegâne şuurlu varlıktır. İlâhî vahyin indirilişi, peygamberlerin gönderilişi, ulûhiyyet âlemine dair bilgilerin verilişi hep onun içindir. Bu sebeple ilâhî isim ve sıfatların insana yönelik anlam ve özelliklerinin büyük bir önemi vardır. İnsanın ulûhiyyet anlayışını aydınlatma amacını taşıması açısından bütün bu İsim ve sıfatların insanla münasebet halinde olduğunu söylemek mümkündür. Zâti isimlerin ışığı altında Allah'ı tanıyacak, kâinatın yaratılış ve işleyişini açıklayan isimler çerçevesinde İslâm'ın yaratılış felsefesini anlayacak olan yine insandır. Ayrıca doğrudan insana yönelen, muhatap ve mükellef olarak insan unsuru göz Önünde bulundurulmadan anlamlan tamamlanmayan ilâhî İsimler de vardır: Mutlak adalet sahibi, aşırılığa meyletmeyen (adi), adaletle hükmeden (muk-sıt). son hükmü veren (hakem), yücelten, izzet ve şeref veren (rafı", muiz). alçaltan, zillet veren (hâfıd [>*WI ], müzit). gözetleyip kontrol eden (rakîb), suçluları cezalandıran (müntakım), iyilik kapılarını açan veya hakemlik yapan (fettâh). hiçbir sorumluluğu kaflmayacak şekilde günahları silip yok eden (afüv), bütün günahları bağışlayan (gafur), daima affeden, tekrarlanan günahları bağışlayan (gaffar), kullarını tövbe etmeye muvaffak kılan ve tövbelerini kabul eden (tev-vâb), yaratılmışların ihtiyacını en ince noktasına kadar bilip sezilmez yollarla karşılayan (latîf). yol gösteren, murada erdiren (hâdî), acele ve kızgınlıkla muamele etmeyen (halîm), dileklere karşılık veren (mücîb), kullarına yeten veya on lan hesaba çeken (hasîb), karşılık beklemeden bol bol veren (vehhâb), güven veren, vaadine güvenilen (mümin), az iyiliğe çok mükâfat veren (şekûr), çok sabırlı (sabûr), güvenilip dayanılan (vekil), yardımcı ve dost (velî), çok seven, çok sevilen (vedûd). Allah'ın zâtını nitelendirenlerin dışında kalan ve çoğunluğu oluşturan isimlerin tamamını, insan da tabiatın bir parçasını teşkil ettiğine göre, Allah-âlem münasebetini anlatan kavramlar olarak değerlendirmek mümkündür. Şüphe yok ki Allah'ın mâsivâ* ile olan münasebeti yaratıcı-yaratılmış münasabetinden öteye geçemez. Aşkın varlığı nitelendiren, O'nunla madde dünyası arasındaki ilgiyi anlatan isimlerin mahiyetini anlamak, sınırlı bir idrak kabiliyetine sahip bulunan insan İçin mümkün değildir. Hz. İbrahim'in, rabbinden ölüleri nasıl dirilttiğini göstermesini dilemesi (el-Bakara 2/ 260) Hz. Musa'nın bizzat rabbini görmek isteyip buna muvaffak olamaması (el-A'râf 7/143) ve İlâhî kudretin eseri olarak alışılmışın ötesinde olaylar gerçekleştiren asasından ürkmesi (Tâhâ 20/ 21), peygamberler seviyesinde bile bunun imkânsızlığını ispat eden delillerdir. Su halde problemin tabiatından kaynaklanan bu güçlük dolayısıyla Hz. Muhammedi n tebligatında Allah-âlem münasebetini tam açıklığa kavuşturama-mış olması yüzünden meselenin felsefe, tasavvuf -ve kelâm- mensuplarınca tartışma konusu haline getirilmiş olduğu realitesini tenkide tâbi tutmak (/A l, 366) isabetli olmadığı gibi esmâ-i hüs-nânın çerçevelediği Allah-kâinat münasebetine göre her şeyi doğrudan doğruya Allah'ın yaptığını iddia ederek melek gibi vasıta varlıkların İslâm inancında yer almamasının gerektiğini, fakat Peygamber'in, bunları kendi zamanındaki dinin esaslı unsurları olarak bulduğu için kabul ettiğini söylemek (a.e. I, 365) de isabetli değildir. İslâm İtikadına, hatta diğer semavî dinlere göre Allah'ın kudreti ve kâinat üzerindeki tasarrufu tamdır. Fakat bu durum O'nun kâinatı idare ederken melek gibi bazı vasıtaları kullanmasına da mâni değildir. Şunun da belirtilmesi gerekir ki ne Hz. Muham-med ne de Mûsâ ve Tsâ gibi diğer peygamberler asla din ve inancın kurucuları değildir, onlar yalnızca dinin tebliğ edicileridir. Şu halde vahiy mahsulü olan semavî kitaplara herhangi bir filozofun sistemini aksettiren eserler gözüyle bakmak, onların ihtiva ettiği konuların du- yular ötesi âleme art olduğunu ve bilgi vermekten çok irşad amacıyla hitap ettikleri insanın psikolojik Özelliklerin) göz önüne aldıklarına dikkat etmemek, gerçekten kişiyi burada görüldüğü gibi bariz hatalara sürükler. Allah'ın isimleri içinde yer alan zar ve nâfl' (zarar veren, fayda veren) kelimelerine, ayrıca insana hürriyet tanıyan âyetlerin yanında her şeyi Allah'ın iradesine bağlayan ilâhî isimlerin mevcudiyetine bakarak esmâ-i hüsnâ arasında çelişen kavramların olabileceğini İleri sürmede de I a. e., I, 365) her halde dinî metinleri iyi anlayamamak ve özellikle İslâmiyet'e vahye bağlı bir din gözüyle bakamamış olmaktan doğmaktadır. Semavî kitaplar vahye dayandığına göre, onların tahrife uğramamış metinleri yüce yaratıcıyı benzer kavramlarla ve aynı mahiyette nitelendirmiş olmalıdır. Çelişkili ve tarafgir bakışlarım İslâmiyet'e -kendi deyişiyle Peygamber'e- mal eden Macdonald'ın, vahiy mahsûlleri arasında kurulabilecek benzerlikleri de önceki dinlerden aktarma biçiminde yorumlaması, söz konusu edilen yanlış zihniyetin bir başka ürünü kabul edilmelidir. Bu sebeple de, Hz. Peygamber'in hıris-tiyan çevreleriyle temas halinde olmadığı tarihen sabit olduğu halde. Macdo-nald'm, Kur'an'daki nûr ve selâm isimlerinin esmâ-i hüsnâ içinde yer almasını hıristiyan teolojisi ve ibadetlerinin tesirlerine bağlaması (a.e, I, 363) fazla yadırganmamalıdır. Doksan dokuz isimden oluşan esmâ-i hüsnâ listesi sevgi ile korku, lütuf ile kahır açısından incelendiği takdirde görülecektir ki bunlardan sadece dört beş tanesi sevgi ve lutufla yorumlanmaya müsait değildir. Şöyle ki, kâbız ismi "canlıların ruhunu alan* vb. mânalara gelebildiği gibi "onların rızkını tutan, daraltan" anlamına da gelir. Ancak Kur'ân-ı Kerîm'deki bu kullanılış nzkı genişletmek mânasındaki bast kelimesiyle beraber olmuş, hadiste de kâbız-bâsıt isimleri yanyana zikredilerek canlıların rızkını hem daraltan hem de genişleten anlamında bir dengeye işaret edilmiştir. Zararlı şeylerin yanında faydalı olanları da etkili hale getiren zâr-nâfi' ile "yü-celten-alçaltan" anlamındaki muiz-mü-zil, râfT-hâfız isimleri de aynı mahiyette bir dengeyi ifade eder. Canlı ve cansız tabiatta gözlenen ve karşılıklı etki-tepki ilgileri içinde büyük bir mekanizmanın bir parçasını oluşturan bu dengeyi kurup sürdüren yüce yaratıcıyı bun- dan dolayı korku ve kahir kavramlarıyla nitelendirmek isabetli değildir. Esmâ-i hüsnâ ile ilgilenen âlimler zâr-nâfi', mu-İz-müzil gibi dengeli mâna ifade eden isimlerin tek başına kullanılmasının hatalı olacağına dikkat çekmişlerdir. Mün-takım, "ayıplamak, hoş karşılamamak" anlamındaki nakm kökünden türemiş olup "kötülüğe mukabele eden, suçluyu lâyık otduğu şeyle cezalandıran" mânasına gelir. Ancak Allah'a nisbet edilen intikam kavramında psikolojik tatmin unsuru bulunmaz. Çünkü O'nun cezalandırması kişiyi ıslah etme, toplumun düzenini sağlama ve adaleti tesis etme amacına yöneliktir. Esmâ-i hüsnâ hadisi içinde müntakım isminin tevvâb ile afüv ve raûf isimleri arasında yer alışı da dikkat çekicidir. Kur'an'da Allah'ı nitelendiren kahir veya kahhâr İsimleri "yenilmeyen, daima galip gelen" mânasında olup Türkçe'deki "yok etmek, ezmek" anlamlarıyla İlgili değildir (bk. Râgıb el-Isfahânî, el-Müfredât, "kahr" md.). Gerek doksan dokuz isimle gerekse naslarda geçen diğer kavramlarla nitelendirilen Allah'ın, bazı yazarların iddia ettiği gibi (Macdonald, İA, I, 362) "gayur ve müntakım bir hükümdar" şeklinde algılanması, eğer ruh sağlığından yoksun oluşun belirtisi değilse, nasların objektif olarak değerlendin İmeyişinin sonucu olmalıdır. Çünkü Hz. Peygamber'in tebliğ ettiği din, insanoğlunun birçok yaratıktan üstün, asil bir varlık olduğunu ilân etmiş (el-İsrâ 17/70). onun en güzel görünüm ve muhtevaya sahip kılındığını belirtmiş (et-Tîn 95/4), Âdem'i meleklerin hürmet ve tazim edeceği bir mertebeye yükseltmiştir (el-İsrâ n/61-62). İslâmiyet, yaratıcısını tanıyan ve O'na yaklaşmak isteyen kişiyi "mümin" ve "muttaki" telakki etmiş, cinsiyetine ve soyuna bakmadan onun Allah nezdinde en değerli insan olduğunu kabul etmiştir (el-Hucurât 49/13). Esmâ-i hüsnâ hadisinde de yer alan velî isminden başka Kur'an'da Allah'a nisbet*«dilen isimlerden biri de mevlâdır: "Âİlah'a sarılın. O sizin mevlânızdır. O ne güzel mevlâ ve ne güzel yardımcıdır!" (el-Hac 22/78). Her İki kelime de "birbirine yakın olmak, peşpeşe meydana gelmek" anlamındaki ve(y kökünden türemiş olup "dost" mânası ifade etmekle birlikte mevlâda ayrıca "efendi, seyyid" anlamı vardır. Bu sebeple Kur'an'da velî hem Allah'a hem kula nisbet edildiği halde mevlâ sadece Allah'a izafe edilmiştir. Buna göre Kur'an terminolojisinde mümin Allah'ın dostu Allah İse müminin hem dostu, hem de efendisidir. Taşıdıkları temel mânaya göre mevta veya velî, aralarına yabancı hiçbir şeyin giremeyeceği (su sızmayacağı) iki dost için kullanılmış olur {Kamus Tercümesi, "velî" md.). Kur'ân-ı Kerîm bir taraftan mümini Allah'ın, O'nu da müminin dostu ilân ederken diğer taraftan Hz. Peygamber'e davetinin hedefi olarak "yakınlık içinde sevgi "yi esas almasını emretmiştir (eş-Şûrâ 42/23). İslâm'daki Allah inancının bu özelliğini far-kedebilen L. Gardet gibi yazarlar, Hz. Muhammed'in telkin ettiği tanrının hayır sahibi, bolluk veren ve elçisi vasıtasıyla insanları irşad eden bir tanrı olduğunu ifade etmişlerdir. Yine O esirgeyen, bağışlayan, affedendir. Kuldan is-tenense O'nun dostluğuna inanıp teslim olmaktır (El2 tfng]., 1,406,407). İnsan ruhunun yücelişi en büyük yaratıcı ile sevgi münasebeti kurmak yoluyla gerçekleşecektir. Ancak muhabbetin yanında dinî hayatın takva yönü de vardır. Bilindiği gibi takva vikaye kökünden türemiş olup "sakınma, korunma" anlamına gelir. Râgıb el-İsfahânfnin de kaydettiği üzere takvanın asıl mânası "endişe edilen şeyden nefsi korumaktır" {el-Müfredât, "vky" md.). Takva mefhumunun Allah'a nisbet edilmesi (itteku'l-lâh vb.), hiçbir zaman bizzat korkunç ve tehlikeli bir şeyden korkmak anlamına gelmez. Böyle olsaydı takva sahiplerinin O'na en yakın olan değil, O'ndan en uzak bulunanlar olması gerekirdi. O halde takva, Allah sevgisine engel olacak şeylerden nefsi korumaktan ibarettir. Buna göre takva Allah ile kul arasında sevgi ve dostluğun (muhabbet, velayet) oluşması ve devam etmesi esasına bağlıdır. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de, "Allah mütta-kilerin dostudur" (el-Câsiye 45/19) ve "O'nun dostları sadece müttakilerdir, fakat insanların çoğu bunu bilmez" <el-Enfâl 8/34) denilmektedir. Yûnus sûresinde (10/62-64), İman ve takva sahibi diye nitelendirilen Allah dostları (evliya) İçin korku ve üzüntünün bahis konusu olmadığı, dünya hayatında da âhirette de müjdeye ve sevince onların hak kazandığı ifade edilmiştir. Fussılet sûresinde de (41/30-31) iman ve istikamet sahibi olanlar için benzer ifadeler kullanılmakta ve meleklerin hem dünyada hem de âhirette kendilerinin dostu olduğu haber verilmektedir. Bütün bunlar İslâm literatüründeki takva teriminin korkudan çok saygıyı ifade ettiğini göstermektedir. V. SIFATLARI A) Problemin Ortaya Çıkışı. Sıfat. Allah'ın zâtına nisbet edilen bir kavramdır. Kâinatın yaratıcısı ve yöneticisi, şüphe yok ki zihnî bir varlıktan ibaret olmayıp "Hak" isminden de anlaşılacağı üzere zihnin dışında fiilen de vardır. Fakat insanı sınırlandıran fizyolojik şartlar O'nu dünya hayatında görme imkânını vermemektedir. Bazı felsefî doktrinlerden farklı olarak dinler, kişiye telkin ettikleri tanrının zihinle benimsenmesinin yanında ona gönülden bağlanılmasını da isterler. Böylece zihin ile kalbin ortak ürünü olarak teşekkül eden İman iradeyi harekete geçirir ve iman edilen varlığa şükran duygularını arzetme İhtiyacını doğurur. Kur'an'ın, "Âlemlerin rabbi olan Allah'a hamd olsun" (el-Fâtiha 1 / 1) mealindeki ilk âyeti, dindarlığın ilk İfadesi olarak müminin bu şükran duygularını dile getirir. Daha sonraki âyette (1/4) bu duyguların ibadet yoluyla şekillenip âhenkleştiği ifade edilir. Ayrıca birçok âyette imanla birlikte "amel-i sâ-lih" gibi geniş kapsamlı bir kavramla zikredilen ve psikolojik muhtevanın en değerli tezahürünü oluşturan ibadetin meçhul bir tanrıya karşı yapılması mümkün değildir. Şu halde dinin inanılmasını ve tapınılmasını İstediği yüce yaratıcının yine din tarafından nitelendirilmiş olması gerekir. Meşhur Cibril hadisinde (Buharı, "îmân" 37, "Tefsir", 31/2; Müslim, "îmân", 1, 5, 7), dinî hayatın en yüksek mertebesi kabul edilen İhsan, "Allah'ı görüyormuş gibi O'na ibadet etmendir; gerçekte sen O'nu görmüyorsan da O seni görmektedir" şeklinde tarif edilmiş ve tanınmayan, münasebet kurulamayan bir tanrıya hakiki mânada ibadet edilemeyeceği gerçeğine işaret edilmiştir. Kurân-ı Kerîm'de Allah'a nisbet edilen nitelikleri ifade eden birçok kavram vardır. Bunlar muhtelif hadislerle de teyit edilmekte ve kısmen de zenginleşti-rilmektedir. Bu tür kavramlara "isim" veya "sıfat" denilmesi, konunun mahiyetini değil terminolojiyi ilgilendirir. Bu isim veya sıfatların Hz. Peygamber döneminde nasıl anlaşılıp yorumlandığı hususunda herhangi bir bilgiye sahip değiliz. Bununla beraber ilâhî sıfatlar ve kader meselelerinin ashap devrinin sonlarından itibaren gündeme geldiği bilinmektedir (meselâ bk. Müslim, "îmân", 1). Özellikte yabancı yazarlar bunun sebebini yahudi veya hıristiyan teolojisinin, yahut da Eski Yunan felsefesinin tesirinde aramakta, bunun için de ele alınan konularda ve bunların münakaşa ediliş şeklinde göze çarpan bazı benzerlikleri ve bir de tartışan grupların birbirlerini söz konusu din veya felsefelere bağlılıkla itham etmelerini delil olarak kullanmak isterler. Bu arada, ashap döneminden İtibaren müslümanlar arasında ortaya çıkıp devam eden siyasî anlaşmazlıkların doğurduğu bazı akaid problemlerini (iman-küfür, cebir-ihtiyar) zikretmeyi de ihmal etmezler Ibk. İA, 1. 368; İrfan Abdülhamîd, s. 214-2191 Her şeyden önce, inanan ve inandığına ibadet etmek isteyen insan için Allah'ın bazı sıfatlarla nitelendirilmesi kaçınılmaz bir ihtiyaçtır. Bilinmeyene tapınmak mümkün değildir. L. Gardet'nin de ifade ettiği gibi {El2 |îng.| I, 410) Kur'an ve hadis metinlerinde birçok kavramla nitelendirilen Allah hakkında İslâm bil-ginlerin:n düşünmemeleri, birbirinden farklı da olsa genelde belli bir anlayışa sahip olmamatan mümkün değildir. Gerek umumi İslâm tarihi ve mezhepler tarihi kitaplarından, gerekse mezhepler Yûsuf sûresinin 21 âyetinden Allah'ın mutlak kudretini ifade eden bir bölüm ile O'nun askınlığını ve lütufkârlığını belirten bir zikir cümlesi (Mahmud Celaleddîn'ın telî-sülüs hattı ■ Muştala koleksiyonu) arası tartışmaları aksettiren reddiye türündeki eserlerden anlaşıldığına göre İslâm'ın yayılışı sırasında diğer din ve felsefe mensuplarıyla müslümanlar arasında Önemli fikir mücadeleleri cereyan etmiştir. Ahmed b. Hanbel'e ait er-Red cQÎe'z-zenâdıka ve'1-Cehmiyye'de (s. 64-68, 92-94; krş. Dârimî, s. 361-362, 371 vd.) bazı örneklerini gördüğümüz bu mücadeleleri, yabancı din ve düşünce akımlarına karşı müslümanların kendi akidelerini savunmaları tarzında değerlendirmek, bu din ve felsefelerin teolojilerini taklit etmek şeklindeki değerlendirmeye nisbetle daha isabetli kabul edilmelidir. Aslında bu tartışmaların ortaya çıktığı hicrî 1. yüzyılın sonları ile II. yüzyılın başlarında ne söz konusu dinlerin müslümanların faydalanacağı şekilde geliştirilip sistemleştirilmiş teolojileri vardı, ne de müslüman âlimler Eski Yunan ****fiziğine vâkıftı. Şunu da ilâve etmek gerekir ki mezhep bağlılığı ve bazı siyasî faktörlerin tesiriyle cedel ve münazaranın oluşturduğu gergin hava içinde grupların birbirlerini itham etmelerini, önemli sonuçlara ulaşmak için delil olarak kullanmak isabetli değildir, özellikle o dönemlerde bu tür İthamlar, gerçeğe ulaşmak yerine sırf karşı grubu mağlûp etmek için etkili bir silâh gibi kullanılabilmekteydi. Ancak felsefi kültürün oldukça geliştiği, İbn Ebû Duâd-Ahmed b. Hanbel mücadelesiyle ileri boyutlara varan akıl-nakil tartışmalarının sertleştiği III. yüzyıldan sonra, aşağı yukarı sınırlan ve ana temaları açıklığa kavuşmuş bulunan sıfatlar konusunun işlenişinde yabancı kültürün tesiri söz konusu olabilir. Bu tesirin ya-hudi veya hıristiyan teolojisi renginde gelmiş olması zayıf bir ihtimaldir. Zira Sünnî ve gayri Sünnî bütün İslâm âlimleri, semavî olanları da dahil olmak üzere diğer dinlere karşı sempati duymamış, aksine daima onları red ve tenkitleri için hedef kabul etmiştir. Buna mukabil onların felsefeye karşı takındıkları tavır daha yumuşaktır. İslâm dünyasında sıfat ve kader meselelerini ilkin tartışma konusu haline getiren Cehmî-Mu'tezilî bilginlerin özellikle Hıristiyanlığa karşı reddiyeler yazdıkları bilinmektedir (Aydın, Müslümanların Hıristiyanlığa Karşı Yazdığı Reddiyeler, s. 41-43, 50-55; ayrıca bk. Keşfü'z-zunÛn, II, 1363, 1957-1958, 2030; îzâhıt'l-meknûn, I, 26, 60, 383; II, 153, 552, 895). Filozof Kindfye ait er-Red 'ale'n-naşârâ'nm yazma nüshaları ve bunlar üzerinde yapılan çalışmalar mevcuttur (Aydın, a.e., s 55-56). "Sıfat" kelimesi Kur'ân-ı Kerîm'de yer almamıştır. Fakat "isim" birçok âyette Allah'a nisbet edilmiş, ayrıca O'nun "es-mâ-i hüsnâ"sının olduğu da ifade edilmiştir (bk. M. F. Abdülbâki, Mu'cem, "ism", md.). Bu âyetlerin ve esmâ-i hüs-nâ hadisinin tesiriyle olacaktır ki müslümanlar ilk dönemlerden itibaren Allah'ı nitelendirmek için isim ve esma terimlerini kullanmışlardır. En erken hicrî II. yüzyıldan itibaren akaid literatürüne girdiği anlaşılan sıfat terimi ise (bk. Ebû Hanîfe, tür. yer.) İslâm inancının gayri İs-lâmî unsurlar karşısında savunulması sırasında ortaya çıkmış olmalıdır. Zât-ı ilâhiyye etrafında ilk defa ortaya çıkan fikrî hareketler iki noktada yoğunlaşıyordu: Zâtın nitelendirilmesi ve tevhidin korunması. Şüphe yok ki kendimize ve etrafımızı saran kâinata hâkim olan ve tapınılmaya müstahak bulunan yaratıcının bilinmesi, bunun için de bazı sıfatlarla nitelendirilmesi gerekir. 0, zâtına nisbet edilecek bu sıfatları sonradan kazanmış olamaz; çünkü bu takdirde yetkinlik ifade eden sıfatlara sahip olmadan önce onlardan yoksun olmak gibi bir eksikliğe, ayrıca sonradan bazı özelliklere kavuşmak suretiyle de değişikliğe mâruz kalmış olur. Şu halde söz konusu sıfatların da zât gibi kadîm olması gerekir. Bu durumda ise kadîmler çoğalacağı için (taaddüd-i kude-mâ) tevhid prensibi zedelenmiş olabilir. Bu iki noktanın birincisinde itidali muhafaza edememek teşbih (zât-ı ilâhiyye-yi yaratılmışa benzetmek), ikincisinde ise ta'tîl (zâtı sıfatlardan tecrit etmek) sonucuna götürür ki bunların her ikisi de Asr-ı saadetten itibaren müslümanların benimsediği akideye ters düşmektedir. İslâm dünyasında teşbih veya ta'tîl aşırılıklarından ilk defa hangisinin ortaya Yûnus sûresinin 64. âyetinden Allah'ın engin rahmetini ve inayetini ifade eden bir bölüm (Aîlı Eten d I'n İr eelt-sülüs Ketli - Ekrem Hakkı Ayverdl koleksiyonu) Lafza-i celâl ile birlikte Allatı'a teşbih, tazim ve övgüyü ifade eden bir zikir cümlesi (Sullan II. Mahmud'a attceltsülüs zerendOd levha Beyazıt Camii / istanbul) çıktığı kesin olarak bilinmemektedir. Bununla beraber, siyasî ve ideolojik maksatlarla bazı aşırı grupların Hz. Ali'nin şahsiyeti etrafında ürettikleri teşbih görüşleri bir yana bırakılırsa, fikri mânada İlk aşırılığın hicrî II. yüzyılın başlarında, yabancı din ve fikir akımlarıyla mücadele eden Ca'd b. Dirhem ve Cehm b. Saf-vân tarafından ta'tîl görüşünün ileri sü-rülmesiyle başlamış olduğunu söylemek mümkündür. Daha sonra bir yönüyle buna tepki, bir yönüyle de muhafazakârlık mahiyetinde olmak üzere Mukâtil b. Süleyman ve onun gibi düşünenlerin teşbih aşırılığı göze çarpar. Aynı dönemlerde Mutezile âlimleri teşbihten şiddetle kaçınan, fakat ta'tîl görüşünü de benimsemeyen orta bir yol tesbit etmeye çalışmışlardır. Bundan bir asır sonra gelen ilk İslâm filozofu Kindî'yi kelâmdan felsefeye geçiş döneminin temsilcisi sayarsak yaklaşık bir asır daha beklememiz ve nihayet tenzihe son derece önem veren Fârâbryi, ardından da İbn Sînâ'yı söz konusu etmemiz gerekir. Aslında ta'tîl veya teşbih aşırılıklarına bağlı bulunan ve İslâm tarihinde hiçbir zaman önemsenecek bir çoğunluk teşkil etmeyen gruplar da dahil olmak üzere hiçbir müslüman, tapındığı rabbın hiçbir sıfatla nitelenmeyen zihnî bir varlıktan ibaret olduğunu kabul etmediği gibi O'nu insana veya başka bir yaratılmışa da benzetmiş değildir. Her inananın, Allah kelâmı olduğu ve değişikliğe mâruz kalmadığından emin bulunduğu Kur'ân-ı Kerim Allah'ı binlerce defa çeşitli kavramlarla nitelerken, bir müslüman için başka türlü inanmak ve bir anlamda başka bir tanrıya ibadet etmek zaten mümkün değildir. Bütün mesele fiilen var olduğu ve naslarda mevcut sıfatlarla nitelendiği kesin olarak bilinen Allah'ın zâtı ile sıfatları arasındaki müna- sebeti kurabilmek, daha doğrusu bu münasebeti ilmî bir yaklaşım ile ifade edebilmektir. Sıfatlara dair nasların zahirine bağlı kalanlar bazı noktalarda teşbihe düşmüş gibi görünürse de aslında Mukâtll b. Süleyman gibi fikirleri açısından ciddiye alınabilecek teşbih taraftarlarının sayısı pek azdır ve bunların gerçek görüşleri hakkında sadece muhaliflerinin kitaplarında yer alan rivayetlerin doğruluğu konusunda da İhtiyatlı olmak gereklidir. Kerrâmîler'in, hatta filozofların Allah'a "cevher" demeleri, bilindiği üzere, "kendiliğinden var olan ve mevcudiyetini sürdüren" (el-kâim bizâtih) veya "araz kabul etmeyen" (el-mevcûd lâ fi'l-mevzû') anlamında olup her hangi bir teşbih unsuru taşımaz. GazzâlTnin de ifade ettiği gibi (Tehâfütû'l-felâsife, s. 79-80) bu tür nitelendirmelere olsa olsa terminoloji açısından tenkitler yöneltile-bilir. Tevhidi korumak maksadıyla ta'tî-le yaklaşan veya tenzihe fazla meyledenler de aslında naslarda yer alan isim ve sıfatlan inkâr etmemişlerdir. Nitekim Gazzâlî, tenzihe en çok önem veren İslâm filozoflarının ulühiyyet görüşünü tenkide tâbi tuttuğu halde onların sıfatlan inkâr ettiğini ileri sürüp tekfir cihetine gitmemiştir. Sıfatlar konusunda muhafazakâr davrandığı bilinen Selefiyye, naslarda yer alan bütün sıfatlan Allah'a nlsbet etmeyi akidelerinin vazgeçilmez bir prensibi olarak kabul etmişlerdir. Bununla beraber Ahmed b. Hanbel'den, hatta İmam Mâlik'ten itibaren selef âlimler), zahirî mânalarıyla beşerî özellikler taşıyan haberî sıfatlan Allah'a nisbet ederken daima "mahiyet ve keyfiyeti bilinmeden" {bilâ keyf velâ ma'nâ) demek suretiyle teşbihi andıran kavramları zâttan uzak tutmuşlardır. Tenzih taraftan olan Mu'tezile'ye gelince, onlan da "bütün sıfatlan inkâr edenler" anlamındaki Muattıla'dan kabul etmek hiçbir zaman doğru değildir. Mu'tezile âlimlerinin çoğunluğu Kur'an'da bulunan ilâhî sıfatla-n -ki bunlann çoğu kelime türü bakımından sıfat sığasında olduğundan isim diye anılmaktadır- zât-ı ilâhiyyeye nisbet etmekte tereddüt göstermemiştir. Bu âlimlerle Sünnî kelâmcılar arasında bulunan sıfat anlaşmazlığı, meselenin özünden çok şeklini ve tekniğini ilgilendirmektedir (aş. bk.). B) Sıfatların Tasnifi. Sıfatlar üzerinde fikir yürüten âlimler daima konu ile ilgili naslan göz önünde bulundurmak mecburiyetindedirler. Esmâ-i hüsnâ hadi- sinde İlâhî isimlerden doksan dokuz tanesi zikredilmişse de sadece Kur'an'da geçen isimlerin bunun üç katından fazla olduğu bilinmektedir (yk. bk.). Ancak âlimler, ilahiyat bahislerini eğitim Öğretime ve aynca telife elverişli hale getirebilmek için onlan mantıkî bir ahenk içinde sistemleştirmeye çalışmışlar ve belli Ölçülerle seçtikleri isim veya sıfatları gruplandırarak açıklama geleneğini kurmuşlardır. Akaidle ilgili olarak erken dönemlerde telif edilen Ebû Hanîfe'nin el-Fıkhü'1-ekber, MâtürîdFnin Kitâbü't-Tevhîdvç Eş'arfnin el-Lüma* adlı ki-taplannda söz konusu sıfat gruplandır-maları yapılmış, bunlan hemen takip eden eserlerde de hu gruplandırma aşağı yukan son şeklini almıştır. Akaid ve kelâm kitaplannın klasik planına göre ilâhiyyât bahislerinin ana konulan Allah'ın varlığı, birliği, sıfatlan ve fiillerinden ibarettir. Varlık konusunu zât bahsi, diğer üç konuyu da sıfatlar bahsi olarak adlandırmak da mümkündür; nitekim kelâm ilmi konusuna göre tarif edilirken bu gruplandırma esasına bağlı kalınmıştır. Yine özellikle Sünnî kelâm kitaplarında görülen yaygın bir tasnife göre sıfatlar tenzîhî, sübûtî ve fiilî olmak üzere üç gruba aynlmıştir. Tenzîhî sıfatlar Allah'tan nefyedilmesi gereken ve O'nun aşkınlığını ifade eden sıfatlardır. Sübûti sıfatlar ise Allah'a nisbet edilmesi gereken ve O'nun yetkinliğini ifade eden sıfatlardır. Birinci gruba imanın hedefini oluşturan ûluhiyyet sıfatla-n, ikincisine de ibadetin hedefini oluşturan rubûbiyyet sıfatları demek mümkündür. Fiilî sıfatlara gelince bunlar, Allah'ın kâinatla olan münasebetini daha açık bir şekilde ifade eden ve O"nun kâinatı yaratış ve idare edişini oldukça ayrıntılı bir biçimde anlatan kavramlardır. Selef âlimleri ile Mu'tezile ve Şîa ke-lâmcılarının sıfat tasnifi de, Sünnî ke-lâmcıların tertibi kadar mükemmel olmasa da, ana plan bakımından aynı mahiyettedir. İslâm filozofları Allah'ın birliğine ve tenzîhî sıfatlarına büyük önem vermişler, sübûtî sıfatlan bir anlamda tenzîhîlerle birleştirmişlerdir. Fiilî sıfatlar Selefiyye ve Mâtürîdiyye dışındaki âlimlere göre itibarî sıfatlardır. 1. Tenzihi Sıfatlar. Zâtullah akidesini belirleyen ve selbî terimiyle de anılan bu sıfatlar acz, eksiklik ve yaratılmıştık gibi ulûhiyyete nisbet edilmesi mümkün olmayan kavramlardır. Bu tür kav-ramlann zâttan uzaklaştınlması (tenzih, selb) suretiyle O nitelendirilmiş olur. Bu- na göre tenzîhî sıfatlar Allah'ın ne olmadığını anlatan sıfatlardır. Kur'ân-ı Ke-rîm'de Allah'ın birliğini, şeriki ve benzerinin bulunmadığını, yaratılmışlık belirtilerinden münezzeh olduğunu ifade eden birçok âyet vardır (bk. ]. La Beaume. s. 129-137; M. Fâris Berekât, s. 4-20). İbn Mâce ve Ahmed b. Hanbel'in Huzey-fe'den rivayet ettikleri bir hadise göre Hz. Peygamber gece namazında Kur'an okurken tenzih âyetlerine sıra gelince Allah'ı tenzih ve teşbih ederdi (İbn Mâce, "İkame", 179; Müsned, V, 384; krş. İbnü'1-Esîr, "nezzehe" md.). "Hiçbir şey O'nun benzeri değildir" (eş-Şûrâ 42/ 11) mealindeki âyet bütün âlimler tarafından tenzih için esas kabul edilmiştir. Kelâm ilminde muhâlefetün li'l-havâdis terimiyle ifade edilen bu prensip yaratıcı ile yaratılmışların statülerini tamamıyla birbirinden ayırmıştır. Bunun gibi Allah'ın birliği prensibi de ulûhiyyete yakışmayan bütün kavramları zât-ı ilâhiy-yeden uzaklaştıran ve bir bakıma tenzîhî sıfatları ihtiva eden bir prensiptir. Tenzîhî sıfatlar akaid literatürünün selef, kelâm, felsefe ve tasavvuf alanla-nnın hepsinde ele alınarak işlenmiştir. Selef âlimleri, telif planlarına göre tenzihle ilgili naslan sıralayıp yorumlamakla yetinmişler, kelâmcılar ise Şûra sûresinin 11. âyetinin ışığı altında İlgili nas-lardan faydalanarak bazı terimler tesbit etmiş ve daha çok öğretimde kolaylık, telifte birlik ve ahenk sağlamak maksadıyla altı terimi seçerek belli bir liste oluşturmuşlardır. Bunlardan vücûd "yokluğu düşünülmemek" anlamına gelip bazıları bunu müstakil bir sıfat (sı-fât-ı nefsiyye) kabul etmiş, bazılan da vücûdun zâttan ayrı bir mâna olmadığını söyleyerek onu sıfat listesinden çıkarmışlardır. Kıdem "varlığının başlangıcı olmamak", beki "varlığının sonu olmamak", muhâlefetün li'l-havâdis "yaratılmışlara benzememek", kıyam bi nefsihî "varlığı için başkasına muhtaç olmamak", vahdâniyyet "şeriki bulunmamak", mânalarına kullanılmıştır. Felsefenin de etkisiyle kelâmı kültür geliştikten sonra tenzîhî sıfatlar listesi zenginleşmiştir. Meselâ Sünnî İslâm dünyasında uzun asırlar yaygın bir şöhrete sahip bulunan 'Akâ*idü'n-Nesefîtenzîhî sıfatları söyle sıralamaktadır: "Allah araz, cisim, cevher olmadığı gibi herhangi bir şekle bürünmüş veya sınırlandırılmış da değildir. Yine O kemiyet ve hacimden, basit veya birleşik parçalardan teşekkül etmemiştir, sonlu değildir. Allah mahiyet ve keyfiyetle nitelendirilemez. Mekân tutmaz, üzerinden zaman geçmez. Hİç- : bir şey O'na benzemez, hiçbir şey ilim ve kudretinin dışında kalmaz" (Necmed- : din en-Nesefî, s. 31-36). Mu'tezile ve Sîa âlimleri de Ehl-i sün- ; net'in benimsediği tenzîhî sıfatları aynen '• kabul ederler. Ancak Nazzâm ve Ebü'l-Hüzeyl el-Allâf gibi bazı Mu'tezilî âlimler sübûtî sıfatları tenzîhî sıfatlar alanına girecek bir anlayışla yorumlayarak bu sıfatların sahasını genişletmiş ve Allah'ın yalnız bu tür kavramlarla nitelendirilebileceğini söylemişlerdir (bk. Eş'arî, Makâlât, s. 484-488). Sıfatlarla ilgilenen İslâm bilginleri içinde tenzih konusunda en çok titizlik gösterenlerin filozoflar olduğu bilinmektedir. İslâm filozofları naslarda bulunan ve kelâmcılar tarafından düzenlenen bütün tenzîhî sıfatları kabul etmektedir. Onlann, Allah için, meselâ "cevher" veya "akıl" terimlerini kullanmaları sebebiyle tenzih prensibini zedeledikleri sanılma-malıdır. Çünkü her iki kelimeye dildeki kullanılışlarından farklı olarak verdikleri özel mânalar, esas itibariyle zât-ı ilâhiy-yeye nisbet edilemeyecek kavramlar değildir. Fârâbî ve özellikle İbn Sînâ Allah'ın varlığını "vacip" kavramına bağladıktan sonra büyük önem verdikleri ve teolojilerinin odak noktasını oluşturan tevhid ; akidesini bu vacip esası üzerine oturt-; muşlardır. Onlara göre tenzih metodu dışında zâta nisbet edilecek ve kaçınıl-\ maz bir şekilde kadîm olarak kabul edi-: lecek sıfatlar ulûhiyyette kesretin bu-\ lunduğunu çağrıştırır ki bu hiçbir müs-[ lümanın benimseyemeyeceği bir husus-[ tur. İslâm filozofları naslarla sabit olan \ esmâ-i hüsnâyı "taabbüdT bir yaklaşım-; la kabul ederler. Fikrî açıdan ise Allah'ın, \ meselâ alîm, hakîm, hak ve hay sıfatla-l nyla nitelendiğini şöyle bir yorumla be-[ nimserler: Fiilen mevcut olan Allah'ın varlığı diğer hiçbir şeyin varlığına benzemeyecek şekilde kendi zâtına hastır ve bu sebeple bir tek olmanın en örnek-siz üstünlüğüne sahiptir. Allah madde olmadığı gibi varlığı için maddeye muhtaç da değildir. O halde O, hiçbir şekilde maddeye bağımlı olmamak anlamında bilfiil "akıl'dır. Yine aynı özelliği sebebiyle zâtını akleden (âkil) ve dolayısıyla akledilendir (makûl). Fakat O'nun nitelendirilmesi için kullanılan bu üç kavram, hiç şüphe yok ki, bölünme bahis konusu olmadan tek bir zât ve tek bir cevhere aittir. İşte Allah'ın "âlim" olması da aynen bunun gibidir. 0. "bilen" ol- mak İçin kendi zâtının dışında bir şeyi (zâtı, objeyi) bilmeye muhtaç olmadığı gibi "bilinen" (malûm) olmak İçin O'nu bilecek diğer bir şeye de (zâta) muhtaç değildir. Aksine O, bilen ve bilinen olmak için kendi cevheriyle müstağni olandır. Şu halde O'nun, zâtını bilmesi anlamındaki ilmi kendi cevherinden başka bir şey değildir. O halde zât âlim, ma'lûm ve İlimdir. O'nun hakîm, hak, hay oluşu da bunun gibidir (Fârâbî, el-Medînetü't-fâzıla, s. 46-49; krş. İbn Sînâ, en-Necât, s. 228-229, 243-251; a.mlf., eş-Şifâ', s. 356-360, 366-368). Öyle görünüyor ki filozoflar naslarda yer alan ilâhî nitelikleri benimsemekle -veya onlara iman etmekle-beraber bunların zât ile olan münasebetini izah ederken çok önem verdikleri tevhid uğruna sıfatlan zât içinde eritmişlerdir. Bu açıdan bakıldığı takdirde sıfat-zât ayniliği ortaya çıkmakta ve Allah'ı nitelendirmek için tenzîhî olanlardan başka sıfat kalmamaktadır. Bu görüş Ebü'l-Hüzeyl ve Nazzâm'ın sıfat anlayışına yaklaşmaktadır. Şark İbâzîleri'-nin sıfat anlayışı da buna benzemektedir (bk. Sâbir Tuayme, s. 92-97). İslâm filozoflarının bu anlayışına Aristo'dan itibaren gelen felsefî kültürlerin tesirleri vardır (bk. Kaya, s. 223-231). Filozofların sıfat-zât ayniliği görüşüne özellikle Sünnî kelâmcılar şiddetle karşı çıkmış, fakat sıfatlan inkâr ettiklerini öne sürmekle birlikte bu konuda tekfir cihetini de genellikle tercih etmemişlerdir. "Haberi sıfatlar" diye de anılan ve naslarla sabit olmakla beraber zahirî mâna la nyla aşkın varlığa nisbet edilmeleri mümkün olmayan bazı kavramlar vardır ki İslâm akaidinin zengin tenzih literatüründen bir anlamda İstisna teşkil ederler. Bu türden olmak üzere Kur'ân-ı Kerîm'de zahirî mânalarıyla yüz (vech), göz (ayn, a'yün), el (yed), hadislerde parmak (ısba'), ayak (kadem) gibi uzuvlar, ayrıca bazı âyet ve hadislerde arşın üzerinde oturmak (istiva), yukarıdan aşağıya inmek (nüzul), gelmek (mecr) gibi beşerî fiiller Allah'a nisbet edilmiştir (bk. Râzî, Esâsü't-takdfs, s. 110-214). İlâhî rahmet ile gazabı, insanın manevî kurtuluşu ile hüsranını ilgilendiren naslarda ba-zan rahmet ve kurtuluşa, bazan da gazap ve hüsrana ağırlık verilmesi, bu nas-lar arasında bir çelişkinin bulunduğu (İA, I 367) anlamına gelmez. Çünkü aynı konu İle ilgili olan bu tür naslar arasında göze çarpan tutum farklılıktan aşkın varlıkla İlgili olmayıp insanların kulluk duygulan ve davramşlanmn çeşitliliğiyle il gilidir. Dinî hayat açısından kişiler arasında, hatta aynı kişinin geçirdiği muhtelif dönem ve takındığı tavırlar arasında gerçekte mevcut bulunan o kadar çok farklılık vardır ki bunlann değerlendirilmesi, bazan ancak birbiriyle çelişir gibi görünen sonuçlar ve hükümler halinde olabilmektedir. Semavî dinlerin, özellikle İslâmiyet'in tevhid akidesini ısrarla telkin ettikleri şüphesizdir. Bununla birlikte mukaddes metinlerde bu akîde İle bağdaşmaz gibi görünen bazı beyanların da yer aldığı bilinmektedir. Müteşâbih (birkaç anlamla gelebilen) terimiyle de ifade edilen bu tür beyanlar, acaba bir yandan müminin samimiyetini ölçen, diğer yandan da onu kayıtsız şartsız teslim olma yolunda eğiten ilâhî İmtihan ve uyan vasıta-lan mıdır? Kur'an'da bu meseleyi konu edinen âyette (Âl-i İmrân 3/7) doğrusu bu ihtimallerin ikisine de açık işaretler vardır. Gerçi yahudi teolojisinde görülen "yorulup dinlenmek" (Tekvin, 1-2), "cennette gezinmek" (Tekvîn, 3/8), "şehri ve kuleyi görmek için inmek" (Tekvîn, 11/5), "pişman olmak" (Çıkış, 32/14; II. Samuel, 24/16; Yeremya. 18/8, 10; 26/3, 13, 19; 42/10 vb.), "kıskanmak" (Çıkış, 20/6; Tekvîn, 6/6; Çıkış, 32/12 vb.) gibi yorumu çok güç antropomorfik beyanlar veya Hıristiyanlık'taki Tann'nın be-şerîleşmesi türünden tevhidle bağdaşmaz ifadeler, sahih İslâmî naslarda yer alan müteşâbihler içinde mevcut değildir. Bununla beraber ilk fetihlerle birlikte İslâm teolojisinin karşılaştığı direnişler karşısında erken dönemlerden itibaren bu tür naslann yorumu gündeme gelmiştir. Müşebbihe veya Mücessi-me diye anılan ve -mezhep gruplarının karşılıklı ithamları bir yana - kemiyet ve keyfiyet bakımından önemsenmemesi gereken azınlık hariç tutulursa, bütün İslâm âlimleri zât-ı ilâhiyyeye hiçbir zaman antropomorfik özellikler nisbet etmemişlerdir. Yine onlar zât ve sıfatla-nyla birlikte ulûhiyyetin mahiyet ve keyfiyeti bilinmeyecek aşkırf bir âlem olduğundan da şüphe etmemişlerdir. Naslar İçinde bu tür sıfatlan teşkil eden bütün kelime veya kelime gruplan, dil açısından, çok defa İslâm öncesi metinlerle de belgelenebilen mecazi mânalara sahiptirler (bunun İçin meselâ bk. Lisâ-nü't-cArab; Zemahşerî, el-Keşşâf; Fahred-din er-Râzî, Tefsir; a.mlf., EsSsü't-takdis ve İbnü'1-Esîr, en-Nihâye, ilgili yerler). Esasen müteşâbih naslann dikkatle incelenmesinden de bunlann madde dünya- bu hizmet [Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] ailesine mahsustur..alıntı yapanlar kaynak bildirmezlerse kul hakkına girmiş olurlar |
12 Ağustos 2013, 16:03 | Mesaj No:6 |
Durumu: Medine No : 13301 Üyelik T.:
04 Şubat 2011 | sıyla ilgili mânalann Ötesinde anlam ve özellik taşıdıkları sonucunu çıkarmak mümkündür. Meselâ Kur'ân-ı Kerîm'de zaman kavramının nisbî bir değer taşıdığını ifade etmek sadedinde, "Rabbi-nin katında bir gün, sizin sayıp hesap ettiğiniz bin yıl kadardır" (el-Hac 22/47) denilmekte. Sabâ melikesine ait tahtın getirilmesinden bahseden âyetlerde de (en-Neml 27/38-42) mekân kavramının aynı mahiyette olduğuna işaret edilmektedir. Yine adaletle hükmedenlerin Allah nezdindeki değerlerinin, O'nun sağ tarafında nurdan minberler Üzerinde bulunmak derecesinde olduğunu ifade eden bir hadisin metninde, Allah'ın her iki elinin de sağ olduğu ( jt* *h- ^j) kaydedilir (Müslim, "îmâre", 18). Bu açıklama da el (yed) kavramının Allah'a nis-bet edildiği takdirde beşerî mânadan uzaklaştığı ve aynı zamanda O'nun için yön ve mekânın bahis konusu olamayacağı gerçeğine işaret etmektedir. Muhafazakâr âlimler haberî sıfatların ifade ettiği yüz, göz, el, ayak gibi zahirî ve beşerî mânalann Allah için söz konusu olmadığını benimsemekle birlikte daha ileriye giderek bunlara mecazi anlamlar vermek de istememiş ve meselenin iç yüzünü Allah'a havale etmeyi (tefvîz) uygun görmüşlerdir. Mu'tezile'nin başlattığı ve daha sonra Sünnî kelâm-ciların da benimsediği te'vil metoduna göre ise bu tür kelimeler, akaidin genel prensipleri ve Arap dilinin kural ve özellikleri çerçevesinde mecazi mânalarına bağlı olarak yorumlanmalıdır. Bu çerçevede geliştirilen ve Bâtıniyye'ninkine benzemeyen te'vil metodu, teşbih ve ta'tîl aşırılıklarına engel olduğu gibi İslâm akaidini naslar çerçevesinde ve rr^n*ıkî bir ahenk içinde sistemleştirmeye de hizmet etmiştir. Aslında muhafazakâr âlimler de müteşâbih nasların zahirî mânalarını Allah'a nisbet etmemekle bir nevi te'vili (icmâlî tevil} benimsemiş olmaktadırlar. Ayrıca Ahmed b. Hanbel de dahil olmak üzere muhafazakâr âlimler bile bazı nasları kelâma la r gibi te'vil etmek mecburiyetini hissetmişlerdir (bk. Gazzâlî, İhya*. I, 103-104; Tabakâtü'l-Ha-nâbile. I, 252; Yavuz, s. 31-33). Buraya kadar belirtildiği gibi zahirî mânalarıyla aşkın varlığa nisbet edilmesi tenzih prensipleri açısından mümkün olmayan bazı kavramların az da olsa naslarda yer alması, ilâhî bir imtihan ve eğitim vesilesi olduktan başka, aşkmlı-ga has bir özellik, ayrıca her dilde bulunan edebî bir kullanılıştır. Bu problem Yenicami hünkâr mahfili kapısı üzerindeki müsennâ sülüs 'Hû' hattı - istanbul İslâm öncesi dinlerde daha karmaşık olmak üzere bütün dinlerin mukaddes metinlerinde de mevcuttur. Bundan dolayı D. B. Macdonald'ın, problemi sadece İslâmiyet'e has gibi gösterip tenkide tâbi tutması ve sûfiyyeye ait vahdet-i vücûd* nazariyesinin, "vechullah" sıfatının naslar tarafından vuzuha kavuştu-rulamaması sebebiyle ortaya çıktığını ileri sürmesi {İA, I, 365-366) İsabetli değildir. Abdülvehhâb eş-Sa'rânî, Muhyid-din İbnü'l-Arabî ve diğer sûfiyyenin haberî sıfatları muhafazakâr bir yaklaşımla anlayıp benimsediklerini, fakat te'vil yolunu tercih edenleri de asla tekfir etmediklerini kaydeder iel-Yeuâklt ve'ice-uâhir.l, 52; krş. 1,66, 100vd.I. 2. Sübûtf Sıfatlar. Allah'ın zâtına nisbet edilen ve O'nun ne olduğunu ifade eden sıfatlardır. Esmâ-i hüsnânın zatî sübûtî kısmını oluşturan bu sıfatlar (yk. bk.) müminin ubûdiyyeti ile yüce yaratıcının rubûbiyyeti arasındaki ilgiyi ve ayrıca Allah-kâinat münasebetini açıklığa kavuşturan kavramlardır. Allah'ı nitelendirme konusunda esmâ-i hüsnâ merhalesinden sıfat merhalesine geçildiği erken dönemlerden (yaklaşık hicrî I. asrın sonları) itibaren âlimler sübûtî sıfatlar meselesiyle ilgilenmeye başlamışlardır. Sünnî kelâm ekollerinin kurulmasından sonra (Ebû Hanîfe'ye nisbet edilen el-Fıkhü'lekbergöz önünde bulundurulacak olursa ondan itibaren) sübûtî sıfatlar (veya esmâ-i hüsnâ} listesinden belli birkaç sıfatn tercih edildiği ve ilmî tartışmaların bunlar üzerinde yürütüldüğü görülmektedir. Diri (hay), bilen (alîm), işiten (semf). gören (basîr). güç yetiren (kadir), dileyen (mürîd) ve konuşan (mü-tekellim) olmak üzere genellikle yedi sıfattan oluşan bu listenin tercih edilme- sinin sebebi, öyle anlaşılıyor ki, telif ve öğretim kolaylığı sağlanması yanında belli bir problemi çözüme kavuşturmaktır ki o da kâinatın yaratılış veya Allah-kâinat münasebeti problemidir. Çünkü Mâtürîdî, Eş'arî, Kâdî Abdülcebbâr ve daha sonraki kelâmcılann ve ayrıca muhafazakâr âlimlerin eserlerinde görüldüğü üzere kâinatın müşahedesinden yaratıcının (sâni') sübûtî sıfatlarına istidlal etmek bunun açık delilini oluşturmaktadır. Buna göre sâni". her teologun kabul ettiği gibi hayat ve ilim sahibidir. Semr ve basîr sıfatlarının Mutezile tarafından -sistemin bütünlüğü düşünülerek- alîm sıfatına irca edilmesi her ne kadar Sünnî âlimler tarafından tepki ile karşılanmışsa da zaten esmâ-i hüsnâ listesinde benimsendikten sonra bunun sakıncalı görülmemesi gerekir. Alîmin etkileyici değil sadece nesne ve olayların üzerinden bilinmezliği kaldırıcı (sıfât-ı kâşife) bir özellik taşıması karşısında kâinatın yaratılması ve yönetilmesi fonksiyonunu yürütecek diğer niteliklere de İhtiyaç hissedilmiştir. Onlar da kadîr ve mürîd sıfatlardır. Yaratıcının güç yetirmesinin (kadîr}, alternatiflerin ve zamanların hepsine eşit bir şekilde yönelmesi gerçeği karşısında, şüphe yok ki zamanlamayı sağlayacak ve alternatiflerle dolu kâinatı açıklayacak bir sıfata daha gerek vardır ki o da mürîdden ibarettir (sıfât-ı muhassıse) Mütekellim sıfatına gelince bu, kâinat içinde sadece insana bahşedilmiş bir sıfattır. Akla ve seçme hürriyetine (irade) sahip kılınan insanın ilâhî mesaja muhatap olması ve kendisinin de konuşma özelliğini taşıması, hiçbir yaratılmışa nasip olmayan erişilmez üç meziyetini teşkil eder. Buraya kadar söz konusu edilen sübûtî sıfatlar siga bakımından da sıfat olan kelimelerdir. Naslarda da genellikle bu şekilde geçen (esmâ-i hüsnâ) bu gruba "manevî sıfatlar" denilmiştir. Sünnî âlimler bu türemiş kelimelerin köklerini oluşturan masdarlar; da bir sıfat grubu sayarak Allah'a nisbet etmişlerdir. Hayat, ilim, sem1, basar, kudret, irade ve kelâmdan ibaret olan bu sıfatlara da "mâna sıfatlan" denilmiştir. Nazzâm ve Ebü'l-Hüzeyl el-Allâf gibi Mu'tezilî ke-lâmcılar zât-ı ilâhiyyenin sadece tenzî-hî metotla nitelendirilebileceğini söylemek suretiyle sübûtî sıfatların her iki grubunu da reddetmiş. Ebû Hâşim el-Cübbâîve Kâdî Abdülcebbâr {ve bazı Sünnî kelâmcılar), söz konusu sıfatlan kabul etmekle reddetmek arasında yer alan üçüncü bir görüş ortaya koymuş (bk. AHVAL), geri kalan Mutezile çoğunluğu İse manevî sıfatlan benimsemiş, mâna sıfatlarını ise reddetmiştir. Bunlara göre manevî sıfatlar Allah'a nisbet edilirken zât ve sıfat aynı anda düşünüleceğinden ikisi arasında bir ayırım olmayacak, dolayısıyla ulûhiyyet kavramında herhangi bir çokluğu (taaddüd) hatır-latmayacaktır. Buna karşılık, meselâ "Allah alimdir" yerine "Allah'ın ilmi vardır" denmek suretiyle mâna sıfatlan kullanılacak olursa, insan zihnine her ikisi de kadîm olan "Allah" ve "ilim" kavramları gelecektir ki bu, kadîmlerin çoğalmasını, dolayısıyla tevhidin zedelenmesini sonuçlandırır. Sünnî kelâmcılar Mu'tezi-le'nin bu titizliğini yersiz bulmuş ve söz konusu ayırımın sadece zihnî bir fonksiyon olması sebebiyle herhangi bir taaddüdün meydana gelmeyeceğini söylemişlerdir. Sünnî kelâmcılara göre hay, alîm, semî" şeklinde türemiş kelimeler (sıfat kipleri) yoluyla düzenlenen sıfat grubunun Allah'a nisbet edilmesi halinde bunların kökünü oluşturan hayat, ilim, sem' grubunun da O'na nisbet edilmesi hem dil hem de mantık açısından zaruridir. Nitekim ilim, kelâm ve kudret (kuvvet) sıfatları bu şekilleriyle de nas-larda Allah'a nisbet edilmiştir (meselâ bk. el-Bakara 2/75, 165, 255; ez-Zâriyât 51/58). Ehl-i sünnet kelâmcıları, zât-ı llâhiyyeye bir anlamda mânalar katan sübûtJ-mânevî sıfatların zâtla münasebetini "zâtn ne aynı ne de gayridir" şeklinde ifade etmişlerdir. Bu ifade ilk bakışta çelişik gibi görünürse de gerçekte öyle değildir. Çünkü onlar "sıfat zâtın aynı değildir" derken, sıfatları zâtla özdeşleştirmek suretiyle onların mevcudiyetini ortadan kaldıran bazı Mu'te-zjfî kelâmcılarla İslâm filozoflarının hatasından, "gayri değildir" derken de sıfatı zâttan ayırıp beşer seviyesine İndiren ve îsâ'nın bedeninde maddîleşti-ren hıristiyanların bâtıl inancından ka-pnmak istemişlerdir. Bunun için söz konusu görüşte zât ile sıfat arasındaki münasebet ayn ayrı açılardan ele alın-mıştır. Mu'tezile kelâmcılannın çoğunluğu es-mâ-i hüsnâyı ve dolayısıyla manevî sıfatları kabul ettikleri halde "müstakil mânalar" diye de anılan meânf sıfatlan m benimsemeyişleri, hiçbir zaman onların zât-ı ilâhiyyeyi sıfatlardan tecrit (ta'tfl) ettikleri anlamına gelmediği halde muhalifleri tarafından Muattıla'dan olmakla itham edilmişlerdir. Onların hakiki tema- Celi-divani hattıyla Emin Barın'ın müsennâ "Va Allah' levhası (tmin Batın koleksiyonu) yüllerinin "sıfatları toptan reddetmek" olduğunu söylemek de \İA, 1, 369) tarafsızlıkla bağdaşmayan bir hüküm kabul edilmelidir. Rü'yetullah terimiyle ifade edilen "Allah'ın âhirette görülebilmesi" konusu Mu'tezİle İle Sünnî âlimler arasındaki tartışma noktalarından birini oluşturmuştur. Sünnî âlimler, bir şeyin görülebilir olmasını onun var oluş özelliğine bağladığı ve Allah'ın varlığından da şüphe edilmediği için, değişik kanunlara bağlı bulunan âhiret hayatında O'nun görülmesinin aklen mümkün olduğunu, nasiann ise bunu açıkça ifade ettiğini kabul etmişlerdir. Mu'tezile kelâmcıları ve onların etkisiyle Haricî-İbâzî âlimler ise âhiret âleminin de dünya kanunlarına bağlı olacağını ileri sürerek Allah'ın görülemeyeceğini savunmuşlar ve ilgili naslan kendi anlayışları doğrultusunda yorumlamaya çalışmışlardır. Mu'tezile akılcılığının ve dönemlerine ait kültürün, gerçekten bambaşka bir âlem olan âhiret hayatı için de geçerli kabul edilmesi metot bakımından isabetli görünmemektedir. Ayrıca onların bu metot uğruna -diğer tartışmalı konular da göz önünde bulundurulduğu takdirde- birçok nassı uzak yorumlara tâbi tutmalarının tasvip edilmesi de kolay değildir. İbn Rüşd. Mu'tezile'nin rü'yetullahı inkâr etmelerini şiddetle reddettikten sonra kelâmcılar tarafından kullanılan is- pat delillerini de zayıf bulduğunu ifade etmiş ve rü'yetin nur ismine bağlı olarak yapılacak İzahlarla ispat edilmesinin daha İsabetli olacağını ileri sürmüştür {et-Keşf, s. 102-108). Halku'l-Kur'ân meselesi diye akaid literatüründe meşhur olan "kelâm" sıfatı, muhafazakâr âlimleri, Sünnî olan ve olmayan kelâmcılan, yerli ve yabancı yazarları fazlasıyla meşgul etmiştir. İbn Ebû Duâd ve arkadaşlarının çok yanhş bir tutumla bu fikrî meseleyi siyaset ve idare alanına aktarmaları ve eyleme geçmeleri konunun etrafında aşırı denebilecek taassupların oluşmasına sebep teşkil etmiştir, öyle görünüyor ki ilâhî kelâmın ve bu arada Kur'an'ın kadîm olmadığı mânasmdaki halku'l-Kurân problemi, muhafazakâr gruplar tarafından tıpkı Cehmî-Mu'tezilî veya felsefî görüşlere taraftar olmak gibi bir itham ve karalama vesilesi haline getirilmek istenmiş ve birçok kişinin bu yolla mahkûm edilmesine gayret gösterilmiştir. Yabancı yazarlar da bu problemin hıristiyan teolojisinin etkisiyle ortaya çıktığını ileri sürmüşlerdir. Kelâmın bütün sıfatlar içinde farklı bir özelliğe sahip olduğu şüphesizdir. Çünkü hiçbir ilâhî sıfatın doğrudan bir tecellisi olmadığı halde bu sıfatın ürünü olarak elimizde Kur'ân-i Kerîm mevcuttur. On dört asrı aşkın bir zamandan beri İnanan ve İnanmayan birçok insanın şaşkınlık derecesindeki takdirini kazanan bu metin (bk. 1'CAzüi-kuR'An), Allah'ın kelâmı olarak O'nun sıfatlarından birini teşkil ederken aynı zamanda İnsan tarafından okunmasına, ezberlenmesine, dinlenmesine ve yazılmasına elverişli olan maddî bir malzeme halindedir. Problemin bu özelliği, dikkatleri çekmesi ve tartışma gündeminde yer alması için yeter bir sebep kabul edilmelidir. Bundan dolayı hicrî I. yüzyılın sonlarından itibaren sıfatlar konusunun gündeme gelmesine bağlı olarak hal-ku'1-Kur'ân'ın da tartşma alanındaki yerini alması tabii görülmelidir. Bazı iddiaların aksine (Watt, İslâm Düşüncesinin Teşekkül Deuri, s. 308-310), İslâm dünyasında önce sıfat münakaşaları, sonra da kelâm sıfatına bağlı olarak hal-ku'1-Kur'ân meselesi ortaya çıkmış olmalıdır. Halku'l-Kur'ân tartışmaları III. yüzyılda hız kazandığı halde bundan önce ve sonra yaşayan ve muhafazakârlar tarafından hoş karşılanmayan bazı şahısların Kur'an'ın yaratılmış olduğu fik- rini benimsemiş olmakla itham edilmesine fazla önem verilmemelidir. Beşerin idrakine indirilmiş olan Allah kelâmının ve dolayısıyla Kur'an'ın mahlûk yani sonradan meydana getirilmiş (hadis) veya kadîm olduğu problemine muhafazakâr grup daima ilâhî sıfatlardan olan kelâm açısından bakış yapmış ve her sıfat gibi bunun da kadîm olduğunu söylemiştir. Mu'tezile İse aynı probleme beşer idrakinin alanı İçindeki tecellisi açısından bakarak onun hadis veya mahlûk olduğunu savunmuştur. Her iki tarafın birbirlerini itham ediş noktalarında ve kendi tezlerini haklı çıkarmak için kullandıktan ispat şekillerinde itidalden ve ilmî ölçülerden uzaklaşmalar olmuştur. önemli insanî problemler doğuracak kadar sertleşen Mu'tezile-Selefıyye tartışmaları karşısında ortaya çıkan üçüncü görüş meseleyi büyük çapta çözüme kavuşturmuşsa da taraflar sonraki dönemlerde bile bu görüşe iltifat etmemiştir. Bu yeni görüş kelâmı "nefsi" ve "lafzî" olmak üzere ikiye ayırıyordu. Nef-sî (veya zatî) kelâm diğer sıfatlar gibi Allah'ın zâtı ile kaim bulunan, harf ve ses gibi beşerî hiçbir unsur taşımayan, Allah'tan başka hiçbir varlık tarafından algılanması mümkün olmayan kelâmdır ve kadîmdir. Lafzî kelâm ise nefsî kelâmın beşer idrakine uygun olarak ses ve harfle ifade edilmiş ve dünya dillerinden birine çevrilmiş olan kelâmdır, dolayısıyla mahlûktur. Şüphe yok ki lafzî kelâmı bu şekilde meydana getiren Allah'tır. Bu lafızlar (Kur'an metinleri) O'nun zâtı ile kaim olan kelâma delâlet ettiği için yine Allah kelâmıdır ve başka sözlerde bulunmayan özelliklere sahiptir. Kelâm probleminin çözümü konusunda bulunan bu mutedil metodun tarihçesine gelince, öyle anlaşılıyor ki bu şeref Hanefî-Mâtürîdî ekolüne aittir. Çünkü Ebü'l-Hasan el-Eş'arî gerek el-İbâ-ne'sinde gerekse diğer eserlerinde ayırım yapmadan Ahmed b. Hanbel'in görüşünü benimsediğini ifade etmiş ve kendisi de bu görüşü ispat etmeye çalışmıştır {el-lbâne, s. 51-68; İbn Fûrek, s. 59-69). Buna karşılık Ebû Hanîfe'nin eî-Fıkhü'l-eicber'inde (s. 301-302), Mâtürîdrnin Ki-tâbü't-Tevhîd'mde (s. 57-59) bu ayırım açık bir şekilde göze çarpmaktadır. Eş'a-rî bile Ebû Hanîfe'nin Kur'an'ın mahlûk olduğu görüşünü benimsediğini kaydeder [el-lbâne, s. 71-72). Hatta konuya aynı mahiyette bakış yapan Haîku ef'â-li'l-cibâd'\n müellifi Buhârfyi de aynı çizgideki müelliflerden kabul etmek gerekir. Eş'arî ekolünde ise söz konusu ayırımı Bâkıllânfden itibaren görmekteyiz (Kitâbd't-Temhîd, s. 239, 250-251). Filozof İbn Rüşd de bu konudaki nefsî ve lafzî kelâm ayırımını benimsemektedir (et-Keşf,s.8\-83). 3. Fiilî Sıfatlar. Esmâ-i hüsnâ içinde Allah - kâinat ve Allah - insan ilişkisini ifade edenlerin fiilî sıfatları teşkil ettiklerini söylemek mümkündür. İmâm-ı Âzam'dan itibaren Hanefî - Mâtürîdî âlimler fiilî sıfatlan diğerleri gibi kadîm sayarak zât-ı ilâhiyyeye nisbet etmişlerdir. Bu tür sıfatların hepsini "yapmak, yaratmak, oluşturmak" anlamına gelen tekvin terimiyle ifade etmişler ve bunu zâtla kaim ve kadîm bulunan sübûtî sıfatlara sekizinci bir sıfat olarak eklemişlerdir. Selef âlimleri de ilâhî fiillerin zât ile kaim ve kadîm sıfatlar olduğunu kabul etmişlerdir. Eş'arîler, ilâhî fiillere müstakil bir sıfat statüsü tanınmasına gerek görmemişler, ilim sıfatına kudret ve iradenin de eklenmesiyle İlâhî fiiller sisteminin tamamlanabileceğini kabul etmişlerdir. Buna göre fiiller doğrudan sıfat olmayıp ilim, kudret ve iradenin bir anlamda fonksiyonlarını (taalluklarını) temsil ettiğinden kadîm değil hadistir ve pek tabii olarak zât ile kaim değildir. Mu'tezile kelâmcılan ise irade ve kelâm sıfatlarını da katmak suretiyle bütün fiilî sıfatları hadis telakki etmiş ve zât ile kaim olmadığını söylemişlerdir. Kader konusu bir açıdan fiilî, bir açıdan da sübûtî sıfatların en önemli meselesini oluşturmaktadır. Allah'ın ilim, kudret ve iradesi ile fiilî sıfatlarından bahseden naslar, bu sıfatların aşkın varlığa lâyık bir şekilde yetkinliğini zaruri olarak vurgular. İlim, kudret ve iradesi sınırlı olan, yaratıp yönettiği kâinata tam hâkim olamayıp bilgi ve iradesi dışında da bazı İşler cereyan edebilen bir tanrının İslâm'daki kusursuz tanrı anlayışıyla çelişeceği muhakkaktır. Diğer taraftan insan akla ve seçme hürriyetine sahip olup ihtiyarî fiillerinden hem dünya hayatında hem de âhirette sorumludur; iyi fiillerine karşılık mükâfat, kötü fiillerine karşılık olarak da ceza görecektir. Şu da şüphe götürmez bir gerçektir ki Allah mutlak adalet sahibidir. İşte bu noktada, kula ait ihtiyarî fiillerin meydana gelişinde gerekli olan kudret ve irade Allah'a mı kula mı, yoksa her ikisine mi ait olduğu problemi ortaya çıkar. Kader veya kaza, olacak her işin vukuundan önce (ezelde) Allah tarafından bilinip planlanması ve bu plana göre zamanı gelince icra edilmesi ise bu İşin meydana gelişinde kulun ne rolü vardır ve kul neden cezaya mâruz kalacaktır? Kader veya irade hürriyeti problemi hemen bütün düşünce sistemlerinde ve dinlerde mevcuttur. Semavî dinlerin konuya bakışı birbirinden farklı değildir. Bu gerçeğe rağmen İslâm'daki kader probleminin. Peygamberin konu ile ilgili fikirlerinin karışık ve çelişkili olmasından doğduğunu ileri sürenler olmuştur (/A i, 366). Böyle bir iddia ya konunun tam olarak anlaşamamasından veya bir art niyetten kaynaklanmış olmalıdır. Kur'ân'ı Kerîm'de öteden beri müşriklerin kader meselesini istismar ettikleri, tevhide aykırı inançlar benimsemeyi ve ilâhî buyruklara aykırı davranmayı Allah'ın iradesine bağlamak istedikleri, fakat bu yersiz iddialarında bile samimi olmadıkları ifade edilir (el-En'âm 6/148; en-Nahl 16/9; ez-Zuhruf 43/20). TirmİZÎ ("Kader", 1) ve Ahmed b. Hanbel'in (Müs-ned, II. 195-196) rivayet ettikleri hadislere göre kader meselesi ashap arasında da tartışılmak İstenmiş, fakat Hz. Peygamber bu tür tartışmaları menetmiş-tir. Kader problemi fetihlerin yayılmasını takip eden yıllarda, ashabın son dönemlerinde sıfat münakaşalarıyla birlikte ortaya çıkmıştır (bk. Müslim, "îmân", 1; Ebû Dâvüd, "Sünne", 16; Tirmizî, "îmân", 4). İlk aşırı görüş Mabed el-Cühenî fö. 80/ 699) tarafından kaderin inkârı, yani insanlara ait ihtiyari fiillerin oluşmasında ilâhî müdahalenin bulunmadığı ve fiillerin tek başına kulun kudret ve iradesiyle oluştuğu şeklinde ortaya çıkmıştır. Daha sonra Mu'tezile tarafından benimsenen bu görüşün ilmî bir zemine dayandırılmasına çalışılmıştır. İkinci aşırı görüş Cehm b. Safvân (ö. 128/745) tarafından ileri sürülmüştür. Buna göre fiillerin oluşmasında İnsana ait bir fonksiyon söz konusu değildir. Her şey ilâhî kudret ve iradejhin tesiriyle meydana gelmektedir. Ashap, tabiîn ve ilk dönem muhafazakâr âlimleri genel prensip olarak kader münakaşasına girmek istememişlerdir. Onlar, Allah'ı yetkin sıfatlarla nitelendirmeye özen göstererek O'nun ilim. kudret ve iradesinin dışında hiçbir şeyin meydana gelemeyeceğini ısrarla belirtmişler, bununla birlikte, kişinin ihtiyari fiillerinde icbar altında bulunmadığını ve dolayısıyla sorumlu olduğunu da ifade etmişlerdir. bu hizmet [Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] ailesine mahsustur..alıntı yapanlar kaynak bildirmezlerse kul hakkına girmiş olurlar |
12 Ağustos 2013, 16:05 | Mesaj No:7 |
Durumu: Medine No : 13301 Üyelik T.:
04 Şubat 2011 | Cevap: TDV İslam Ansiklopedisi '' Allah'' Maddesi Ebü'l-Hasan el-Eş'arî, kaderi benimsemeyen Mu'tezile ekolünden aynldık-tan sonra, ilk eseri olduğu anlaşılan ei-/bdne'nin mukaddimesinde eski fikir arkadaşlarım ağır bir dille tenkide tâbi tutmuş ve pek tabii olarak kader konusuna da tenkit listesinin içinde yer vermiştir. Eş'arî, eski kanaatinin aksini benimseyerek sisteminde ilâhî iradeyi tam manasıyla hâkim kılmış, fakat sorumluluğa esas teşkil edecek ve ilâhî adaleti gerçekleştirecek kula ait iradeyi ihmal ederek bir anlamda cebir sonucuna ulaşmıştır. Gerçi o tam bir cebir (cebr-i mahz) aşırılığından kurtulmak için "kesb" adıyla kula da rol vermek istemiş, fakat bu, sisteminin içinde önemli bir fikir unsuru oluşturamamıştır. Sünnî ilâhiyyât tarihinde kader konusunu hem İlâhî hem de beşeri yönü İle İlk olarak ele alan ve Allah'ın yetkin sıfatlan ile birlikte kulun dinî, hukukî ve ahlâkî sorumluluğunu naklî ve aklî delillerle temellendirmeye çalışan her halde Ebû Mansûr el-Mâtü-rîdî olmuştur (Yeprem, s. 275-309, 315-324; ayrıca bk.AHLAK). Sünnî kelâm ekolleri gelişme dönemlerinde kader problemiyle hayli meşgul olmuşlar, bu arada Eş'arî kelâmcılar zaman zaman Mâtürfdîler'in yaklaşımını benimsemişlerdir (£/2|İng.], I, 413). Mu1-tezile kelâmcılan probleme kulun sorumluluğu açısından bakış yaparak Allah'ın ilim, kudret ve İrade sıfatlarının alanlarını sınırlandıran bir anlayışa sahip olmuşlardır. O, olacak şeyleri fiilen vuku buluşlarına bağlı olarak bilir. İradesi emrine bağlıdır ve kötülüğü emretmediğine göre ona iradesi de şâmil değildir. Allah'ın kul için uygun olanı yaratması gereklidir (bk. aslah). Eş'arî âlimleri ise kaderi Allah'ın ezelî iradesi esasına bağlamışlardır. Onlara göre her şey ezelde ilâhî irade çerçevesinde karar altına alınmıştır ki bu O'nun "kaza"sidir. Kader İse karar altına alman şeylerin zamanı gelince -Allah'ın emri ile- var olmama halinden var olma haline geçiş planından ibarettir {et-Ta'rtfât, "kader" md.; krş. £/2[İng.|, I, 412^13). Ancak bu geçiş belli melekelere sahip bulunan insanın elinde gerçekleşmektedir. Hanefî-MâtÜridî âlimlerinin geliştirdiği sistemden anlaşıldığına göre kader, kâinatta olacak her şeyin ezelde Allah tarafından bilinmesi, kaza ise zamanı gelince onlann varlık sahasına çıkmasının sağlanmasıdır. İnsana ihtiyari fiilleri serbestçe yapma gücünü veren Allah'tır; fakat fiilleri iyi veya kötü kılan insanın kendisidir. Çünkü o, gücünü iyiye de kötüye de kullanma serbestliğine sahiptir (kudretin zıt şeylere elverişli olması için bk. Nüreddin es-Sâbûnî, vr. 57a-59a; bu, dolaylı olarak insan iradesinin serbestliğini de ifade eder). Allah'ın fiilen adil olduğu şüphesizdir. Ancak Mutezile ke-lâmcılannın İddia ettiği gibi âdil olmasının gerekliliğini O'na nisbet edemeyiz; çünkü adalet nisbî bir kavramdır ve ay-nca aşkın varlık olan Allah için gereklilik {vücûb) söz konusu değildir. Nesne ve olayların yapısında akıl tarafından idrak edilebilecek iyilik veya kötülük (hüsün ve kubuh) özelliği vardır. Allah'ın emrettiği şeyin iyi, yasakladığının kötü olması, O'nun emir veya yasağından ötürü değil o şeyin kendi yapısı sebebiyledir. Eş'arî görüşünün aksine, kul güç yetiremeye-ceği şeyle mükellef tutulmamıştır. Kader konusu, bir yandan başta ilim olmak üzere Allah'ın sübûtî ve dolayısıyla fiilî sıfatlarını, bir yandan da insanın sorumluluğunu ilgilendirmektedir. O halde asıl problem, aşkın olan varlıkla olmayan varlık arasındaki münasebetin tam anlamıyla idrak edilememesinden doğmaktadır. Kaderin ilâhî sıfatlan ilgilendiren yönü meselenin teorik kısmını oluşturur ki kişinin iman alanına girmektedir. Buna göre insan Allah'ın bütün sıfatianna hiçbir sınırlandırma koymadan inanmak mecburiyetindedir. Konunun sorumlulukla ilgili kısmına gelince, kişi bu noktada pratik hayatını sürdürürken takip ettiği metodu benimsemelidir. Bu da insanın hür olduğuna inanması realitesinden ibarettir. Normal olarak her insan teşebbüs gücüne sahiptir ve başarmak için birçok yollara başvurmaktadır. İnsan gücünün sınırları içinde kalmak şartıyla girişilen işlerde azımsanmayacak derecede engellerle de karşılaşılır, fakat bunlann aşılması için daima çaba sarfedilir. Takip edilen yolla başannın elde edilemeyeceği kanaatine vanlınca başka çarelere başvurulur. İste bu realite, insanın hür olduğuna inandığını ve pratik hayatını buna göre düzenleyip sürdürdüğünü İspat etmektedir. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm* in birçok âyetinde kişinin "kendi işlediği fiil'den dolayı hesaba çekileceği ifade edilirken pratik hayatin bu realitesi vurgulanmaktadır. Bu açıdan bakıldığı takdirde kader münakaşasının gereksiz, realiteye aykın ve verimsiz bir spekülasyon olduğunu söylemek lâzımdır. Hz. Peygamberin kader tartışma- sını menetmesinin sebebi de bu olmalıdır. Şu halde kişi iman hayati açısından Allah'ın bütün yetkin sıfatlarını kabul etmeli, kendisinin bütün yetenek ve davranışlarıyla O'nun ilim, kudret ve irade sınırlarının içinde olduğunu bilerek O'na teslim olmalıdır. Pratik hayat açısından ise insan olarak nasıl ki hemcinslerine karşı sorumlu olduğunu, bundan kurtulmak için hiçbir mazerete sahip bulunmadığını benimsiyorsa aynı şuurla Allah'a karşı da sorumlu olduğunu benimsemelidir. Sonuç olarak Allah'ın sıfatlan konusunda şu da söylenmelidir ki. çeşitli mezhep ve düşünce mensuplarıyla birlikte müslümanlann benimsediği Tann fiilen var olan, kâinatı yaratıp yöneten, yetkin sıfatlarla nitelenen aşkın bir varlıktır. Sahih olan naslann O'na nisbet ettiği nitelikleri (esmâ-i hüsnâ) bütün müslü-manlar, kulluk duygulan ve teslimiyet şuuru içinde kabul etmekle beraber bu niteliklerin yorumlanması ve zâtla olan münasebetinin tesbit edilmesi konusunda İslâm tarihi boyunca farklı anlayışlar ortaya çıkmıştır ve benzer fikir hareketleri bundan sonra da devam edecektir. Ancak müslümanlar arasında ne Önemsenecek derecede antropomorfik bir inanç, ne de niteliklerden yoksun kılınmış pasif bir tann anlayışı mevcuttur. Esmâ-i hüsnânın İncelenmesi sırasında görüldüğü üzere İslâm'ın sunduğu Allah mefhumu aşkın bir varlık olmakla birlikte insana ve kâinata karşı İlgisiz değildir. O kâinatı yaratan, her an yaratmayı sürdürüp evreni yöneten Allah'tır. O mutlaktır, aşkındır; insan ise her yönden kusurlu, ihtiyaçlarla yüklü ve sonlu bir varlıktır. İkisi arasında ilginin kurulması için O'nun aşkın niteliğinden sıyrılıp insana benzemesine veya insan biçiminde maddîleşmesine gerek yoktur. Aksine bu ilginin kurulması yolunda insan, ruhu ve bütün psikolojik muhtevasıyla maddilikten sıynlmaya ve O'na yükselmeye çalışmalıdır. Zaten ölüm ister istemez insanın maddî varlığına son verecektir. Kur'ân-ı Kerîm'de güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar ve hayvanlarıyla birlikte bütün kâinatın Allah'a secde ettiği, insanlann ise bir kısmının buna katıldığı, diğer kısmının hüsranda kaldığı ifade edilmiştir (el-Hac 22/17). Dünya hayatında iken ölümsüzlüğün şuuruna ulaşan ve geleceğin mutluluğu için hazırlananlar, bu duygudan yoksun olanlara yardım ellerini uzatmalıdır. bu hizmet [Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] ailesine mahsustur..alıntı yapanlar kaynak bildirmezlerse kul hakkına girmiş olurlar |
12 Ağustos 2013, 16:05 | Mesaj No:8 |
Durumu: Medine No : 13301 Üyelik T.:
04 Şubat 2011 | ALLAH VI. LİTERATÜR İslâm inanç sistemiyle ilgilenen âlimler, Cibril hadisinde yer alan iman tarifinden faydalanarak akTde esaslarını altı bölüm {usûl-i sitte) halinde veya muhtevaları geniş olan üç bölüm (usûl-i se-lâse) içinde işlemeyi gelenek haline getirmişlerdir. Gerçi söz konusu tarifin cümle kuruluşuna bakarak (bk. meselâ Buhârî, "îmân", 37, Tefsir", 31/2; Müslim, "îmân", 1, 5, 7) bütün inanç konularını Allah'a İman esası İçinde mütalaa etmek mümkündür (Allah'ın meleklerine, O'nun kitaplarına... inanmak). Fakat yaygınlaşan tasnife göre inanç sisteminin ana konulan ulûhiyyet, nübüvvet ve âhi-ret bahislerinden ibarettir. Ulûhiyyet yani Allah'a iman konusunun inanç sisteminin temelini oluşturduğu da şüphesizdir. İslâm tarihi boyunca geniş alanlara yayılmış bulunan İslâmî ilimler içinde ulûhiyyet bahisleri kelâm ve mezhepler tarihi dışında tefsir, hadis, felsefe, tasavvuf, dinler tarihi ve hatta tabakat kitaplarında çeşitli yönleriyle ele alınarak işlenmiştir. Kur'ân-ı Kerîm'de bulunan ulûhiyye-te dair birçok' âyetin tefsiri sırasında müfessirler tabii olarak konu ile İlgili açıklamalar yapmışlardır. Eş'arfye nis-bet edilen, fakat henüz izine rastlanmayan hacimli tefsir için bir şey söylemek mümkün değilse de gerek hacim gerekse fikir ve kelâmî üslûp bakımından son derece tatminkâr bir muhtevaya sahip bulunan Mâtürîdîye ait Te'vî-idfû'J-Kur'dn'ın, mezhepler tarihi ve ilk dönem Sünnî kelâmının genel konuları içinde ulûhiyyet bahislerine de geniş çapta yer veren kelâmî bir tefsir niteliği taşıdığını söylemek lâzımdır. Zemahşe-rînin ei-Keşşdfını da hatırlattıktan sonra bu tür tefsirlerin geç dönem örneklerinden biri olarak Fahreddin er-Râzfnin Me/dü"/ıu'J-ğayb'ını ve nihayet Elmalı-lı'nın Hak Dini Kuran Dili adlı tefsirini kaydetmek gerekir. Genellikle tefsir yazarlarının, eserlerine, mütehassısı bulundukları veya çokça ilgilendikleri ilim açısından şekil verdikleri gerçeğinden hareket edersek Kâdî BeyzâvTnin Envâ-rü't~tenzî]"m\, İbn Teymiyye'nin Mecmu cu /efdvd'sında beş cilt halinde (XIII-XVII) yer alan, çeşitli âyet veya sûrelerin tefsirine dair açıklamalarını, büyük çapta kelâmın tartışma konularından birini oluşturan ulûhiyyet eserleri olarak kabul etmek mümkündür. Bunlardan başka Kur'ân-ı Kerîmin tamamına değil de belli sûre ve âyetlerine has olmak üzere yazılan tefsirler içinde Fatiha. Ayetü'I-kürsî, Kâfirün ve İhlâs sûreleri Allah'ın varlığı, birliği, tenzîhî ve sübûtî sıfatlan, şirk ve küfür gibi konulan işleyen akaid-kelâm ve mezhepler tarihi eserleri mahiyetindedir. Lafza-i celâl, rahman ve rahîm isimlerinin yanında ulûhiyyet bahsinin isim-müsemmâ konusunu da ihtiva eden besmele hakkında müstakil risaleler yazıldığı gibi (bk. besmele), Fatiha sûresinin tefsiri sırasında da bu konu genişçe islenegelmiştir. Müfessirler, Mushaf in ilk süresini oluşturan Fâtiha'yı genellikle ayrıntılı bir şekilde tefsir etmişler ve Allah inancını Özlü bir şekilde kapsayan sûrenin âyetleriyle ilgili yorumlan sırasında çeşitli ulûhiyyet konularını incelemişlerdir. TaberTnin Te/s/rlnde Fatiha sûresi, onu istiâze* ve besmele hakkında olmak üzere otuz sayfalık bir yer işgal etmiştir (I, 36-66). Bu hacim Razı" de 225 (I, 2-226), Elmalılı tefsirinde de 143 {Hak Dini, 1, 3-145} sayfa olmuştur. İstanbul'un başlıca kütüphanelerinde bulunan yazma ve basma Fatiha tefsirleri üzerinde yapılan bir çalışma sonunda seksen beş müstakil eser tesbit edilmiş, çeşitli tefsirlerin Fatiha bölümünün aynca istinsah edilmesi şeklinde de yirmiden fazla eserin bulunduğu anlaşılmıştır. Bunlann dışında muhtelif kataloglarda görülen Fatiha tefsirleri de 100'ü aşmıştır (Ziya Demir, İstanbul Kütüphanelerinde Mevcut Matbu oe Yazma Fatiha Tefsirleri, yüksek lisans tezi, MÜ İlahiyat Fak. Ktp., nr. 23419). İbn Teymiyye'nin A'lâ. Şems, Leyi, Alak, Beyyine ve Ka-firûn sürelerinden oluşan ve Abdüssa-med Şerefeddin'in değerli çalışmalarıyla neşredilen eser bu türün güzel örneklerinden birini oluşturur {Mecmü'atü Tefsîri Şeyhi'l-İstSm ibni Teymiyye, Bombay 1374/1954, 501 sayfa, İngilizce mukaddime 18 sayfa). Onun Mecmû'u /e-tövd"sı içinde yayımlanan İhlâs tefsiri 500 sayfa civannda olup bunun ilk 100 Allah'ın birliğim, her soyın yaratıcısı olduğunu ve diğer bazı isim ve niteliklerini ifade eden, En'âm sûresinden (6/102-103) alınmış ceü-sulus levha (Azız Elendi tattı. lurk-lîlâm bıerlerı Muiifii.ı,. 3161} sayfası yine ulûhiyyet bahisleriyle ilgili bir giriş mahiyetindedir (nşr. Abdurrah-man b. Muhammed, XVII, Riyad 1382, s. 1-503). İbn Sînâ'ya nisbet edilen İhlâs ve Muavvizeteyn tefsirine ait epeyce yazma nüsha mevcuttur (meselâ bk. Süîeymani-ye Ktp., Esad Efendi, nr. 246/66, 3435/ 6, 3790/28, Şehid Ali Paşa, nr. 321/3, 1382/2, 2853/1; Cârullah Efendi, nr. 184/ 1; Hamidiye, nr. 1448/59). Kitap aynca basılmıştır (Delhi 1311; bir nüshası için bk. Süleymaniye Ktp., İzmirli, nr. 144). İhlâs sûresi birçok âlimin özel ilgisini çekmiş ve bu süre hakkında epeyce müstakil tefsir kaleme alınmıştır (bk. İHlAs sûresi). Ulûhiyyet konulannı ilgilendiren bu tür müstakil tefsirler arasında oldukça zengin literatüre sahip bulunan Ayetü'l-kürsî ve aynca Kâfirûn sûresi tefsirlerini de hatırlatmak gerekir (bk. AyETÜ'I-KÜRSI, KAFİRÛN SÛRESİ). Tefsir sahasında araştırma yapan günümüz yazarları içinde akaid meselelerini konu edinenler de vardır. Suat Yıl-dınm tarafından hazırlanan çalışma bu tür araştırmalardan birini teşkil eder (Kur'ân'da Ulûhiyyet, İstanbul 19871. Konularına göre düzenlenmiş hadis ki-taplannda akaidle ilgili rivayetleri toplayan özel bölümler vardır. Buhârî, Müslim, Tirmizîve Nesâfde "Kitâbü'l-Imân* başlığı altında yer alan muhtelif hadisler içinde ulûhiyyet konularını da ilgilendiren rivayetler mevcuttur. Yine Buhârî, Müslim ve Tirmizî"nin eserleriyle birlikte İmam Mâlik'in eJ-Muvatta'ında bulunan "Kitâbü'l-Kader'de Allah'ın ilim, irade, kudret ve halk sıfatlannı ilgilendiren kader mevzuunda birçok rivayet kaydedilmiştir. Şahîh-i Buhdrî'nin son bölümünü oluşturan elli sekiz bablık "Ki-tâbü't-Tevhîd" de İsim ve sıfatla ilgili birçok rivayeti ihtiva etmektedir. Ebû Dâ-vûd'un es-Sünen'inde "Kitâbü's-Sün-ne"de, DârİmFninkinde İse "Kitâbü'r-Ri-kâk'ta diğer konularla birlikte ulûhiyyet Basarının ancak Allah'ın vardımıvla olabileceğini ifade «ten âyetten (Hûd 11 /88) alınmış celT-sülüs levha {Şevki Efendi hattı) bahisleri de yer almıştır. İbn Mâce'nin es-Sünen"indeki "el-Mukaddime"sinin 8-10 ve 13. babianntn da ulûhiyyeti ilgilendiren konulara tahsis edildiği görülmektedir. Muhaddislerin İslâm âlimleri içinde büyük bir yekun oluşturduğu ve genel olarak muhafazakâr bir din anlayışına sahip bulunduğu şüphesizdir. Hicrî I. yüzyıl içinde, bir taraftan hızla yayılan fetihlerle birlikte çeşitli inanış ve düşünüşlere sahip milletler İslâm dünyasına dahil olup inançla ilgili konulan tartışırken, diğer taraftan üçüncü halifenin şe-hid edilmesinden sonra boyutları iç savaşlara kadar uzanan siyasî anlaşmazlıklar ortaya çıkmıştır. Bu olayların ve diğer bazı faktörlerin tesiriyle iman-küfür, irade-kader, Allah'ın sıfatlan, hatta Allah'ın varlığı gibi büyük çapta ulûhiy-yet sahasına giren meseleler tartışma konusu haline gelmiştir. II. yüzyıldan itibaren müslüman âlimlerle diğer din ve düşünce taraftarları arasında başlayan fikir mücadelelerinde Cehmiyye-Mu'te-zile grupları İslâm cephesini savunmayı üstlenmişlerdir (bk. mutezile; Topaloğ-lu, Kelâm İlmi:Giriş, s. 181-183). Bu gruplar, mücadeleleri sırasında naslan müsamahakâr bir şekilde yoruma tâbi tuttukları gibi hasımlarından da bazı tesirler almış olmalıdırlar. Ayrıca Ahmed b. EbÜ Duâd ve arkadaşlarının, müslüman âlimlere yönelik fikrî mücadelelerine kendi lehlerine siyasî güçleri de karıştırarak ilmî-dinî kanaatlere karşı zor kullanmaları sert tepkilerin doğmasına sebep teşkil etmiştir. Ahmed b. Hanbel başta olmak üzere birçok hadis âlimi akaidin özellikle ulûhiyyet bahisleriyle ilgilenmeye başlamış ve kelâm metoduna karşı sert bir tavır takınmıştır. Bu sebeple İlk dönem muhaddislerinin akaide dair eserleri, genellikle kelâm metodunu kullanan âlimlere karşı reddiye niteliğinde olup belli konulan ihtiva etmiştir. Onlann daha çok "Kitâbü'l-rmân. Ki-tâbü't-Tevhîd, Kitâbü's-Sünne, Risâle-tü'l-aklde" diye isimlendirdikleri umumi aka id kitapçıktan da yine bid'at akaidine karşı Ehl-i sünnet akidesini yayma amacını gütmüştür. Muhaddisler, Ahmed b. Hanbel'in üslûbunda bol Örnekleri görüldüğü üzere (bk. TabakâtulHa-nâbile, I, 47, 95. 120-121, 168, 172, 202, 288; II, 29-31, 35-36 ve diğer yerler) muhaliflerini Cehmî-Mu'tezilî veya zındık olarak görmüş ve "er-Red ale'z-zenâdı-ka ve'l-Cehmiyye" türünde bir dizi eser kaleme almışlardır. Aynca akaid alanında akla baş vurulmasını ve gerektiğinde te'vile gidilmesini benimseyen kelâm metoduna karşı bir "zemmü'l-kelâm" edebiyatı geliştirmişlerdir. Tekrar belirtmeliyiz ki bu tür eserlerin muhtevasını büyük bir çoğunlukla ulûhiyyet bahisleri oluşturmuştur. Kelâm sıfatının ve dolayısıyla Kur'an'ın mahlûk olup olmadığı konusu ise bu bahisler içinde ayn bir önem taşır. Ahmed b. Ebü Duâd ve arkadaşlannın isabetsiz bir metot ve tutumla ortaya attığı bu konu bir fitne unsuru olmuş (bk. halku'i-kuR'An, MİHNE), meselenin etrafında her iki grubun da sabit fikirlere kapılmasına sebep teşkil etmiş ve karşılıklı reddiyelerin yazılması sonucunu doğurmuştur. Ali Sâmî en-Neşşâr ve Ammâr C. et-Tâlibî bu tür eserlerden olmak üzere Ahmed b. Hanbel, Buhârî, İbn Kuteybe ve Dârimfye ait risaleleri neşretmişlerdir CAkâ3 idü's-selef, İskenderiye 1971, 610 sayfa). M. Hay-ri Kırbaşoğlu, çoğu küçük risaleler halinde olduğu anlaşılan, ancak az bir kısmı yazma halinde veya basılmış olarak bulunabilen, hicrî VI. (XII.) yüzyılın ortalarına kadar yaşamış muhaddislere ait doksan üç eserlik bir listeyi yayımlamıştır {İslâmî Araştırmalar, s. 79-89). Yine aynı yazann doktora tezi olarak hazırladığı çalışma muhaddislerin ulûhiyyet konulanna bakışını yansrtmaktadır {As-hâbü '{-Hadîse Göre Allah'ın Sıfatlan Problemi, Ankara 1983, AÜ İlahiyat Fakültesi Ktp., nr. 22987). İslâm filozofları ****fizikle ilgili kitaplarında ve hatta diğer bazı eserlerinde ilâhiyyât konulanna yer vermişler- dir. M. Abdülhâdî Ebû Rîde tarafından neşredilen Resâ3 ilü'l-Kindîel-ieisetiy-ye'de Allah'ın varlığı konusunu işleyen risaleler yanında O'nun özellikle birliğini konu alan bir risale de vardır [Risaie fî uahdaniyyetillShi te'âlâ, s. 157-164). İb-nü'n-Nedîm, Ebû Bekir er-Râzî'nin Allah'ın varlığını ve bazı sıfatlarını konu alan risalelerinin isimlerini kaydetmiş (el-Fihrist, s. 357, 359), Kâ'bFnin de onun ilm-i ilâhî hakkındaki görüşünü reddeden bir eserinin bulunduğunu haber vermiştir Is. 219). Fârâbî, el-Medînetü'1-fâ-iıla'sının ilk altı faslını ulûhiyyet bahislerine ayırarak Allah'ın birliğini ve diğer bazı sıfatlannı kendi anlayışı çerçevesinde açıklamaya çalışmıştır (s. 37-54). Ona nisbet edilen Fuşûşü'l-hikem'üe de ulûhiyyetle ilgili kısa açıklamalar vardır (S. 132-140, 144-165, 169-173, 174-176). İbn Sînâ'ya ait en-Necât, eş-Şifâ* ile el-İşârât ve't-tenbîhât'm ilâhiyyât bölümlerinde zât ve sıfat bahislerinin ele alınıp işlendiği bilinmektedir. İbn Rüşd'ün el-Keşfine gelince, bu veciz risale İslâm inanç sisteminin hemen bütün ilâhiyyât bahislerini tenkitçi bir metotla ele alarak işlemiştir. Başlangıçtan itibaren telif edilen ta-savvuff eserlerde ulûhiyyetin bazı konulan temel meseleler olarak ele alınıp işlenmiştir. Bunlar Allah'ın varlığı, birliği, isimleri, sıfatlan. Allah-insan-kâinat münasebetleri, irade ve kader gibi meselelerdir. Serrâc'dan itibaren Kelâbâzî. Kuşeyrî, HücvM çizgisinde devam eden eserlerde bu konulan görmek mümkündür. Gazzâlî, ulûhiyyet bahislerine kelâm eserlerinden başka tasavvufî mahiyetteki kitaplarında da yer vermiştir. Abdülkadir-i Geylânfnin eS-Gunye li-tâ- Emin Bann tarafından Arap «e Latin harfleriyle düzenlenmiş kûfl dörtlü lafza-i celâl (Emin Barın koleksiyonu) libî tarîki'l-Hakk'ınüa hilâfet bahsi ve klasik kelâm konulan selef temayülü çerçevesinde işlendikten sonra (I, 54-83) rtikadî mezhepler ele alınarak veciz fakat yoğun bir muhteva ile tanıtılmıştır (I, 83-95). Eserin diğer bölümlerinde de ulûhiyyet bahislerine temas edilmiştir. Muhyiddin Jbnü'l-Arabî'nin eserlerinde ulûhiyyet bahislerinin tasavvuff - felsefî bir mahiyet kazanıp farklı bakışlarla işlendiği, bunun da müsbet ve menfi birçok akisler uyandırdığı şüphesizdir. Ab-dülvvehhâb eş-Şa'rânî, sûfflerle kelâm-cilann inanç sistemini mukayese etmek maksadıyla kaleme aldığı el-Yevûkît ve'1-cevâhir adlı eserinde suff akidesi için İbnü'l-Arabrnin eserlerini tatminkâr görerek esas aldığını kaydeder (I, 2). Bu eserin birinci cildi ilâhiyyât bahislerine ayrılmıştır, imâm-ı Rabbânî*nin Mektû-bât'ı da ulûhiyyet bahisleri açısından zengin bir muhtevaya sahiptir. İslâm inanç sistemiyle meşgul olan âlimler, şüphe yok ki müslûmanlarla temas halinde bulunan milletlerin dinleriyle de ilgilenmişlerdir. İlk kelâmcılann aynı zamanda dinler tarihçisi gibi hareket ettiği, özellikle Allah'ın varlığı ve birliği ile nübüvvet konularında diğer din sâliklerinin görüşlerini aktarıp tenkide tâbi tuttuğu bilinmektedir. Bu konudaki çalışmaları Mutezile başlatmış olmalıdır. Daha hicrî III. yüzyılın başlarında Nazzâm'ın materyalizmin ve çok tanrılı inançların (Dehriyye, Seneviyye vb.) reddiyle ilgili olarak ortaya koyduğu görüşler bize kadar gelebilmiştir (meselâ bk. Hay-yât, el-tntişâr, s. 17-23, 40-42, 97). Daha sonraki dönemlerde İslâm dünyasında ttikadî mezheplerin çoğalıp gelişmesiyle fikrî mücadeleler içe dönük bir şekil almış, fakat ilâhiyyât ve nübüvvet konularının işlenmesi sırasında diğer dinlerin reddi genelde ihmal edilmemiştir. Mâtürîdî Kitâbü't-Tevhîd'İn\n en az dörtte birini İslâm dışı din ve düşüncelere ayırıp burada Eski Yunan düşüncesinin ulûhiyyetle ilgili bazı görüşlerinin tenkidinden başka sofistlerin, tabiatın ezeliyetini benimseyen Dehriyye'nin, ay-nca Seneviyye'nin, hıristiyanlann ve benzeri din mensuplarının Alah'ın varlığı, birliği, kâinatın yaratılmışlığı konularındaki karşı görüşlerini ele alıp tenkit etmiştir (meselâ bk. s. 30-37, 110-135, 141-176. 210-215). Ebü'l-Höseyin el-Malatr ehl-i bid'atın reddi için kaleme aldığı eserinde kısa da olsa bazı gayri İsla mî inançlan söz konusu etmiştir (bk. et-Tenbîh ue'r-Red, s. 91-95). Bâklllânrnin et-Temhîd'\nde İse dinler tarihine ayrılan kısım MâtürtdTninkinden fazladır. O bu eserinde tablatçılan. müneccimeyi reddettikten sonra Seneviyye, Mecûsîler, hıristiyanlar, Brahmanlar ve yahudilerin görüşlerini ele alıp tenkide tâbi tutmuştur. Kâdî Abdülcebbâr'a ait el-Muğnî külliyatının yayımlanmış V. cildinin çoğunlukla dinler tarihiyle ilgili olduğu bilinmektedir {el-Fırak ğayrü'l-isUlmiyye, s. 10-159). İbn Hazm ve Şehristânînin dinler, felsefeler ve mezheplerle ilgili meşhur eserlerinde en çok söz konusu edilip tartışılan konuların ulûhiyyet meseleleri olduğu şüphesizdir. Taberî, Tdrfh'inin başında, zamanın ve Allah'tan başka her şeyin yaratılmış ve ölümlü olduğu, sadece Allah'ın ezelî ve ebedî vasfını taşıyıp her şeyi yarattığı ve şeriki bulunmadığı gibi konulan ele alıp kısaca işler (I, 20-31). Makdisî ise eJ-Bed' ve'*-tdrfh'inin baş tarafında ulûhiyyet konularını ayrıntılı denebilecek şekilde bahis konusu etmiştir (I, 56-108). örnekleri fazla olmayan bu tür tarih eserlerinden başka mezhep ve fikir mücadelelerine yer veren İslâm tarihi kitaplan teş-bih-tenzih, sıfatların tevili, kader ve hal-ku'1-Kur'ân gibi ulûhiyyet konulannda çeşitli şahıs ve grupların karşıt görüşlerini nakletmesi açısından, Allah maddesiyle ilgili literatürün İçinde düşünülebilecek eserlerdir. Aynı şekilde ayrıntılı bilgi veren hacimli tabakat kitaplan da bu literatüre dahil edilmelidir. Meselâ İbn EbÛ Ya'İâ'nın Tabakâtü'1-Ha-nâbile'sl, Zehebfnin Siyeru ac16mi'n-nübelâ* adlı eseri, selef akîdesine ait birçok görüş ve risaleyi ihtiva eder. İb-nü's-SübkTnin Tabakdtü'ş-Şâii 'iyyeti'l-kübrâ'sı daha çok Eş'arî kelâmı için istifade edilecek bir kaynak durumundadır. Şahîh-i Müslim'in kaydettiğine göre ("îmân", 1) ashap döneminin sonlarına doğru İslâm dünyasında kader konusu münakaşa edilmeye başlanmıştır. Buna bağlı olarak kebîre* işleyenin durumu, ayrıca Allah'ın sıfatlan gibi meseleler de hemen aynı zamanlarda veya biraz sonraki dönemlerde ortaya çıkmıştır, İlk dönemlerin İslâm dünyasında gerek müs-lümanlann kendi içinde gerekse onlarla diğer din mensuptan arasında ortaya çıkan akaid tartışmaları, ulûhiyyet sahasını ilgilendiren konularda cereyan etmiş olmalıdır. Allah'ın varlığı, birliği, isim ve sıfatlan, kader, rü'yetuliah. halku'l-Kur'ân gibi konulardan oluşan akaidin İlâhiyyât bölümü, başlangıçtan günümü- ze kadar kaleme alınmış bulunan Sünnî, Mu tez t lî. Şiî, Haricî-İbâzî ve İsmail! aka-id-kelâm kitaplarının temel meselelerini teşkil etmiştir. İman esastannın hepsini konu edinmeyi planlayan bu tür eserlerin dışında uluhiyyetin belli bir bahsini İşleyen eserler de müteahhir devirlerde daha yoğun olmak üzere telif edilegel-miştir. Allah'ın varlığı konusunda müstakil eser yazma geleneği, en azından Gaz-zâlTden itibaren başlayıp süregelmektedir {Keşfa'z-zunan, I, 11, 24; 11,865, 871, 892; Izahu'l-meknûn, I, 24, 179, 399; II, 4, 373, 458, 699; Serkîs, Mu*cem, I, 380, 507, 995, 1038, 1451, 1730). İnkarcı materyalist akımların etkilerini fazlaca gösterdiği çağımızda ise bu telif türü, bir taraftan çeşitli inkarcı akımların tenkidi, diğer taraftan da doğrudan Allah'ın varlığının ispatı biçiminde ve yoğun bir şekilde devam etmektedir (bk. Topaloğiu, Allah'ın Varlığı, s. 193'te listesi verilen eserler). Allah'ın birliği konusu birçok tevhid risalesi ile işlenegelmiştir. Ancak "tevhld" özellikle ilk dönemlerde "akaid" ilmi yerine de kullanılan bir terim olduğu İçin bu İsim etrafında kaleme alınan eserlerin hepsi sadece Allah'ın birliğini konu edinmiş olmayıp diğer akaid meselelerini de kapsamaktadır. Yine aynı konuda yazılan eserlerin bir kısımını, teşbih veya çok tann inancına sahip bulunan din sâliklerini tenkit maksadıyla yazılan reddiyeler teşkil etmiştir. Keş-îü'z-zunûn ve zeyli tiâhu'l-meknûn gibi bibliyografik kaynaklar bu tür eserlerin bir kısmını kaydetmektedir [Keşfü'z- zımûn, II, 895, 1363, 1957-1958, 1994, 2027, 2030; îzâhu'l-meknun, I, 26, 60, 383; II, 153. 552). Mehmet Aydın tarafından hazırlanan çalışmada {Müslümanların Hıristiyanlığa Karşı Yazdığı Reddiyeler ue Tartışma Konuları, Konya 1989), teslîs inancının reddiyle İlgili olarak başlangıçtan günümüze kadar müslüman müellifler tarafından kaleme alınan eserlerin başlıcalan tanıtılmış ve bu eserlerin konulan ele alış şekli hakkında bilgi verilmiştir. Tevhidle ilgi olmak üzere telif edilen eserler arasında Müşebbihe ve Mücessime'yi reddedip tenzîhî sıfatlan konu edinen müstakil kitaplan da kaydetmek gerekir. Vahdet-i vücûd hakkında kaleme alınan, hulul ve ittihadı reddeden eserler de bu tür teliflerin içinde mütalaa edilebilir. Ulûhiyyet konulannda müstakil olarak kaleme alınan eserler içinde en çok rağbet gören esma-i hüsnâ türüdür. Akaid sahasıyla ilgilenen ve İlgilenmeyen birçok âlim bu konuda eser yazmıştır. Keş-fü'z-zunûn ve îzâhu'l-meknûn'da 100 civarında esmâ-İ hüsnâ telifi kaydedilmiştir. Hüseyin Şahin tarafından yapılan bir çalışmada yetmiş civarında yazma veya basma esmâ-İ hüsnâ kitabı tanıtılmıştır (EsmS-i Hüsnâ ue Eserleri, MÜ İlahiyat Fakültesi, yüksek lisans tezi, DİA Ktp., nr. 10200). Esmâ-i hüsnâ zât-ı ilâhiyyeyi nitelendiren kavramlar olarak birinci derecede akaid ilminin konusuna girmekle birlikte her müminin gönlünde en mutena yeri tutan Allah Teâlâ'nın sevgi, lütuf, yakınlık, bağışlayıcılık. rahmet ve yardımını Kur'an ve hadis ifadesiyle dile getirdiği İçin hemen her müminin ilgisini çekmiş ve âlimler için fikrî tartışma konusu olmaktan çok gönül huzuruna vesile teşkil etmiştir. Sıfatlar konusunda yazılan müstakil eserler ise genellikle, yazara göre muhalif olan grubu red ve kendi görüşünü ispat niteliği taşımıştır. Hicri III. yüzyılın başlarından itibaren sıfatlarla ilgili eserlerin yazılmasına başlanmış olmalıdır. Kaynaklar Hüseyin b. Muhammed en-Neccâr'a fö. 230/844 civarında; İbnü'n-Nedîm, s. 229) ve İbn Kül-lâb'a (ö. 240/854 civarında; Zehebî, XI, 176) "es-Sıfât" kitapları nisbet etmektedir. İbn Huzeyme'nin (ö. 311/924) kitabı ise basılmıştır {Kitâbü't-Tevhîd ve işbâti sıf&ti'r-rab, nşr. M. Mustafa el-A'zamî, Kahire 1403). Kaynaklar Cübbâî, Ebû Zeyd el-Belhî, Eş'arî ve daha birçok müellifin aynı mahiyette eserler telif ettiklerini kaydederler. Bu telif türü günümüze kadar devam etmiştir. Günümüzde gerçekleştirilen bu tür çalışmalardan biri de Metin Yurdagür"e attir (Allah'ın Sıfatlan, İstanbul 1984). Haberi sıfatlar (yk. bk.) konusunda te1-vil metodunu kullanan kelâmcılarla bu metodu benimsemeyen muhafazakârlar arasında süregelen İlmî tartışmalar, karşılıklı reddiyeler mahiyetinde birçok eserin yazılması sonucunu doğurmuştur. Genellikle Mu'tezilî kelâmcılar muhaliflerini teşbih ve tecsim ile. onlar da berikileri Muattala ve Cehmiyye'den olmakla suçlamış ve neticede "er-Red aie'l-Müşebbihe". "er-Red ale'l-Mücessime" ile "er-Red ale'l-Muattıla ve'1-Cehmİyye" türünde epeyce kitap telif edilmiştir. Ah-med b. Hanbel, İbn Kuteybe ve Dârimî gibi muhaddislerin reddiyeleri bilinmektedir. İbn Teymiyye birçok eserinde aynı konuyu işlemiş, İbn Kayyim el-Cevziy- ye (İctimâ'u'l-cüyûşi'l-İsla'miyye, Beyrut 1404/1984) ve Zehebî {el-'Utüu liValiy-yi'l-ğaffâr, nşr. A- Muhammed Osman, Kahire 1388/1968) gibi müteahhir selefüer de onu takip etmiştir. Buna karşılık Allah'ı teşbih ve tecsimden tenzih etmek maksadıyla pek çok müstakil eserin kaleme alındığı da bilinmektedir (meselâ bk. Keşfü'z-zunûn, I, 220, 355, 488; II, 839, 874; îzâhu'l-meknûn, I, 85, 293, 313, 326, 328; II, 37, 455, 584). Eş'arfye nisbet edilen er-Red cale'l-mücessime'n\n {İzâhu'l-meknûn, I, 5551 mevcudiyeti şüpheli olmakla birlikte MâtürîdTnin Kitâbü't-Tev-Md'inde konu önemle işlenmektedir (meselâ bk. s. 67-77, 93-96, 104-108). Gazzâlî, İlcâmü'l-Cavâm'ında ve ayrıca Kavâ'i-dü'l-cakâ3id'\mn ikinci faslında selef ile halef taraftarları arasında süregelen bu tartışmanın iki cephesine de itidal çerçevesinde bakışlar yapmış, Fahreddin er-Râzî İse zât-ı ilâhiyyeyi tenzih görüşüne ağırlık vermiştir [Esâsü't-takdîs, nşr. a. Hicâzîes-Sekkâ, Kahire 1406/1986). İlâhiyyât bahislerinin en önemli konusunu teşkil eden sıfatlar hakkında eskiden beri müstakil eserler kaleme alındığı gibi sıfatların içinden bazı konular da önemleri nisbetinde daha dar çerçeveli müstakil eserlere malzeme sağlamıştır. Bunların başında kader problemi gelir. Kader her ne kadar Allah'ın ilim, kudret ve irade sıfatlarının kemal mertebesinde oluşunun tabii bir sonucu ise de Cibril hadisinden elde edilen altılı sisteme (usûl-i sitte) bağlı olarak aynca söz konusu edilerek işlenmiştir. Kaderin İslâm dünyasında tartışma konusu edilen İlk iman problemi olduğu da unutulmamalıdır. Belki ilk akaid telifinin de konusunu oluşturan kader hakkında günümüze kadar birçok müstakil risale telif edilmiştir. Sadece Keşfü'z-zunûn ve îzâhu'l-meknûn'da 1OO'e yakın kader risalesinin kaydı yer almıştır. Bunlann bir kısmı Kaderiyye veya Cebriyye'yi red tarzında, diğerleri de kaza ve kader, halku'l-efâl, kitâbü'l-istitâa, kitâbü'1-cebr ve'1-ihtiyâr şeklinde eserlerdir. Konu ile ilgili olarak son yapılan çalışmalardan biri de M. Sa-im Yeprem'e aittir (İrâde Hürriyeti ue İmâm Mâtürtdt, İstanbul 1984). Allah'ın âhirette müminler tarafından görülmesi (rü'yetullah) meselesi de ulûhiyyetin müstakil telif konularından birini teşkil etmiştir. Rü'yetullahı kabul etmeyen Mu'tezile ile onu benimseyen Ehl-i sünnet âlimleri konu ile ilgili olarak erken dönemlerden itibaren müstakil eserler yazmaya başlamışlardır. İbn Asâkir, Eş'a-rîye iki tane rü'yet kitabı nisbet ediyorsa da [Tebyînü kezibıi-müften, s. 134-135) bunlar hem bize intikal etmemiş, hem de rü'yetullah konusuna tahsis edilmemiştir (bk. İbn Fûrek, s. 11, 81, 85). Bibliyografik kaynaklarda rüyetuüaha dair epeyce eserin kaydı geçmektedir (meşe-lâ bk. İbnü'n-Nedîm, s. 214, 231; Zehebî, XV, 329; Keşfuz-zunûn, 1, 364-365; II, 869, 1088, 1089, i421, 1662; İzâhul-meknün, I, 95, 191, 554; 11. 38, 250). Kâdî Abdülceb-bâr'a ait el~Muğnî külliyatının "Rü'ye-tü'1-Bârî" adlı 346 sayfalık IV. cildinin yandan fazlasının bu konuyla ilgili olduğunu belirtmeliyiz (s 33-240). Kelâm sıfatının Mu'tezile ile selef âlimleri tarafından farklı bir şekilde yorumlanmasından çıkan halku'l-Kur'ân meselesi de müstakil bir telif konusu olmuştur. İbnü'n-Nedîm Mu'tezilî âlimlere ait olmak üzere birkaç eseri kaydetmektedir lel-Fihrist, s. 41, 207, 214, 217, 220). Buhârî muhaddis olmasına rağmen Kur'an'ı telaffuz etmenin mahlûk olduğunu ispat eden bir eser yazabil-mistir (Halku ef'âti't-'ibâd, nşr. A. Sâmî en-Neşşâr, Ammâr C. et-Tâlibî, İskenderiye 1971, s. 117-219.'Akâ'idü's-se/efiçin-de). İbn Kuteybe de benzer bir yaklaşımla el-îhtilâf h'l-lafz risalesini yazmıştır (aynı eser içinde, s. 223-252). Yine Kâdî Abdülcebbâr külliyatının 224 sayfalık VII. cildinin bu konuya tahsis edildiğini belirtelim İel-Muğnî, VII, nşr, İbrahim el-İbyârî, Kahire 1961). Kelâm edebiyatının müstakil telif türlerinden birini de kelime-i şehâdet veya kelime-i tevhid teşkil etmiştir. Allah'ın birliğini ve Hz. Muhammed'in risâletini ifade eden bu ikişer cümlelik metinler bir bakıma İslâm akaidinin özetini vermektedir. Keşfü'z-zunûn (I, 351, 486; II, 1043) ve zeyli îzâhu'l-meknûn'ûa (1, 301) bu tür eserlerin bazı kayıtlarını bulmak mümkündür. bu hizmet [Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] ailesine mahsustur..alıntı yapanlar kaynak bildirmezlerse kul hakkına girmiş olurlar |
12 Ağustos 2013, 16:08 | Mesaj No:9 |
Durumu: Medine No : 13301 Üyelik T.:
04 Şubat 2011 | Cevap: TDV İslam Ansiklopedisi '' Allah'' Maddesi ALLAH D edebiyat. Allah laftı, esmâ-i hüs-nâyı meydana getiren diğer isimler ve genel olarak ulûhiyyet bahisleri müslü-man milletlerin dinî hayatında önemli bir yer tuttuğu gibi onların edebiyat, kültür ve sanat hayatına da büyük çapta tesirler icra etmiştir. Bu konuda günlük konuşma dilinden başlayarak müstakil edebî nevilere ve edebî mazmunlara kadar çok geniş bir alanda pek çok eser meydana getirilmiştir. Allah lafzının Arapça dışında en çok Türk dilinde kullanıldığı şüphesizdir. Sadece bugünkü Türkçe'nin orta hacimdeki bir sözlüğü incelendiği takdirde bile Allah kelimesinin yer aldığı deyimlerin 150 civarında olduğu görülür (bk. ML, "Allah" md.; krş. TDK, Türkçe Sözlük, "Allah" md.) Bunlara bir o kadar da atasözü eklenebilir. Bilhassa Osmanlı Türkçesiyle yazılmış dinî ve ta-savvuft mahiyetteki manzum ve mensur eserlerde yer alan diğer birçok deyim ve atasözü İse bu sayının dışındadır. Türk edebiyatında Cenâb-ı Hak'la ilgili konulan, halk ve divan edebiyatıyla yenileşme devri Türk edebiyatında yer alan konular olmak üzere üçe ayırmak mümkündür. Halk edebiyatında ilâhi, nefes, nutuk* ve devriye* lerde, semailer, bazı tekerlemeler ve türkülerde, mâni ve ninnilerde, ağıt ve nasihatlarda Allah lafzıyla birlikte Cenâb-ı Hakk'ın diğer isim ve sıfatları yer almış, O'nun yücelik ve kudreti konu edilmiştir (geniş bilgi için bk. HALK EDEBtYATI) Divan edebiyatında ise Cenâb-ı Hak'la doğrudan ilgili olarak müstakil neviler mevcuttur. Allah'ın âyet ve hadislerde yer alan İsimleriyle tanınması, bilinmesi, bunlarla anılması (zikir), yine bunlarla övülüp yüceltilmesi ve bu isimlerin ihtiva ettiği engin ilâhî rahmet ve muhabbeti vesile kılarak O'na dua ve niyaz edilmesinin gereği ve fazileti hem nas-larda yer almış, hem de bu husus Hz. Peygamber'den, hatta daha önceki peygamberlerden itibaren Allah'ın sâlih kul-larınca uygu lanagel mistir. Bu sebeple bilhassa Türk edebiyatında, kısmen de Fars edebiyatında esmâ-i hüsnâ etrafında birçok eser kaleme alınmıştır (geniş bilgi için bk. esma-i HüsnA) Ayrıca tev-hid, münâcât, İlâhi, zikir, teşbih ve sathiye* gibi müstakil nevilerin yanında Türk edebiyatının manzum - mensur çeşitli örneklerinde Allah ile ilgili pek çok mazmun bulunmaktadır (bk. mesela elif, hû, VAHDET). Tevhid ve münâcâtlar muhtevaları bakımından konu ile doğrudan ilgili eserler olup bunların bütün edebiyatımızda çok zengin örnekleri vardır. Tevhidler Cenâb-ı Hakk'ın varlığını, birliğini, kudretini, isim ve sıfatlarını anlatan, O'nu övüp yücelten eserlerdir. Muhtevaları bakımından tasavvufî olan ve olmayan diye ikiye ayrılan tevhidler umumiyetle Allah'a hitap şeklinde, bazan da tahkiye üslûbunda genellikle kaside, terkibibend, terciibend, mesnevi ve gazel tarzında yazılmıştır. Klasik tertibe riayet edilerek düzenlenen divanların baş taraflarında önce tevhid, sonra münâcât yer alır. Mesnevilerle diğer manzum-mensur birçok eserde de rastlanan bu türün en meşhur örnekleri arasında, XV. yüzyıl şairlerinden Şeyhinin manzumesi zikredilebilir. Fuzûlî, Niyâzî-i Mısrî, Seyyid Nizamoğlu, Nâ-bî. Yenişehirli Avni'nin tevhidleri de başarılı örneklerdir. Ayrıca Sinan Paşa'nın nesir ve nazımla karışık olarak kaleme aldığı Tazarru'nâme'si tevhid ve münâcât türleri için nesir alanında en mükemmel eser kabul edilir (geniş bilgi için bk. TEVHİD). Münâcâtlar ise insanoğlunun aczini idrak ile beşeriyet icabı vâki olan hatalarının bağışlanmasını Allah'tan dileyerek O'na karşı samimi yalvarışlarını içine alan eserlerdir. Birçok şair tarafından işlenen Hz. Musa'nın münâcâtı meşhurdur. Ayrıca Mevlânâ, Yûnus Emre ve Fuzûirnin münâcâtları ilk akla gelen örnekler arasındadır (geniş bilgi için bk. MÜnAcAt ). Ayrıca bir grup eser daha vardır ki bunlarda sadece Cenâb-ı Hakla ilgili konular genellikle mesnevi şeklinde, bazan da mensur olarak ele alınıp işlenmiştir. Abdürrahim Karahisârfnin Vah-detnâme'si ile Rûşenrnin Kaiemndme'si bu tür eserlere örnek olarak zikredilebilir. Yenileşme devri Türk edebiyatında da aynı konular işlenmiştir. Ancak bunlar divan edebiyatı şekilleri içinde ele alındığı halde yeni bir ifade ve üslûpla ortaya konulmuştur. Bu eserler muhteva bakımından geleneksel çerçeveden ve mazmunlardan ayrılarak konular daha serbest bir şekilde ve daha yeni bir takım unsurlarla birlikte işlenmiştir. Akif Paşa'nın "Adem Kasidesi'yle başlayan bu yeni dönem Şinâsi'nin tahmid, münâcât, ilâhi, tehlil, tevekkül, beyt-i murassa ve müfredinde. Ziya Paşa'nın Hârâbat mukaddimesindeki tevhidi ile "Sübhâne men tahayyere fî sun'İhi'l-ukül / Sübhâne men bi-kudretihî yu'cizü'l-fuhûT nakaratlı terciibendi ve ayrıca terkibibendin- de, Abdülhak Hâmid ve Recâizâde Ekrem'in münâcâtlannda, Mehmed Akif in tevhidinde en değişik ve güzel örneklerini ortaya koymuştur. Yenileşme devri Türk Edebiyatı sahasında Allah inancının ele alınması ve bunun felsefi bakımdan incelenmesi hususunda iki önemli çalışmayı burada belirtmek gerekir. Abdülhak Hâmid'in şiirleri üzerinde yapılan bu çalışmalardan ilki Rıza Tevfık'in Abdülhak Hamid ve Mülâhazât-ı Fel-sefiyesi adlı incelemesi, diğeri ise M. Kaya Bilgegil'in Abdülhak Hâmid'in Şiirlerinde Ledünnî Meselelerden Allah İsimli eseridir. Sonuç olarak, Türk kültür ve edebiyatında Allah'ın varlığını, birliğini, isim ve sıfatlarını, bunların çeşitli tecellilerini, O'nun yüceliğini ve övgüsünü konu edinen çeşitli edebî türler meydana gelmiş ve bu alanda çok zengin örnekler edebiyat tarihindeki müstesna yerini almıştır. ALLAH D MÛSİKİ. Türk kültür ve edebiyatında Allah'ın büyüklüğü, yüceliği, kudreti, isim ve sıfatları ile O'na yapılan dua ve niyazları içine alan manzum ve mensur metinler Türk dinf mûsikisinde bazı formların ortaya çıkmasına vesile olmuş ve bu eserler dinf mûsiki repertuarının seçkin ve zengin örnekleri arasında yerini almıştır. Farklı özellikleri bakımından cami ve tekke mûsikisi olmak üzere iki kısımda incelenen Türk dinî mûsikisinde Cenâb-i Hak'la ilgili her iki türde de pek çok eser mevcuttur. Bunlann başında, namaz vakitlerini bildirmek için çeşitli makamlarda irticalen okunan ve Allah'ın yüceliğini ifade eden cümlelerle başlayıp biten ezan gelmektedir. Cuma hutbesinden Önce okunan iç ezan ile her farz namazdan evvel, imamı kıldıracağı namazda okuyacağı makama hazırlayacak şekilde ve bu makamın karakteristik seslerini vermesine dikkat edilerek getirilen kameti de bu grupta saymak gerekir. Ramazan aylarında sahurdan sonra minarede müezzinler tarafından okunan temcidler Allah'a dua ve niyazı ifade eden eserlerdir. Bunların arasında, Allah'tan af ve mağfiret dileklerini Kelime-1 Tevhîd Zikri (J — 104) Gittikçe hızlanır ve okunan refakat ilâhfsine göre makamı da değişir. Lâ i la he il lal lah Ism-i Celâl Zikri (J - 104) Gittikçe hızlanır terennüm maksadıyla okunan Türkçe ve Arapça münâcâtlarla Allah'a şükür ve hamd için okunan teşbihler de yer alır. Cami mûsikisini tamamlayan benzer örnekler içinde bulunan ve daha çok cumhur müezzinliğine ait sanatlı icralar olarak namaz sonlarındaki teşbihlerle, dua sırasında "âmin çekmek" tabir edilen bazı ibarelerin okunmasından meydana gelen mahfel sürmesi de konu ile ilgili eserlerdendir. Tekkedeki icraatta ise ana tema zikir olduğundan, bu sırada okunan pek çok eserde Cenâb-ı Hakla ilgili konular işlenmiştir. Tarikatlara göre farklı isim ve şekillerde yapılan zikirleri, genel olarak Mevlevîler'in icra ettikleri âyîn-İ şeriflerle, diğer büyük tarikatlara ait tekkelerde kelime-i tevhîd. ism-i a'zam, ism-i celâl gibi adlarla anılan, çeşitli isim ve sıfatların tekrar edilmesi suretiyle yapılan zikirler olmak üzere iki kısımda ele almak mümkündür. Mevlevi" âyinlerinin çoğu Farsça olan ve Hz. Mevlânâ'nın şiirlerinden seçilen güftelerinde, başta Allah aşkı olmak üzere ele alınan konuların hemen hepsi Cenâb-ı Hak'la ilgilidir. Az sayıdaki Arapça ve daha da az rast- Ism-i Hay İÜ Hay Hay Hay Al lah Kıyamda Kefime-İ Tevhîd Zikri j-r 104) Al lah Al lah İllallah Zikri ( i - 104] Gittikçe hızlanır. İl lal lah....... İl lal lah Yâ Allah Zikri (J - 104) Gittikçe hızlanır. Lâ i |â he il lal lah İsm-i Hay (i — 104) Dudaklar yarı kapalı, hançere ile çekilir. Hay Hay Hay Al lah İsm-i Hû (J — 108) Dudaklar kapalı olarak sfne savtı ile çekilir. ^ Yâ Al lah ism-i Hû [J-104] Yâ Al lah Hû Hû Hû Notaya alınmış çeşitli zikir örnekleri lanan Türkçe güftelerde de aynı konu lar islenir. Birkaç âyinin birinci selâmın da yer alan "illâ hû" redifli "Âteş ne ze-ned der dil-i mâ illâ hû/Kûteh ne kü-ned menzii-i mâ illâ hû/Ger âlemiyân cümle tabîbân bâsed/ Halli ne küned rnüşkil-i mâ illâ hû" kıtası ile, yine birkaç âyinin çeşitli selâmlarında tekrarlanan. "Ben bilmez idim gizli ayan hep sen imişsin/Tenlerde vü canlarda ni-hân hep sen imişsin/Senden bu cihan içre nişan ister idim ben/Âhir bunu bildim ki cihan hep sen imişsin" kıtası buna Örnek gösterilebilir. Mevlevîlik dışında kalan tarikatlarda yapılan zikirlerde ise, cami ve tekke mûsikisinin ortak formlarından olup zikir sırasında okunan ve Allah'ın yüceliği, kudreti, sıfatları ve bunlann tecellilerinden bahseden ilâhiler bu vadideki en önemli ve zengin eserler grubunu meydana getirmektedir. Ayrıca zikir aralarında okunan duraklar, aynı konulan Arapça olarak işleyen ve daha çok kıyam zikri esnasında okunan şuğuller de bu sahada anılması gereken başlıca eserlerdendir. bu hizmet [Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] ailesine mahsustur..alıntı yapanlar kaynak bildirmezlerse kul hakkına girmiş olurlar |
12 Ağustos 2013, 16:08 | Mesaj No:10 |
Durumu: Medine No : 13301 Üyelik T.:
04 Şubat 2011 | Cevap: TDV İslam Ansiklopedisi '' Allah'' Maddesi HAT. Arap yazısının Arap dilini her bakımdan tesbite yeterli bir yazı sistemi hüviyetini kazanmaya başlaması İslâmiyet'le olduğu gibi sanat hususiyetlerini de İslâmiyet sayesinde elde etmiştir. Bunda İslâm dininin hattı ve kitabeti zaruri kılan, kullanma sahasını genişleten hususiyetleri beraberinde getirmesinin büyük rolü vardır. Arap yazısını bu iki noktadan geliştiren ilk ve en mühim âmil şüphesiz Kur'ân-ı Kerîmin yazıya geçirilmesi olmuştur. Allah (**>1) kelimesinin başlangıçta el-ilâh ( •>*' ) şeklinde olduğu, daha sonra harf-i ta'rifin kelimeye bitişmesiyle f *»1) imlâsının vücut bulduğu ve Nabat imlâsı hususiyetleri taşıdığı anlaşılmaktaysa da bu bitişmenin ne zaman meydana geldiği bilinmemektedir. Ancak İslâm Öncesi devre ait milâdî VI. asra çıkan ve Arap yazısının çok iptidai bir devresini 500 ALLAH fa 1b 1c M illi 4UL4J L «mı «uıı Lafza-i celâl yazımının bugünkü seklini alıncaya kadar geçirdiği değişme ve gelişmeler temsil eden Ümmü"l-Cimâl kitabesi laf-za-i celâl ile başlamaktadır. Arap yazısının Kur'ân-ı Kerîm'in yazılışına bağlı olarak geçirdiği ilk mühim merhalede aldığı sıfat "hicazı"dir. Bu üslûbu İbnü'n-Nedîm'in verdiği bir açıklama ve misal olarak naklettiği bir besmele yardımı ile tanımaktayız (el-Münec-cid, Dirâsât fi târîhil-hatti'l^Arabî, s. 24). Ancak bu besmelede yer alan lafza-i celâl tam olarak hicazı üslûpta değildir. Anlaşıldığına göre müşterisin yalnız elif-lerdeki meyle ve kıvrıma dikkat etmiş, kelimenin şeklinde zamanının tarz ve üslûbunun tesirinden kurtulamamıştır. Fakat hicâzî hatla yazılmış ve günümüze intikal etmiş mushaflar veya mushaf parçalarında (krş. el-Münecdd. a.e., s. 25; Meşâhifü San'â3, s. 42^5 |58-6l|, nr. 3, 4, 11; ayrıca bk. arap yazısı) lamların iki sütun halinde ve elif boyunda olduğu görülmektedir. Hicrî I. (VII.) asra ait taş kitabelerde de vaziyet aynıdır. Kahire'de İslâmî Eserler Müzesi'nde bulunan 32 (652) tarihli mezar taşında, 64 (684) tarihli Hafnetü'l-ebyaz kitabesinde {bk. el-Münecdd, a.e., s. 105), KubbetÜ's-sah-râ'nın 74 (693) tarihli kitabesinde, 125 (743) tarihli Emevî sarayı kitabelerinde (bk. el-Münecdd, a.e, s. 105, 107, 109; ayrıca bk. s. 112), Abdülmelik b. Mervân tarafından 170'te (786) yazdırılan mesafe taşlarında (bk. arap yazısı) lafza-i celâlin lamları uzun yazılmıştır; meskukâtta da ekseriya bu şekil tercih edilmiştir. Bu tarzda kelimenin son harfi olan nenin boyu bitişik bulunduğu ikinci lamın bazan yansına veya bazan üçte birine kadar yükselebilmektedir. Ya- zının seyrek olması istenildiği zaman iki lamın, bazan lamların, bazan da ikinci lâm ile henin arasının açık (keşîdeli) yazıldığı görülmektedir (bk. şekil la-d). Kelimenin yazılmasında en büyük hususiyet lamların normalden kısa oluşudur. Nitekim bu harfin uzun yazılışı göze hoş gelmemiş ve kelimenin lamlarından ilk kısaltılanı ikincisi olmuştur. Birinci lâm elif uzunluğunda yazılıyor, diğeri birinci lamın tepe noktasından son harfin yani henin çemberinin üst kenarına uzatılan meyilli bir hattı geçmiyordu (bk. şekil 2) Daha sonraki bir merhalede meyilli hattın başlangıcı, ilk harf olan elifin tepe noktası kabul edildi. Böylece birinci lamda elife nisbetle kısal-mış oldu (bk. şekil 3). Hicâzî hattın hususiyetlerinden olan sağ üstten sol alt köşeye doğru dik harflerin meyilli oluşu bir tarafa bırakılırsa kelimenin umumi heyeti, dik açının uzun kenarı üzerine oturtulmuş bir dik kenar üçgeni andırıyordu. Lafza-i celâlin yazılışı için daha başka şekiller de aranmıştır (meselâ şekil 4, 5), fakat bugün mevcut şeklini -herhalde-mensup hat devrinde İbn Mukle'ler ile (III/IX. asır baştan) almıştır. İbn Mukle'-lerden günümüze yazı gelmemişse de aynı üslûbun gelişmiş şeklini temsil eden İbnü'l-Bevvâb'ın (ö. 413/1022) yazısından numunelere sahibiz. İbnü'l - Bevvâb, selefi İbn Mukle'lerin tesbit ettiği nis-betleri çok daha hassas hale getirmiştir. Onun tarzının bariz hususiyetlerinden biri, kelimenin başındaki eliflerin çok uzun olması idi. Netice olarak lafzatullahta elif daima normal uzunlukta yazılmış, diğer kelimelerde elif boyunda olan lamlar ise kısaltılmış ve bu şekil daha sonra mensup hat devrinde gelişen hemen hemen bütün hat nevilerinde değişmeyen bir hususiyet halini almıştır. Yâkût (ö. 698/1298) gibi büyük sanatkârların kelimeyi hususi bir dikkat ve itina ile işledikleri muhakkaktır. Bununla beraber lafza-i celâl, bilinen şeklini ve ideal nisbetlerini Osmanlı hattatları eliyle Türk hat sanatında kazanmıştır. İstifli yazılarda riayet edilen bir husus. "Allah" kelimesinin istifin üst ve ortasında yer almasıdır (bk. şekil: 6, 7). bu hizmet [Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] ailesine mahsustur..alıntı yapanlar kaynak bildirmezlerse kul hakkına girmiş olurlar |
Konuyu Toplam 1 Kişi okuyor. (0 Üye ve 1 Misafir) | |
Benzer Konular | ||||
Konu Başlıkları | Konuyu Başlatan | Medineweb Ana Kategoriler | Cevaplar | Son Mesajlar |
Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi | enderhafızım | Fıkıh | 15 | 07 Aralık 2022 12:20 |
İkra İslam Ansiklopedisi | MERVE DEMİR | Programlar//İstekler | 1 | 11 Şubat 2014 10:52 |
TDV İslam Ansiklopedisi '' Ahlak'' Maddesi | Medineweb | İslam Ahlakı | 0 | 12 Ağustos 2013 15:43 |
TDV İslam Ansiklopedisi ''Din'' Maddesi | Medineweb | Dinler ve Mezhepler Tarihi | 10 | 11 Ağustos 2013 16:33 |
Zekâtta fîsebîlillah maddesi | Belgin | Zekat-İnfak | 0 | 25 Eylül 2008 10:38 |
.::.Bir Ayet-Kerime .::. | .::.Bir Hadis-i Şerif .::. | .::.Bir Vecize .::. |
|